Tayyip Erdoğan toplumsal meşruiyetini yitiren geçmiş muktedirlerin yolundan yürümeye azimli görünüyor. Bu muktedirler kendilerini adım adım tükenmeye sürükleyecek iki enstrümana, sandık ve zora sarılmaktan kendilerini alamadılar. Burjuva toplum sandık ve zor’un kuyumcu hassaslığıyla kurulan dengesi üzerinde durur. Denge sarsılınca, ne sandık, ne de zor işe yarar. Sarsılan dengeyi kurmaya çalışan muktedir işi eline yüzüne bulaştırır. Erdoğan’ın başına gelen de budur.
Türkiye modeli iflas etti
Her şey güllük gülistanlıktı. Avrasya’nın parlayan yıldızı Türkiye, ABD’nin başının dertte olduğu İslam alemine örnek olarak gösteriliyordu. Türkiye modeli tümünün yürüyeceği yol gibi görünüyordu. Arap Baharı taşları yerinden oynattı. Türkiye modeli değil, pıtrak gibi İslami fundamentalizm fışkırdı her yerden. Mısır, Libya, Suriye El Kaide çetelerinin av alanı oldu. Böylelikle Türkiye modeli çöpe atıldı, ABD ve AB Mısır’daki darbeden medet umar hale geldi. Sonuçta, komşularla sıfır sorun politikası iflas ederken, Türkiye İslam aleminde yalnızlığa sürüklendi. Değişen konjonktürün farkına varmayıp burnunun doğrultusunda ilerleme ısrarı ise, emperyalist merkezlerde Türkiye’nin itibarını yerle bir etti.
Bir de Rojava gerçeği var. Mehmet Baransu gibi bavulcu gazetecilerin, Emre Uslu gibi polis eskilerinin aklına uyup PKK’yi tepeleyeceğini sanan Erdoğan birden bire kucağında Özgür Rojava “Cumhuriyeti”ni buldu. Daha da beteri, ortaya çıkan fotoğraftı. YPG’nin savaştığı Nusra çetelerinin destekçisi AKP’ydi. Bu fotoğrafla birlikte emperyalist merkezler Tayyip Erdoğan’a faturayı kesti. Artık Erdoğan bordadan atılacak safraydı.
Uluslararası arenada yalnızlaştığının farkında olan Erdoğan ve AKP hükümeti, bir yandan Ermeni ve Kıbrıs sorununda yaptığı çıkışlarda olduğu gibi tecriti kırmak için girişimlerde bulunurken, diğer yandan küresel güç dengelerindeki kaymalardan istifade etme kurnazlığına yelteniyor. Türkiye ABD-AB ekseninden koparak, uluslararası güç dengelerinde başka bir kampın unsuru olabilir mi? Uluslararası kapitalist hiyerarşideki yeri, iktisadi, siyasi ve askeri ilişkileri nedeniyle Türkiye’nin böyle bir yönelime girmesi neredeyse imkansızdır. Yine de Erdoğan bu tehdidi savurmaktan geri kalmamaktadır.
Ya iç bilanço? Gezi ayaklanması Erdoğan’ın façasını çizdi. 17 ve 25 Aralık’ta ortaya saçılan pislik AKP hükümetinin tepeden tırnağa bir yolsuzluk çetesi olduğunu kanıtlamakla kalmadı, AKP’nin operasyonel enstrümanı olan Fethullah Cemaati ile kıran kırana bir savaşa tutuşmasına yol açtı.
Saflaştırma siyaseti
30 Mart seçimleri öncesinde Erdoğan her yönden ateş altındaydı. En iyi bildiği işi yapmaya soyundu. Anayasa Referandumu’nda yapmış, becermişti. Gezi ertesinde yapmış, becermişti. Bir kez daha aynı yola girmekten çekinmedi. Toplumu “ya Fethullah’tan yanasın, ya karşısın” ikilemine sürükledi. Bu kez de becerdi mi? Kısmen… Önceki seçimlere göre yaklaşık yüzde 6,5’lık bir oy kaybı yaşasa da seçimlerden birinci parti olarak çıkmayı becerdi.
Yüzde 43,5 oyun AKP’nin toplumsal meşruiyetini yeniden tesis etmesine imkan vereceğini, Erdoğan’a soluk aldıracağını düşünenler yanıldılar. AKP daha yüksek oy almış olsa da sonuç değişmeyecekti. Daha az oy almış olsa da. Ayağı kaydığında, iktidardan indiğinde tekme tokat Yüce Divan’ı boylayacak olan Erdoğan birkaç yıl önce olduğu gibi bir toplumsal meşruiyet zemini sağlayamayacağının farkında. Ona bu gerçek yol gösteriyor. İktidarda tutunabilmesi için tek bir çıkış yolu var. Şiddeti gittikçe tırmandırmak, toplumu yapay sorunlar etrafında saflaştırmak ve bu yoldan yürüyerek başında kendisinin bulunduğu otoriter rejimi pekiştirmek. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Erdoğan için anlamı bundan ibaret. Başardı başardı, başaramadı mı tepe taklak aşağıya yuvarlanacak.
Bu yüzden Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar toplumu yapay ikilemlerle saflaştırma siyasetini sürdüreceğini, seçim yaklaştıkça buna daha da hız vereceğini söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanı seçilirse elde ettiği güçle daha otoriter bir rejim inşa etmek için elinden geleni ardına koymayacak.
Erdoğan bu tarzı siyaseti sürdüreceğini iki aylık uygulamalarıyla gösterdi. 1 Mayıs ve Gezi Ayaklanması’nın birinci yılında yapılmaya çalışılan gösterilere karşı takınılan tutum bunu kanıtlıyor. Erdoğan’a itidal tavsiye etmenin hiçbir anlamı yok. Düdüklü tencerenin kapağını açıp toplumsal tepkileri dindirme gibi bir derdi yok Erdoğan’ın. Olması da mümkün değil.
Ancak otoriterleşmeye hız vererek, toplumu yapay sorunlar etrafında keskin saflaşmalara sürükleyerek iktidar ömrünü uzatabileceğini biliyor. AKP’nin konsolide edilmesi, AKP saflarından çıkan çatlak seslerin bastırılabilmesi de böyle mümkün oluyor.
AKP kısa vadede alaşağı edilemez
Konjonktür partisi olsa da AKP klasik burjuva partilerinden farklıdır. Türkiye’nin kırlarının boşaldığı ‘80’lerle birlikte kente taşınan muhafazakarlık zemini üzerinde toplumsal taban bulan siyasal İslam, oluşturduğu iktisadi, sosyal ve kültürel dayanışma ağlarıyla
birlikte toplumun derinliklerine kök saldı ve 2002’den itibaren siyasal iktidarda olmasının verdiği avantajlarla Türkiye siyasetinde merkezi bir pozisyon edindi.
Son seçimlerde yüzde 45’ler civarında oy alan siyasal İslam’a geniş yığınların verdiği desteği algı operasyonlarıyla, parlak seçim taktikleriyle hızlı bir biçimde geriletmek, onu iktidardan alaşağı etmek mümkün değil. Siyasal İslam ancak sistemli, kararlı, halk tabanında yürütülecek uzun erimli çalışmalarla adım adım geriletilebilir. Bu gerçeği bilen ve kısa vadede oyunun yüzde 35’in altına düşmeyeceğinin farkında olan Tayyip Erdoğan, iktisadi, sosyal ve kültürel dayanışma ağlarıyla kenetlenmiş tabanını keskin bir saflaştırma siyaseti ile elinde tutabileceğini biliyor ve bütün stratejisini buna göre düzenliyor.
AKP’nin zorlukları
Bu strateji kısa vadede sonuç verecek gibi görünüyor. Lakin AKP’nin önünde bir dizi zorluk var. Gezi Ayaklanması, 17 ve 25 Aralık operasyonları, Soma Katliamı AKP’nin ideolojik hegemonyasını yitirmesinde önemli kilometre taşları olmuştur. Gezi ayaklanması gerçekten de bir milattı. Erdoğan ipleri ilk kez elinden kaçırmış, yaşadığı kısa bir şaşkınlık döneminin ardından Gezi’ye karşı saldırıya geçmiştir. Erdoğan’ın saldırısının temel nedeni otoriter eğilimlerinden daha çok “Yeni Türkiye’yi AKP’nin temsil ettiği” iddiasını yerle bir etmesi, Türkiye’nin geleceğine yön verecek dinamizmin mayalandığı zemini oluşturmasıydı. Gezi’den sonra AKP’nin geleceği, “Yeni Türkiye”yi” temsil ettiği iddiasının hiçbir inandırıcılığı kalmamış, AKP’den hala medet ummaya devam eden liberaller de AKP’den umudu kesmiştir. Daha da önemlisi, Erdoğan’ın Gezi’ye karşı takınmış olduğu vahşi tavrın yarattığı sonuçlardır.
Binlerce yaralı, onlarca kör ve 8 ölü yurttaş… Yeni Türkiye iddiasıyla yola çıkanların Yeni Türkiye’ye reva gördükleri muamele budur. Bu gerçek geniş yığınların kafasına sağlamca kazınmış ve kitle gösterilerinde ifadesini bulmuştur: “Katil Erdoğan!” Erdoğan için sonun başlangıcıdır Gezi ayaklanması. Önümüzdeki yıllarda Gezi ayaklanması kerteriz noktası olacak, Gezi’de ortaya çıkan dinamizmi kavrayamayan, ona ayak uydurma beceresini gösteremeyen siyasal hareketler adım adım marja sürüklenecektir.
Bu sosyalist hareketimiz için de geçerlidir. 43,5 oy almasında Erdoğan’ın “krizması”nın etkili olduğunun AKP kurmayları da farkında. Erdoğan tepe taklak olduğunda Yüce Divan’ın kapısına dizilecekleri için çaresizler. Kaptanın gemiyi belirsiz denizlere sürüklemesini elleri böğürlerinde izlemekten başka şansları yok. Bu açmaz yüzünden Erdoğan’ın gafletlerini sineye çekmek zorunda kalıyorlar. Lakin Erdoğan’ın kellesini verip kendi kellelerini kurtarabileceklerini gördükleri gün ihanetten bir adım geri durmayacaklardır.
17 ve 25 Aralık operasyonları AKP’nin “hizmet” retoriğinin, AKP zenginlerinin arsızca doldurdukları küplerinin üzerine örtülen bir şal olduğunu bütün açıklığıyla gösterdi. Partilerinin adının yanlış anılmasına serzenişte bulunan, her seferinde, “A”, “K”, “P” değil, AK Parti diye yırtınarak “AK” sıfatını beleşten sahiplenmeye çalışanların nasıl bir hırsızlık çetesi oluşturduğu, “AK” değil düpedüz “kapkara” oldukları bir güzel açığa çıktı. Meydanlar bu gerçeği hemen dillendirdiler: “Hırsız Erdoğan!” AKP’ye oy veren seçmenlerin bile “bal tutan parmağını yalar” demeleri bunun çarpıcı göstergelerinden biri.
Soma Katliamı bütün bunların üzerine bir de tüy dikmiştir. Boğaz tokluğuna çalışan maden işçisine bile hoşgörüsü yoktur Erdoğan’ın. Tokadı basmaktan imtina etmemektedir. Kimsesizlerin kimsesi olma devri geride kalmıştır. Şimdi zenginlerin, para babalarının has savunucusudur Erdoğan. Bu gerçek de meydanlarda yankısını bulmuştur. Hem de “delikanlı Başbakanı” aşil topuğundan vurarak: Fıtratında sorun vardır Başbakan’ın. Yani doğasında, karakterinde, tıynetinde…
Bir yılda bu kadar sıfata layık görülmek herkese nasip olmaz. AKP artık ideolojik hegemonyasını yitirmiştir. Uzun yıllar moral üstünlüğü elinde tutan siyasal İslam şimdi bütün kötülüklerin anası gibi görünmektedir. Bu eğilim artarak sürecektir. AKP’nin siyasal etki alanı da daralmıştır. Erdoğan’ın gündemi değiştirme doğrultusundaki hamleleri artık eskisi kadar karşılık bulmuyor. AKP belirlenmiş gündemi takip etmek zorunda kalıyor, Erdoğan’ın saldırgan diline rağmen savunma pozisyonunda kalmaya sürükleniyor. Bu eğilim de sürecektir.
AKP’nin 2002 Seçimleriyle birlikte oluşturduğu iktidar koalisyonu da dağılmıştır. Büyük sermaye önemli ölçüde desteğini çekmiş, liberal eğilimler büsbütün karşısına geçmiş, operasyonel kuvveti olan Fethullah Cemaati ile ilişkisi son bulmuştur. AKP’nin birkaç yıl öncesinin iktidar koalisyonunu yeniden tesis etmesi imkansızdır. Bu eğilim de sürecek, AKP adım adım içe doğru büzülecektir. Bu içe büzülmenin içerde sorunlara yol açması da muhtemeldir. Gül ile Erdoğan arasında alttan alta süren rekabet bunun işaretlerini vermektedir.
Kontrolsüz güç
İçte ve dışta neredeyse ağlayanının olmadığı bir duruma sürüklenen AKP gemisi batmaktan kurtulmak için kaptanına güvenmek zorunda. Kaptan ise kontrolden çıkmış vaziyette. Soma Kâtliamı karşısında ortaya koyduğu tutum bunu bütün açıklığıyla gösterdi. Yurttaşa tokat vurmaya yeltenen bir başbakan dünyanın neresinde görülmüştür? Danışmanlarının “Ne iyi ettin Padişahım” dediğini sanmıyoruz. Besbelli ki Erdoğan’ın öfkesi burnunda ve AKP içinden ya da dışından hiç kimsenin sesine kulak verme niyetinde değil. Şirazeden çıkmış böyle bir zatın Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasını aklı başında hiçbir burjuva tercih etmez. Uluslar arası sermaye çevrelerinin de Erdoğan derdinden kurtulmak için plan üstüne plan yaptıklarından kuşku yoktur. Lakin dengeler malum. AKP kısa vadede ikinci parti haline getirilip iktidardan alaşağı edilemez. Son seçimlerde AKP’nin yüzde
Yine demokrasi vaatleri
Yine aynı senaryonun belirtilerini görüyoruz. Ne zaman sandık ufukta görünse Erdoğan ve kurmayları demokrasiden, yeni demokrasi paketinden söz edip duruyor. Anayasa Referandumu öncesinde bu oltayı attılar. Yutan çok oldu. 2013 Newroz’undan beri oltayı kapsın diye Kürt hareketinin önünde sallayıp duruyor Erdoğan. Dert zaman kazanmak. Birkaç yıldır da zaman kazanıp duruyor. Ama her seçim ertesinde otoriterlik kökleşiyor, baskı sistematikleşiyor. Şartlar değişmediği taktirde deneyin aynı sonucu vereceğini bilmemek için şaşkın olmak gerekir. Bu kez de deney aynı sonucu verecektir. 2015 Seçimlerine kadar zaman kazanılacak, ardından demokrasi de, Kürt sorununda çözüm niyeti de rafa kaldırılacaktır. Türkiye’de insanların gözlerini gaz fişekleriyle çıkartıp, Soma’da ölen 301 işçiyi kadere havale eden zihniyetin Kürdistan’a demokrasi getirmesi mümkün değildir. Yapacağı sadece ve sadece kırıntılarla yetinilmesi için tevekkül beklemektir.
Vereceği alacağını karşılamaz
AKP de geriye doğru yürüyen Mehteran Taburu gibidir. Bir adım ileriye, iki adım geriye… Komutanı da tam bir Tahtakale esnafıdır. Vereceği asla alacağını karşılamaz. Cumhurbaşkanlığı ve 2015 Genel Seçimleri öncesinde Kürt hareketinden istediği rehavettir. Lakin alttan alta Kürt hareketini sıkıştırma manevrası yapmakta, çocukları dağa kaçırıldığı bahanesiyle aileleri kışkırtmaktan, kalekollar yapıp savaşa da hazırız numarası yapmaktan geri durmamaktadır. Bu atraksiyonların tek bir nedeni vardır. Vereceğini en aza indirmek, Kürt hareketinin kırıntılarla yetinmesinin gerekçesini oluşturmak. Böylelikle bir taşla iki kuş vuracak, hem az ile yetinilmesini sağlayacak, hem de zaman kazanacaktır. Şu gerçeğin artık görülmesi gerekir, AKP Kürt sorununun çözümüne pansuman bile olamaz.
Kürt hareketi ise ulusal ve uluslararası koşulların kendisi için olumlu bilanço verdiği düşüncesiyle 2013 Newroz’undan itibaren yeni bir stratejiye yönelmiştir. Çözüm sürecini devam ettirme iradesini sürdürmekte, AKP’nin hamlelerine karşı hamlelerle karşılık vermekte, sürecin ilerlemesinde inisiyatifi kendi elinde tutmaya çalışmaktadır.
Çözüm süreci
AKP çözüm sürecinden kendi iktidarını sürdürme doğrultusunda yararlanıyor mu? Yararlanıyor, bu doğrudur. Ancak bunun kadar doğru olan diğer husus, AKP başta olmak üzere, uzun yıllardır sürmekte olan savaşı şoven-milliyetçi tepkileri kaşıyarak Fırat’ın Batısında sınıf mücadelesinin yükselmesinin freni haline getirme başarısını gösteren güçlerin, Öcalan’ın 2013 Newroz’unda başlattığı stratejik atak karşısında çaresiz kalmış olduklarıdır. Bu atak Fırat’ın Batısıyla Doğusu arasında mücadele ortaklığının mayalanması için büyük olanaklar sunuyor. AKP başta olmak üzere her türlü egemen sınıf fraksiyonunun ölümüne korktuğu olasılık budur. Bu nedenle Kürt hareketi ile toplumsal muhalefetin diğer sektörler arasındaki ayrılık noktaları sürekli kaşınmakta, son olarak “dağa kaçırılan çocuklar” örneğinde gördüğümüz gibi Kürt hareketi sistematik bir biçimde itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Merkezi toplumsal muhalefet
Her türlü kafa karışıklığına bir an önce son vermek gerekir. AKP diktatörlüğünden de, sahte burjuva seçeneklerden de Türkiye halklarına bir hayır gelmez. Şimdi tam tatava yapma zamanıdır. Lakin bunun gerçek bir halk seçeneği haline gelebilmesi için muhalefetin parçalı yapısının bir an öne aşılması gerekir. Gezi ayaklanması, 1 Mayıs gösterileri, Soma katliamına karşı gösterilen tepkiler, Soma’da işçilerin son günlerde tanık olduğumuz adım adım güçlenen hak mücadelesi, Gezi ayaklanmasının yıl dönümünde polisin sıkıyönetimine rağmen sokağa taşan reaksiyon toplumsal muhalefetin mayalandığını gösteriyor.
Toplumsal huzursuzluk had safhadadır ancak muhalefetin merkezi bir koordinasyondan yoksun oluşu tepkilerin farklı kanallarda sönümlenmesiyle sonuçlanmakta, kalıcı kazanımlar elde edilememekte, bu da mücadeleye yeni ve dinamik güçlerin katılımını zayıflatmaktadır. Toplumsal muhalefetin, sosyalist hareketin, bütün demokrasi güçlerinin öncelikle kafa yorması gereken, muhalefetin merkezi bir koordinasyona kavuşması için çalışmaktır.
HDK-HDP bu işin gerçekleştirilmesi için inisiyatif almalıdır. Ancak bunun için bütün hak taleplerinin sözcüsü olduğunu, bunun için kararlı bir mücadele yürüttüğünü dosta düşmana göstermek zorundadır. Gezi Ayaklanması’nda ve son olarak Soma Katliamındaki gibi tutuk davranılarak bu role soyunulamaz. Böyle bir tutum güven verici olamaz.
Halk seçeneğinin inşaası
Fırat’ın Batısında gerçek bir halk seçeneğinin inşası gerçekleştirilmeden, bu halk seçeneği etkili bir siyasal kuvvet haline getirilmeden, AKP diktatörlüğünün ve sahte burjuva seçeneklerin karşısına güven verici üçüncü bir kuvvet dikilmeden Türkiye’nin demokratik sorunları da içinde olmak üzere hiçbir sorununda ilerleme kaydedilemez ve mayalanmakta olan toplumsal muhalefet siyasal bir hedefe yönlendirilemez.
Bu eksikliğin doğurduğu sonuç ortadadır. Toplumsal muhalefetin farklı parçaları, her kritik momentte AKP’nin ya da sahte burjuva seçeneklerinin yedeği olmaya, onların belirlediği gündemin takipçisi olmaya sürüklenmektedir. HDK/HDP bu rolün hakkını vermediği takdirde kırk katır ile kırk satır ikileminden kurtulmak mümkün değildir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine de bu perspektifle yaklaşılmalı, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri gerçek bir halk seçeneğinin inşası için bir manivela olarak ele alınmalıdır.
HDK/HDP’nin eksiklikleri açıklıkla eleştirilirken, bu zeminin titizlikle korunması gerekmektedir. AKP diktatörlüğü ile sahte burjuva seçeneklerine karşı üçüncü gücün inşası iki halkın mücadele birliği olmadan gerçekleştirilemez. Bu nedenle HDK/HDP bizim için böyle bir zeminin inşası için en önemli dayanak noktasıdır.
SYKP 1. Konferansı
SYKP bir yıl önce Haziran Ayaklanması günlerinde kuruldu. Geçtiğimiz bir yıllık süreç partinin tanınmasını mümkün kıldı. SYKP artık Türkiye sosyalist hareketinin etkili öznelerinden biridir. Ancak SYKP, yeniden yapılanma perspektifinin gereği olarak bununla yetinemez. Sosyalist hareketi yeniden yapılandırma görevini ihmal edemez. Haziran ayın sonunda gerçekleştirecek 1. Parti Konferansı yeniden yapılanma sorununun ele alındığı, bu doğrultuda kararların verildiği bir konferans olmalıdır. Türkiye sosyalist hareketinde sosyalist hareketi yeniden yapılandırma görevini layıkıyla yerine getirebilecek en önemli özne SYKP’dir. Sosyalist hareketimizin ulusalcı ve liberal eğilimleri dışındaki enternasyonalist sosyalist kuvvetleri yeniden yapılandırma hamlesini gerçekleştirme görevi öncelikle SYKP’ye düşmektedir.
Parti’nin 1. Konferansı bununla yetinemez. SYKP’nin 1. Konferansı aynı zamanda partinin örgütsel atılımının başlangıcı olmalı, Parti Konferansı bu doğrultuda kararlar almalıdır. Parti Konferansı önümüzdeki bir yılı örgütlenmemizin derinleştirilmesi ve kurumlaştırılması, partinin toplumsal etki alanının genişletilmesi ve işçi sınıfı içinde mevziler kazanılmasının başlangıç noktası olarak ele almalı ve Konferans bunun startının verildiği bir dönüm noktası olmalıdır.
SYKP’nin güçlendirilmesi ile sosyalist hareketin yeniden yapılandırılması görevleri birbirinden ayrılamaz. Yeniden yapılanmada sağlanan ilerleme partiyi güçlendirecek, partinin güçlendirilmesi yeniden yapılanmada daha ileri mevzilere ulaşmayı mümkün kılacaktır.