Emekli Yargıç Av. Dr. Orhan Gazi Ertekin, yeni anayasa tartışmalarını değerlendirirken, krizin çok daha derinlerde bir yerde olduğunu söylüyor. Geleneksel güç ilişkilerinin dengesinin ve içeriğinin değiştiğini kaydeden Ertekin, krizin de burada derinleştiğini belirtiyor. Bugün yeni anayasa talep eden AKP’nin, aynı anda “etki ajanlığı suçu”nun ihdas edildiği bir yasa hazırlığı içinde olduğunu belirten Ertekin, “Bakın Türkiye’nin yeni anayasası, işte bu “etki ajanlığı suçu” yasasıdır. Evet, AKP yeni bir anayasa istiyor ve onun adı da Etki ajanlığı suçu yasası…” diyor.
Fikir Gazetesi’nden Namık Alkan Demokrat Yargıçlar Hareketi Eş Sözcüsü Orhan Gazi Ertekin ile, yeni anayasa tartışmalarını, Erdoğan-Özel görüşmesi ile doğan yumuşama havasını ve halkın anayasa gündemini konuştu.
“TÜRKİYE’NİN “ESAS TEŞKİLAT HUKUKU” MEVCUT ANAYASA METİNLERİNİN DIŞINDADIR”
Anayasa tartışmaları yeniden başladı. Meseleyi nasıl görüyor, anayasa tartışmalarının bu dönem ortaya çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, anayasa tartışmaları çanlarının bir kez daha çaldığını ben de duydum. Haydi, dileklerimizi yeniden tutup mumlarımızı yakalım! Şaka bir yana bu anayasa tartışmaları meselesi neden gelenek ve inançlar alanına dâhil oldu acaba? Şundan: Birincisi anayasa tartışmaları Türk siyasetinin 1960’tan beri temel sporlarından birisidir. 1982 anayasası sonrası ise anayasayı değiştirmek her birkaç yılda bir siyasi partilerin “demokratik ödevi” olarak öne çıkarılır. Böylece yeni anayasa istemek, demokratlığı peşinen garantileyerek kendi siyasi amaçlarını saklayan bir taşra uyanıklığı taşır bu ülkede. Yeni anayasa istemeyen ise doğrudan anti-demokratik hâle gelmiş olur. Bu nedenle Türkiye’de herkes anayasa değişikliği veya yeni anayasa ister. Türkiye’nin gerçek bir anayasa tartışmasından uzak olduğunun en temel göstergesi budur ve bugünkü tartışmanın da mevcut anayasa ile bir ilgisi yoktur.
İkinci nokta ise şudur: Türkiye’deki anayasaların gerçekte anayasal metin olma özellikleri pek azdır. Çünkü Türkiye’nin “esas teşkilat hukuku” mevcut anayasa metinlerinin dışındadır ve anayasa metinleri pek az uygulanır. Bugün de olan ise bunun çok daha ötesindedir ve ne bir anayasa ne de bir anayasal metin vardır.
Üçüncüsü “egemen iktidar”lar anayasa ile pek az ilgilenirler. Çünkü her tür anayasa ve yasayı manipüle edebilecek güçleri ve yetenekleri vardır. Bir anayasa ve yasayı ne kadar değiştiriyorsanız o kadar değişken güç ilişkilerine ve ittifaklar alanına dâhil olmuşsunuz demektir. Erdoğan sürekli olarak yeniden ittifaklarını düşünmek zorundadır.
Ve beşincisi Türkiye’de gerçek anayasal metinler aslında belirli niteliği olan kritik yasalardır. 24 Anayasası sonrası Takrir-i Sükun kanunudur örneğin. 82 Anayasası dönemi Terörle Mücadele yasasıdır. Bugün yeni anayasa talep eden AKP ise aynı anda “etki ajanlığı suçu”nun ihdas edildiği bir yasa hazırlığı içinde. Bakın Türkiye’nin yeni anayasası işte bu “etki ajanlığı suçu” yasasıdır. Evet, AKP yeni bir anayasa istiyor ve onun adı da Etki Ajanlığı Suçu yasası…
O halde Cumhurbaşkanı Erdoğan, anayasayı neden değiştirmek istediğini söylüyor? Anayasa tartışmalarının altında yatan düşünceleri nelerdir? Anayasa değişikliği ile istenen, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin revizyonu mu? Yoksa Erdoğan yeniden seçilebilmek için mi anayasa değişikliğine gerek görüyor?
Kriz çok daha derinlerde bir yerde. Bir defa sistem denilebilecek bir siyasi form yok henüz. Türkiye’nin 15 Temmuz 2016’dan bu yana bir anayasası da yok. Terörle mücadele yasası var, dezenformasyon yasası var ve bunlar birer anayasal metin niteliğinde. Ayrıca kaygan ve değişken bir güç ilişkileri ve ittifaklarla ve onların günlük ihtiyaçları ile yönetiliyor ülke. Geleneksel güç ilişkilerinin dengesi ve içeriği değişti. Ve kriz burada derinleşiyor.
Nasıl değişti peki?
Cumhuriyet birbirine dönüşecek şekilde üç önemli tarihsel güç ve şiddet odağının üzerine kurulmuştu: Bunları “cumhuriyetçi seçkinler, milliyetçi baronlar ve İslamcı müteşebbisler” olarak adlandırmak işlevsel olabilir. Türkiye 2000’lere kadar bu üçlü iktidar kompleksi ile geldi. Fakat bugün bu güç ilişkileri İslamcı merkez tarafından yeniden kuruldu ve sevk edilmeye başlandı. İslamcıların Cumhuriyetçi seçkinler ve milliyetçi baronlar ile aralarında milli bir bağlanma/ittifak var. Fakat her güç ilişkisi ve ittifak gibi bu da kendi iç sorunlarını yaşıyor. İslamcı gelenek kendi geleneksel kadrolarını yitirirken geriye devlet kaynaklarından mahrum olmamak için islamizasyon rüyası satanlar kaldı. Bir türlü yeni anayasa yapabileceği bir tarihsel güç dengesine erişemedi. Kantorowitzci anlamda söylersek 15 Temmuz devleti kendi “manevi bedeni”ni yaratamadı. Bir kurucu hâline gelemedi. Bu da iki önemli şey getiriyor: Birincisi Türkiye geçiş süreci olmayan bir olağanüstü hâl süreci yaşıyor ve bu durum yaşanan egemenlik krizini daha da derinleştiriyor. 2000’lerden önceki her olağanüstü hâlde bir geçiş süreci yaşanırdı. Ama artık bu yok. Bu ayrı bir bahistir belki ama Özel-Erdoğan görüşmesini bu geçiş süreci beklentisinin yerine koyabiliriz. Bunu birazdan konuşalım.
İkincisi ise Türkiye siyasetinin kendine has anayasacılık oyununu politik bir manevra hâline getiriyor. Yani eğer anayasal bir güç hâline gelemediyseniz sizi daha avantajlı hâle getirecek anayasal atılımlar içine girersiniz. Bugün bu anlamda anayasal, anayasanın değiştirilmesi veya yeni anayasa yazılması değil yeni yargı paketindeki “etki ajanlığı” suçu olabilir olsa olsa. Erdoğan tam bir olağanüstü hâl anında yeni olağanüstü hâller ilan etmenin peşine düşüyor sürekli. Her defasında en başa dönüyor. Bugün bir açıdan bakıldığında Erdoğan’ın 4. Tarihsel döneminin sonuna gelmiş durumdayız. İlki Türk genelkurmayı da dâhil ABD, İsrail ve Avrupalı güçler tarafından desteklenerek kurulan bir “yenilikçi hareket” adıyla başladı. 2002 seçimlerinde Genelkurmay laiklik kaygısı ileri sürmemişti hiç. 2004’ten itibaren Gülen cemaati ile [birlikte] milliyetçi ve cumhuriyetçi grupları devlet kadrolarından uzaklaştırarak bir yandan da demokratikleşme söylemi ile ilerledi. 2010’dan sonra AKP-Cemaat hükümeti kurulmuş oldu. 2013’te ise cemaat terk edilip milliyetçi ve cumhuriyetçi kadrolarla yeniden iktidar oldu.
Bugün çok karmaşık bir iktidar alanı var. Bir yandan Erdoğan ve kitlesi arasında kurulu faşizan bir mobilizasyon var ve bu hareketlilik kurumlara yansıyor. Fakat diğer yandan da özellikle ülkücü-milliyetçi geniş bir kurumsal işgal var. Hak-yol, Menzil gibi tarikatlar ise AKP’yi aşan ve AKP olmasa da yaşayacak çıkarlara sahip. Tüm bunlar Erdoğan’ın güç vehmini sürekli besliyor. Garip bir iç yıkım yaratıyor bu: Bir yandan çok güçlüsünüz. Kavala’yı, Selo’yu hiçbir yasal temel olmadan cezaevinde tutabiliyorsunuz. Ama diğer yandan da Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere kurumların geleneksel biçimsel protokollerini aşamıyor ve onlardan şikâyet ediyorsunuz. Erdoğan 2013’teki ittifaklarından kurtulmak için başkanlık sistemi getirmişti. Ama bu zaten bir sistem olmadığı için işlemedi. Çünkü Erdoğan’ın her yerde olmasını gerektiriyordu. Bu olamadığı için her yerde Erdoğan suretinde derebeyler çıkmaya başladı. Her şey karmakarışık ve yönetilemez hâle geldi. İmamoğlu’nun siyasal ufkunun Türkiye muhalefetinin kurtuluş beklentisine oturması ile Kürtlerin İstanbul, Ankara ve İzmir’de milliyetçi sağın etkisini ve oranını aşan bir boyutta olduğunun anlaşılması kartların yeniden karılmasını da beraberinde getirdi.
Dördüncüsü anayasalar ileriye doğru değil geriye doğru yazılır. Yani en temel siyasi meselelerin tartışıldığı yerde yeni anayasa olmaz. Bu tartışmaların olmadığı, güç ilişkileri ve ittifakların üç aşağı beş yukarı sabit hâle geldiği yerde yeni anayasa olur ve gerçek bir egemen iktidarın artık kurulduğu, anayasa ile ilan edilir. 24, 61 ve 82 anayasaları böyle yazılmış, yazdırılmıştır. Güç ilişkileri ve ittifaklar da anayasalar yazılmadan belirli hâle gelmiştir.
Şimdi Erdoğan, iktidarını bir tür “Rus devlet kilisesi” veya İran molla rejimine yakın bir forma taşımak için çabalıyor. Kendi tabanını konsolide etmek için islamizasyon satmaktan başka çaresi yok. Müfredattaki dini eğitimin asli eğitim hâline getiren girişim önemli örneğin. Alevi-Bektaşiliği Türkiye toplumunun dışında bir “topluluk” ve “kültür dairesi” olarak tasnif etmesi ve bir başkanlık ihdas ederek bir tür Aleviler için “yabancılar dairesi” oluşturması bunun adımları. Kürtlere bu adımlarını kolaylaştıracak bir yeni ittifak alanı olarak bakması ise kaçınılmaz.
Çok uzattım ama özetleyeyim: Birincisi dikkat ettiyseniz Erdoğan diyorum. Çünkü AKP isimli bir parti, hareket ve kadro alanı yok bugün Türkiye’de. Bu da Erdoğan ve çevresine kadar sıkışmış ve bu nedenle de bir sistem kuramayacak bir yeni oligarşik yapıyı öne çıkarıyor. İkincisi İslamcılık artık kendi kadrolarından ve ruhundan uzak bir resmi devlet rüyasına, başka deyişle kâbusuna dönüştü. Bırakın halka kendi kitlelerine bile düşman hâle geldiler. Üçüncüsü Erdoğan var olabilmek için bir yeni beşinci dönem inşa etmek zorunda. Ya ittifaklarını değiştirecek ya da ittifaklarını merkezdeki ideolojik söylemleri yumuşatarak yeni katılımlara açmaya çalışacak. Bu da bir tür geçiş süreci demektir…
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile CHP lideri Özgür Özel, 2 Mayıs’ta bir araya geldiler ve aralarında olumlu bir hava oluştu. Erdoğan, “Türkiye’de siyasetin yumuşama sürecini başlatalım istiyorum.” diyor. Bu yumuşama havası yeni anayasa tartışmalarını nasıl etkiler?
Makul bir spekülasyon olarak şunu diyebilirim: Erdoğan’ın 15 Temmuz’dan bu yana aralıksız ve katı biçimde devam eden olağanüstü hâlinin bir “geçiş süreci”ne ihtiyacı var. Poulantzas’ın bahsettiği ve İspanya, Portekiz ve Yunanistan tipi bir geçiş sürecinden söz etmiyorum. “Türk tipi geçiş süreci”nden söz ediyorum. Klasik darbeler sonrası “normalleşme”lerden söz ediyorum. Egemenlik krizi aşamasına kadar ulaşan ekonomik ve siyasi krizler artık bir geçiş süreci gerektiriyor ve Erdoğan bunu en büyük rakibi CHP ile yapmak istiyor. Ve tabii ki Kürtler de burada yeniden ve fakat farklı biçimlerde devreye dâhil ediliyor.
Peki, bu ne anlama geliyor?
Şu kadarını söyleyeyim: CHP 2016’dan beri Türkiye’nin yeni kriz dönemi ittifakının içinde. Selo’nun tutukluluğu onun Kürt meselesindeki ulusal mutabakatından doğdu ve o mutabakatta iki önemli şey var: Birincisi Kürtleri bir seçmen olarak Türkiye siyasetinde tanımak. İkincisi ise Kürtlerin parlamenter, idari, medya ve avukatlık gibi güçlü alanlarını giderek alaşağı edip temsil alanından çıkarmak. Bunlardan birincisi Türkiye siyaseti için bir yeniliktir. Türkiye’nin artık Kürt olan, Kürt kalan seçmenleri vardır. İkincisi ise başarılamadı ve başarılamayacak. Çünkü Kürtlerin artık sadece parlamenterleri, idarecileri, avukatları ve medyası yok. Aynı zamanda futbol takımları da var ve bu durum Kürtlerin AKP’nin tersine kendi kültürel çevrelerini güçlendirerek yarattıklarını gösteriyor. Buradan bakıldığında seçimlerde Kürtleri bir seçmen olarak kabule doğru taşınarak ilerletiliyor. Şu çok açık: Kürtler aktifleştirilerek pasifleştirilmeye çalışılıyor. AKP ve CHP Kürtleri bir parti ve hareket olarak değil, bir seçmen olarak kendi siyasi sözlüklerine yerleştirdiler. Böylece CHP ve AKP, DEM ile hak müzakereleri içine girmiyorlar. Ama kendi güç ve iktidarları ile dolaylı olarak ne kazanabileceklerine işaret ederek ilişki kuruyorlar Kürtler ile… Türkiye’nin eski ve yeni normali üç aşağı beş yukarı budur ve Türk tipi geçiş süreci de Özel-Erdoğan görüşmesiyle bu şekilde ilerleyebilir gibi görünüyor.
“ERDOĞAN’IN ANAYASAYI DEĞİŞTİRME GÜCÜ YOK”
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş da partiler arası anayasa ziyareti turlarına başladı. Bu arada AKP’nin 31 Mart yerel seçimlerinde oylarının düştüğü görülüyor. Meclis aritmetiğine bakınca, iktidar Anayasa’yı değiştirmek için yeterli desteği bulabilir mi?
Yeni bir “güneş motel” olayı yaşanmazsa Erdoğan’ın anayasayı değiştirme gücü yok. Bugün yeni anayasanın doğrudan iki farklı gerçek muhatabı var. Birincisi Erdoğan. O kuşkusuz yeni bir “kurucu” olmak istiyor. İkincisi ise Kürtler ve onun temsilcisi DEM’dir. DEM, Yurttaşlık hakları ile kolektif haklara uzanan meşru taleplerini takip ediyor. CHP ve diğer politik gruplar ise yeni anayasayı bir karşı devrim olarak görebilirler sadece. Bir sınıf hareketi ve dahi bir yurttaşlık geleneği ya da bir demokrat hareket de bulunmadığı için üçüncü bir seçeneğe de sahip değiliz.
CHP önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “sarayla mücadele edilir, müzakere edilmez”, görüşüne karşılık, yeni Genel başkan Özgür Özel, “hem mücadele hem de müzakere edilir” görüşünü savunuyor. Bu yeni yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ana muhalefet bu anayasa görüşmelerini kendi lehine çevirip, Türkiye’nin yeni demokratik sivil bir anayasaya kavuşması için bir fırsat yakalayabilir mi?
Birinci soru için şunu diyebilirim: Bence Kılıçdaroğlu ile Özel liderlikleri arasında bir süreklilik var. Devrik liderin “caka”sını bir kenara atarsak “mücadele ve müzakere formülü” zaten Kılıçdaroğlu’ndan geliyor. Hatta Kılıçdaroğlu’nun siyasi kişiliği “müsamere ve müzakere”ydi asıl olarak. İçeriksiz bir gösteri alanı olarak müsamereden söz ediyorum. Türk siyasi müsamerelerine en yakışacak isim Kılıçdaroğlu’dur. İkinci soru için ise: Şu an anayasa yazımı zamanında değiliz. Yeni bir anayasa metnine ne AKP’nin ne de onun dışındakilerin ihtiyacı var. Yeni anayasa, geçmişin “anayasalar çöplüğü”ne bir yenisinin daha atılmasından başka bir anlama gelmez. Ama bunun tersine olarak Türkiye bugün bir “anayasal zamanda” bulunuyor. Anayasal inşa tartışmaları yapıyor. Yapmak zorunda. Emek, sermaye, etnik-ulusal haklar, doğa, iklim gibi esaslı meseleleri yeni bir çözüme kavuşturmak zorunda. Bu açıdan anayasa metni ile anayasal olan arasında bir fark var. Birincisi geleceği öngördüğünü, gelecek politik ilişkilerin nasıl yaşanacağını gösteren, bunu özgüvenle iddia eden bir metindir. Tıpkı bugünkü anayasa metni gibi orada duruverir sadece. İkincisi ise gerçek kurucu olan, iktidarın yapısı ve mekanizmasını belirleyen bir güç merkezine işaret eder. İşte anayasa kurucu iddiası olan güçlerin dâhil olması gereken yer bu anayasal alandır. Türkiye’nin ana muhalefetinin buna ilişkin bir atılım ve manevra içine gireceğine dair bir beklentim yok benim. Ama mucizeye, yeni bir hayat kurma heyecanı ve neşesine inanırım. Oradan bir anayasa değilse de bir anayasal güç çıkacaktır.
Halkın gündeminde ne var? Halk, anayasa değişikliği istiyor mu?
Halkın ne istediğine dair hiçbir fikrim yok doğrusu. Biraz önce alışveriş yaptığım markette bir kadın, fiyatların yüksekliğinden söz ediyordu. Asgari ücretle günde kaç acılı cips paketi alacağını hesaplıyordu bir genç. Açılmaya başlayan plajlarda da her yerin artık mafyaya dönen şirketlere tahsis edildiğinden şikâyet ediyordu bir başkası. Maliye bakanlığından “gelirlerinizi bildirin, verginizi ödeyin” mealinde bir tebligat aldığını söylüyordu bir yurttaş. Neyi bildirmesi gerektiğini bilmiyordu tabii ki. Bunlar arasında bir bağ var. Bu halk mı? Veya bu dört kişi bir halk ediyor mu bilmiyorum. Halk diye bir topluluk var mı ya da ne anlama geliyor emin değilim. 17. yy’den beri siyasi topluluklar yaratmaya çalışıyoruz: Millet, halk, sınıf, vs., vs. Mao, “karşınıza düşmanınızı alın. Ona karşı sizin yanınızda olanlar halktır” diye yazmıştı Teori ve Pratik’te. Düşman dediği “emperyalizm”di… Sadede gelirsek şimdi bu dört kişinin anayasa metnini düşündüğünü zannetmiyorum şahsen. Ama dördünün de anayasal kurucu olabileceğini ve bunun da anayasa değiştirmekle, anayasa metnini daha güzel hâle getirmekle alakalı olmadığını biliyorum. Gerçek bir kurucu yurttaşa ve bunu yaratan harekete ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.