Zeki Tombak yazdı: “Barajın gövdesinde kılcal çatlaklar oluşmuştur. Rejim demokratik bir değişime ayak diredikçe çatlaklar genişlemeye devam edecektir.”
Bugünkü Avrupa’yı uluslararası göç ve mülteci akımları bakımından cazibe merkezi ve hedef yapan iyi yanların içinde, sınıf mücadelelerinin, eleştirel düşüncenin ve küresel savaşların yıkımından doğan barış mücadelelerinin payı büyüktür.
2. Dünya savaşı sona ererken, bütün Dünya’da, sadece Nazi ordularını yenen Sovyetler Birliği’nin değil; savaş yıllarında faşizme ve Nazizme karşı mücadelede çok büyük bedeller ödeyerek, efsanevi direnişler örgütlemiş Avrupa Komünist ve İşçi partilerinin saygınlığı da tartışmasız bir yükseliş halindeydi. Bu saygınlığın zayıflatılmasını ve mümkünse yok edilmesini amaçlayan Soğuk Savaş döneminin savaş kışkırtıcılığına karşı barış; baskı, sömürü, yasak ve zorbalıklarına karşı demokrasi, toplumsal ilerleme ve sosyalizm mücadeleleri, bütün olumsuzluklara rağmen bugünkü Avrupa değerlerinin başlıca kaynağı oldu.
Bu etki gücünü koruduğu ölçüde, Avrupa kurumları, Avrupa değerlerini, sadece Avrupa toplumları için değil, bütün halklar için ortak insanlık ve demokrasi değerleri olarak savunmaya çalıştı.
1980’lerin sonunda, SSCB’nin çözülmesiyle birlikte, Komünist ve işçi partilerinin gücü ve etkisi neredeyse dibe vurdu. Neoliberalizm dalgası, geçmişin militan ve kitlesel işçi sendikalarının etkisini zayıflattı. Ancak ağır bir etkisizlik döneminin ardından sosyalist hareket, bir yandan kendisini ideolojik planda yenilemeye yönelirken; çoğu ülkede ekoloji mücadeleleriyle, kadın hareketi, göç, mültecilik, LGBTİ+ ve insan hakları dinamikleriyle, yeni bir tarzda harmanlanarak eski kıtanın çehresini belirlemeye yeniden aday olmaya girişti. Bu dinamiğin etkisini zaman içinde AB ve AB kurumlarının pratiklerinde göreceğiz.
Ancak bugün AB, eski sömürgeci reflekslerle davranan; AB dışındaki halkların hayatında bizzat Avrupa sömürgeciliğinin ve Avrupalı emperyalistlerin yarattığı ve yaratmaya devam ettiği sonuçları görmezden gelebileceğini sanan elitist, ırkçı, ayrımcı bir ufuksuzluk ve kibirle yönetiliyor.
Bu ufuksuzluğun görmeyi reddettiklerinin başında ise sömürgeci ve yeni sömürgeci politikalara hedef olan ülkelerde; yıkıma uğrattıkları ekonomik, toplumsal ve doğal hayatın yerinden yurdundan ettiği insanların hayatta kalabilmek için yığınlar halinde Avrupa’ya yönelmesinin haklılığıdır. Tıpkı Türkiye’nin Suriye iç savaşında üstlendiği yıkıcı rolün dolaysız bir sonucu olarak, maruz kaldığı Suriye’li göçünde olduğu gibi.
Avrupa devletlerinin söz konusu ülkelerde oluşmasına yol açtıkları veya ayakta durmasını sağladıkları yoz, işbirlikçi ve zorba yönetimler yüzünden sürgün hayatı yaşamaya mecbur olan siyasi muhalifler, giderek yığınsallaşan göç hareketlerinin sadece bir bölümüdür
Rüşvet heyetinin oturma sorunu
Bu çapsızlığa esasen uzun süredir tanıklık ediyoruz. Ancak Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in, 6 Nisan’da (2021) Ankara’da, Erdoğan’la yaptıkları 2 saat 45 dakikalık görüşme ve sonrası, bu çapsızlığın ve ufuksuzluğun yeni bir sergilenişi oldu.
Bütün AB, kurumlarıyla, medyasıyla buluşma anındaki protokol krizine odaklandı: Charles Michel’in Erdoğan’ın yanındaki koltuğa kabalıkla çökmesi ve ayakta kalan Ursula von der Leyen’in bir süre bekledikten sonra biraz uzaktaki kanepeye oturmak zorunda kalması, kimin kusuruydu?
AB heyetinin Ankara ziyaretinden akılda kalan tek şey oturma sorunu oldu.
Görüşmenin sonunda, görüşmeden önce herkesin zaten bildiği öneriler üzerindeki mutabakat açıklandı.
– AB Türkiye’nin son zamanlarda Yunanistan’la “istikşafi görüşmelere dönmesini” ve Doğu Akdeniz’de attığı “sağduyulu adımları” takdirle karşılamaktadır.
– Türkiye doğal gaz arama platformlarını limanlara çekerek, geriye doğru attığı adımlarını, AB üyesi Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilgili sorunları da çözecek şekilde sürdürürse; yani Kıbrıs Cumhuriyetini tanırsa Gümrük Birliği anlaşmasını güncelleyebiliriz.
– Ve asıl, Türkiye Suriye’li, Iraklı, Afrikalı, Afganistanlı mültecilerin Avrupa’ya göçünü önlemeye devam ederse, AB Türkiye’ye para yardımı yapacaktır.
Erdoğan’ın, Kıbrıs’ın Kuzeyinde, kamu kurumları dışında, özel kişi ve kurumlar tarafından Kur’an ve Hafızlık Kursu gibi dini hizmetlerin verilmesini anayasaya aykırı bulan Anayasa Mahkemesi kararı hakkında yaptığı konuşmayı duyduklarında, AB yönetimi rahatlamıştır: Türkiye ile Gümrük Birliği Anlaşmasını güncellemenin şartları yoktur. Çünkü Erdoğan bu konuşmasında, uluslararası toplumdan hiç kimse tanımamış olsa da, Türkiye Cumhuriyeti’nin var olduğunu ısrarla iddia ettiği KKTC diye bir devletin gerçekte hiç var olmadığını büyük bir açıklıkla ifade etti. Erdoğan konuşmasında, Kıbrıs’ın kuzeyinin bir işgal bölgesi olduğunu, Türkiye tarafından fiilen ilhak edilmiş bulunduğunu ve Türkiye’de uygulamalar nasılsa, Kıbrıs’ın kuzeyinde de, Türkiye’nin egemenliği altındaki bir bölge olarak, öyle olacağını; olmazsa “gerekenin yapılacağı”nı, bütün dünyanın anlayacağı bir dille ifade etti.
Bu konuşmadan sonra, Nisan sonunda, Kıbrıs müzakereleri için Cenevre’de kim, neden toplanacak ve orada neyi konuşacaktır?
Esasen 23 Ekim 2020’de Mustafa Akıncı’nın tehdit dahil her yöntemle engellendiği bir seçim süreci, Kıbrıs’ta “iki devletli çözüm” şeklindeki AKP-MHP tezini savunarak, Türkiye’nin açık desteğiyle kampanyasını sürdüren Ersin Tatar’ın seçilmesiyle sonuçlandı. Erdoğan seçim sonrası Kıbrıs’ı ziyaret etti. Bu ziyarette, adeta Kıbrıs Genel Valisi gibi faaliyette bulunan yardımcısı Fuat Oktay ile birlikte kapalı Maraş bölgesini gezdi ve bu bölgede bir “TOKİ Harekatı” yapacaklarını ilan etti. Ersin Tatar’a bir “saray” inşa etmeyi vaat etti.
Dolayısıyla zaten gizli saklı bir Kıbrıs politikası yoktu.
Dolayısıyla AB heyetinin gerçekten de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınacağı ve bunun üzerine Gümrük Birliği’nin güncelleneceği şeklinde bir beklentisi hiç olmamıştı.
Özetle, ziyaretin yegane hedefi, mülteci göçünün önlenmesi ve karşılığında Erdoğan rejimine ödeme yapılmasıydı.
AB heyeti Erdoğan’a geçmişteki AB ziyaretlerinde dile getirilen basın ve ifade özgürlüklerinin kısıtlanması, HDP’nin kapatılması davası, seçilmişlere karşı yaygın kayyım uygulamaları, insan hakları ihlalleri, hukuksuz olarak cezaevlerinde yatan siyasi tutsaklar, muhaliflere yönelik şiddet ve sistematik anti demokratik uygulamalar, İstanbul Sözleşmesinin iptali ve bu iptal kararının artışına yol açtığı kadınlara yönelik şiddet, LGBTİ+’ların bizzat iktidar tarafından hedef gösterilmesi ve bunların AB kurumlarında yarattığı derin endişe vb. üzerine tek kelime etmemiştir.
Nitekim ziyaretten bir hafta sonra, İtalya Başbakanı Draghi, basının sorduğu bir soru üzerine, bugünkü Avrupalı siyasetçilerin bakış açısının son derece net biçimde ortaya koydu: “Erdoğan bir diktatör. Ama onunla iş yapmak zorundayız.” Bütün Avrupalı liderlerin Draghi ile hemfikir olduğu kesindir. Ve bu bakış açısının zavallılığı üzerine düşünmek için, bu hafta ortaya çıkan, GRİ PASAPORTLU KAÇAKLAR vakaları çok aydınlatıcı bir görüntü ortaya koydu:
Baraj gövdesinde çatlak
AB yönetiminin korktuğu mülteci sorunu, Türkiye’de bulunan, gerçek sayısını kimsenin bilmediği; ama BM’ye göre 4 milyona yakını Suriyeli olmak üzere, Afganlar, İranlı ve Afrikalılar, Uygur, Türkmenistan, Özbekistan vatandaşları, toplam 6 milyondan fazla insanın oluşturduğu endişedir. Bu insanların ezici çoğunluğunun resmi bir statüsü yoktur. “Geçici Korunma” bir statü değildir. Türkiye’deki Suriyelilerin küçük bir bölümüne vatandaşlık verildiği ve bunların bazılarının İŞİD üyesi çıktığı bilgisini, Nisan ayı başında medyada haber olması üzerine öğrendik. Ancak vatandaşlığa kabulde cihatçı-selefilerin ve yakınlarının tercih ediliyor olabileceğini tahmin etmek güç değildir.
Sığınmacıların ezici çoğunluğunun her türlü güvenceden yoksun olarak, çok zor ve insanlık dışı şartlarda yaşamını sürdürmeye çalıştığı, ayrımcılığa uğradığı ve zaman zaman ırkçı saldırıların hedefi olduğu gerçeğinin de altını çizmek gerekir.
Erdoğan geçtiğimiz yıl, pandemi koşullarında, tamamen devlet organizasyonuyla on binlerce göçmeni Yunanistan sınırına yığarak; Ayvalık ve Dikili gibi ilçelerin sahillerini, insan kaçakçılarının aleni faaliyet alanı haline getirmelerini teşvik ederek Avrupa Birliği’ne ağır bir gözdağı verdi.
AB yönetiminin karabasan zannettiği, bu 6-7 milyon insanın Türkiye’den ve bir kısım Afrikalı’nın da Libya ve Akdeniz üzerinden AB sınırlarına dayanmasıdır.
Ancak AB’nin görmek istemediği asıl tsunami tehlikesinin, bizzat Türkiye’den yükseldiğidir.
Hatırlanacağı gibi, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında sol ve Kürt muhalif kesimlerden pek çok insan, maruz kaldıkları devlet teröründen kaçarak AB ülkelerine, özellikle Almanya, Fransa ve İsveç‘e iltica etmişlerdi.
Benzer şekilde, 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe teşebbüsü sonrasında Gülen Cemaatine ve darbe teşebbüsü bahane edilerek gene Kürtlere ve sol muhaliflere yönelen baskı, şiddet ve dışlama, sayısı 2 milyonu aşan, önemli bir göç dalgası yarattı. Yurt dışına yerleşmeye çalışanlar Avrupa’ya, ABD ve Kanada’ya yöneldi. 15 Temmuz sonrası ülkeye hakim olan tek adam rejiminin yarattığı atmosfer içinde, üniversitelerden ve kamudan tasfiye edilen veya sahip olduğu vasıflara rağmen Türkiye’de iş bulamayan çok sayıda üniversite mezunu, dil bilen insan Batı’ya göç etti. Batılı kurumlar yüksek vasıflı, uyum yeteneği yüksek mültecilere kapılarını açık tuttu. Daha az sorun yaşamalarına yardımcı oldu.
Bugün, önümüzde darbe dönemlerinden çok daha ağır bir tablo var. Türkiye her alanda çok kötü yönetiliyor. Ekonomik kriz tam bir çöküşün eşiğinde. Yatırım yok. Yabancı yatırımcı ülkeyi çoktan terk etti. Ülkenin her tarafında kitlesel işsizlik, yoksulluk ve açlık yaşanıyor.
İktidar Covid-19 pandemisinin toplum sağlığına yönelik nasıl ağır bir tehdit olduğunu anlamadı ve Ayasofya’da toplu namazlar, “lebaleb kongreler”, kalabalık cenaze namazları vb şuursuzluğunun yanı sıra aşı temin etmekte beceriksizlik ve açıkça isteksizlik, doğrudan gelir sağlamaktan kaçınmak için tam kapanma fikrine direnme ve benzeri yaklaşımlar; iktidarın toplumu kaderine terk ettiğini gösteriyor.
İktidarın elinde tuttuğu devlet şiddetine dayanarak muhalefete siyaset yapmayı filen yasaklamasının yeni örneklerine her gün tanık oluyoruz. TBMM’nin etkisinin neredeyse sıfırlanmış olması, her türlü denetim yetkisinin sona erdirilmesi; demokrasi dışı bir rejimin adım adım inşa edildiğini ortaya koyuyor. “Mühürsüz oyların” yasanın açık hükmüne aykırı olarak geçerli sayılması, seçim hileleri, “atı alan Üsküdar’a geçti” oldu bittisi, 31 Mart yerel seçimlerinde İstanbul’da seçimin iptali, HDP’nin kazandığı yerel yönetimlere yeniden ve yeniden kayyım atanması ve HDP’ye kapatma davası açılması gibi yoğun demokrasi dışı uygulamalar, iktidarın demokratik usullerle el değiştireceğine dair geleneksel kabulleri derinden sarsıyor.
Halk yığınlarında AKP-MHP rejiminin, seçim kaybetmeyi ve iktidarı kazananlara devretmeyi göze almaktansa, ülkeyi Suriyeleştirecek yol ve yöntemlere başvurabileceği düşüncesi hızla yaygınlaşıyor.
Türkiye’de krizden çıkış ve normalleşme umudu hızla tükenir ve Suriyeleşme endişesi yükselirken, ülkeden kaçma, kapağı yurt dışına atma düşüncesi, AKP seçmenlerinin zihninde bile yaygınlık kazanıyor. AKP’li bazı belediyelerin “Gri Pasaport” ile yaptığı insan kaçakçılığı sadece bir işaret fişeğidir. Barajın gövdesinde kılcal çatlaklar oluşmuştur. Rejim demokratik bir değişime ayak diredikçe çatlaklar genişlemeye devam edecektir.
Avrupa Türkiye’de rejimin uygulamalarına “onunla işi yapıyoruz” diye kibirli bir umursamazlıkla yaklaşacağına ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için bedel ödeyenleri görmezden geleceğine, demokratik değerler üzerinden eleştiri sorumluluğunu yerine getirmelidir.
Eğer yaklaşan felaket ihtimalini Türkiye toplumu önleyemezse, bu defa Avrupa’nın sınırlarına bir kaç milyon Suriyeli, Afrikalı ve Asyalı yoksul mülteci değil; on milyonlar, sırtlarında devasa trajedileriyle dayanacaktır.
Türkiye büyük ülkedir, baraj yıkılırsa her yeri sel götürür.