TUNCAY YILMAZ yazdı: “Gelişmeleri izleyen değil, gelişmelere müdahale eden, yön veren, yani politika yapan bir çizgi izleyeceksek yapmamız gereken dakika dakika doların, euronun kaç lira olduğunu izlemek değil, “Erdoğan İstifa” talebiyle sokakları, işyerlerini, dağı taşı doldurmak ve buna uygun örgütlenmeleri geliştirmektir.”
TUNCAY YILMAZ
Rakamların diliyle konuşmayacağım, o zaten kendini yeterince açık biçimde ifade ediyor. Doların, Euro’nun yükselişini, TL’nin önlenemeyen düşüşünü görmeyen, duymayan yok.
Bu tablonun sebebinin sadece Rahip Brunson’un tutuklanması olmadığı da ABD’ye giden heyetin hal-i pürmelaliyle geniş kitleler tarafından görülmeye başlanmış durumda. “Ver papazı al papazı” aklıyla ABD’ye giden heyet, heybesine daha büyük turplar koyarak arkasına bakmadan geri döndü. Elbette bu heyetin bileşiminden, gidiş tarzından (hiçbir ciddi randevu alınmadan) aslında kamuoyunu oyalamaya dönük bir organizasyon olduğu ortadaydı. Ama bu ara Erdoğan’ın kullandığı her silah misliyle güçlenerek geri kendine dönmekte. ABD ziyareti de aynen böyle oldu, piyasaları rahatlatmak için gittiler, daha da alevlendirerek döndüler.
Her ne kadar Erdoğan ve şürekâsı “yükselişimizi çekemiyorlar, bizi kıskanıyorlar, bize oyun oynuyorlar” mavralarıyla halkı oyalamaya çalışsa da yangın bizzat halkın paçasını sarmış durumda. “Onların doları varsa bizim da Allahımız var” demagojisi, etrafındaki üç beş şakşakçı dışında kimseyi rahatlatamıyor. Sadece Erdoğan’ın karşısında olanlar değil, daha bir ay önce ne pahasına olursa olsun Erdoğan’ı destekleyenler de en azından tereddüde düşmüş durumda. Erdoğan destekçilerinin beklentisi, seçimler kazanılacak ve iktidar musluğundan akan gürül gürül ranttan damla damla da olsa kendilerine düşmeye devam edeceği yönündeydi. Ama kazın ayağının öyle olmayacağı, sadece muhaliflerin değil, kendilerinin de bu yoksulluktan, işsizlikten, değersizleşmeden pay alacağı açığa çıkmaya, hissedilmeye başladı.
Bu durumun bir adım sonrası ödenemeyen maaşlar, kapanan fabrikalar, işletmeler, işten çıkartmalar, artan vergiler, tarlada kalan, beş para etmeyen mahsul, karşılanamayan giderler, kesilen iktidar desteği muslukları ve bütün bunlara eşlik eden küçük bir kesimin zenginleştikçe zenginleşmesi, semirdikçe semirmesi olacaktır.
Dövizin yükselişinden büyük sermaye sahipleri, AKP’ye yakın rant çevreleri kısa vadeli olarak büyük vurgun yapmış olsalar da onlar da bu durumun sürdürülemez olduğunu görüyor ve biliyorlar. Gelinen nokta “ucuz işgücü, düşük döviz kuru ve yüksek faizle yatırım/para çekme” eşiğini çoktan aşmış durumda. Türkiye piyasaları az çok öngörülebilir/yönetilebilir bir ekonomi olmaktan çıkıp hızla küresel piyasaların piranaları (insan yiyen balıklar) olan büyük fonların spekülasyon ve kumar masasına dönüşür durumda. Bu sahnenin bir sonraki perdesi batan geminin mallarının haraç mezat satışından başka bir şey olmayacaktır.
AKP’nin Tabanı
Bu tablo karşısında “kendiniz ettiniz kendiniz buldunuz/herkes ektiğini biçecek” yaklaşımı geliştirmek apolitikliğin, kendini hiçleştirmenin, iradesizliğin ve iddiasızlığın can yakan dışavurumudur. Bugüne kadar devrimcileri, demokratları desteklemeyen, ölümüne diktatöre/reisine bağlı kalan kitle, duruşunu sorgulama aşamasına geldiğinde onlarla alay etmek, onları “cezalandırmak” bu kitleyi yeniden ve daha da çaresiz olarak faşizmin kucağına itmekten başka hiçbir anlam taşımayacaktır. Kaldı ki ortaya çıkan tablodan sadece AKP’yi destekleyenler değil ülkenin bütün emekçileri ve ezilenleri payını almakta!
Tam da bu süreçte yapılması gereken kitlelerin faşist iktidarla bağını kopartmalarını, demokrasi güçlerine güvenlerini artırmayı sağlayacak politikalar geliştirmek, çıkışlar yapmaktır. Faşist blokla tabanı arasına bir kama sokulacaksa ve bu kitleyle etkileşime geçilmek isteniyorsa bundan daha uygun koşullar bulunamaz. Ve bu aşağılayarak, anlamsızca “cezalandırarak”, beter olun diyerek yapılamaz!
Erdoğan İstifa!
Bu çöküşün hesabını ilk olarak vermesi gereken, iktidarın parçalılığından, yetkinin dağınıklığından, devlette/yönetimde çok başlılıktan şikâyet ederek tek adam rejimini kuran Erdoğan değilse kimdir?
İki yıldır KHK’lerle, 24 Haziran’dan sonra C-KHK’lerle ülkenin politikalarını, yönetici kadroyu, bakanları vs. belirleyen kim?
Yargıdan yasamaya, eğitimden toplumsal yaşama her gün ayar veren kim?
Dış politikadan ülke gündemine, diplomasiden bürokrasiye her alana müdahale eden, belirleyen kim?
Daha da çoğaltılabilecek bu soruların hepsinin tek cevabının ERDOĞAN olduğunu söylemeyecek kaç kişi var bu ülkede? Elbette burada kastettiğimiz bütün bu gelişmelerin sınıfsal arka planları, devlet politikası/sınıfları uzamından bağımsız bir süper “kahraman/sorumlu” üzerinden açıklama basitliğinde değildir. Ancak adeta bir kördüğüm haline gelmiş bu süreci çözmeye başlayacaksak, çözülmesi gereken ilk düğüm ERDOĞAN’dır!
Gelişmeleri izleyen değil, gelişmelere müdahale eden, yön veren, yani politika yapan bir çizgi izleyeceksek yapmamız gereken dakika dakika doların, euronun kaç lira olduğunu izlemek, ABD’nin bir sonraki adımının ne olacağını beklemek değil, “Erdoğan İstifa” talebiyle sokakları, işyerlerini, ekranları, sosyal medyayı, duvarları, gazete sayfalarını, dağı taşı doldurmak ve buna uygun örgütlenmeleri geliştirmektir.
En pasifinden en aktifine, en küçüğünden en büyüğüne bu taleple gerçekleştirilecek her eylem, atılacak her adım dönemin devrimci eylemi olacaktır. Devrimci, demokratik siyaset yürütme iddiasında olanların önündeki somut politika bu olmak zorunda.
Sürece bu cüretle müdahaleyi önüne koyanlar elbette bu tepkileri örgütleyecek yerel/genel araçları (platformlar, meclisler, inisiyatifler, girişimler) yaratmayı da başaracaktır, başarmalıdır!