HAKAN KOÇAK Siyaset dergisi için yazdı: “Devletin şirketleştiği ve şirketlerin devletleştiği bir dönemde Türkiye’de sınıf mücadelesi zorun öne çıktığı, sert bir çizgi içinde seyredecek. Sosyalistlerinse artık sınıf hareketine çok daha sistemli, güçlü ve etkili müdahale zamanı gelmiş durumda.”
HAKAN KOÇAK
Bir rejim inşa sürecindeyiz. Bu sürecin tam merkezinde de çalışma hakkının ağır biçimde ihlal edilmesine, ayrımcılığa dayalı pratikler ve hukuksal düzenlemeler yer alıyor. Daha amiyane bir dille “açlıkla terbiye etme”nin rejim inşasında önemli bir zor biçimi olarak uygulandığını söyleyebiliriz. Çalışma hakkı günümüzün derinleşmiş proleterleşme düzeyi, bir ücretliler toplumu olduğumuz gerçeği ve işsizliğin önlenemez yükselişi göz önünde tutulduğunda belirleyici bir hak niteliğinde. Bu haktan yoksun kalanlar ya da hakkın kullanımı konusunda engellerle karşılaşanların diğer temel haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilme koşulları da ortadan kalkıyor.
Çalışma hakkı güvencede olmayan bir emekçinin ifade özgürlüğünü, siyasal süreçlere katılma hakkını, seçmen olarak tutumunu, sendikal tercihini rahatlıkla kullanması ya da ortaya koyması zor ya da olanaksız. KHK’lar, açıkça kayırmacı mülakatla işe alım uygulamaları, güvenlik soruşturmaları, kamu idare(ci)lerine tanınan geniş işten çıkartma yetkisi, BİMER, CİMER vb. yaygın ihbar mekanizmaları, taşeron işçilerin kadroya geçirilme sürecindeki hak kaybettirici arşiv araştırmaları vb. mekanizmaların yanısıra toplum yararına çalışma programları, İŞKUR işleri olarak anılan geçici işçi kadroları vb. için giderek aleni biçimde devreye sokulan fiili AKP referansı zorunluluğu ortaya dehşet verici bir tablo koyuyor.
Günümüz Türkiye’sinde her türden kamusal istihdam parti-devlete mutlak uyum koşuluna bağlandığı gibi etnik, mezhepsel, politik temelde açık bir ayrımcılık artık işgücü piyasasında katmanlaşma oluşturacak bir boyuta erişmiş durumda. Kamu istihdamı ortadan kalkıyor, kamu görevlisi olarak istihdam edilenler aynı zamanda parti militanı, en azından destekçisi kimliği taşır hale geliyor. Uzun yıllar devlet memuru kavramı yerine kamu çalışanını koyma mücadelesi veren kamu çalışanı hareketinin oluşturduğu birikim eriyor. Devlet-parti bütünleşmesi son noktaya doğru giderken devlet artık yalnızca “kendinden yana olanları” istihdam etmek, diğerlerini belli bir vadede tümüyle kadrolarından “temizlemek”, kısa vadede ise uyumlandırmak istiyor.
"Krizin en belirgin göstergelerinden biri olan işsizliğin yaygınlaştığı bir dönemde kapitalizmin yarattığı sistemsel güvencesizliğin yanısıra Türkiye emekçileri için rejimsel bir güvencesizliğin de yaşanıyor olması kanımızca bu alanı sendikaların ve sol siyasetin en başta gelen gündemi, güç ve enerjilerini yoğunlaştıracakları nokta haline getirmeli."
Bu aynı zamanda derin bir yarılma demek. Hâlâ çok farklı statülerde de olsa geniş bir istihdam sağlayıcı olarak devlette çalışmak geniş kesimler için fiilen olanaksız hale gelirken parti-devlet kendi taraftarları için hele de kriz döneminde çok kritik bir nimet alanını elinde tutuyor. Betimlediğimiz bu sürecin sonuçlarının önümüzdeki dönemde daha görünür olacağını, işgücü piyasalarında yansımasını bulacağını düşünüyoruz. Kamuda istihdam edilemeyen geniş bir nitelikli emek kesiminin hizmet işkollarında yoğunlaşmasını izlerken; kamu çalışanı hareketinin de, iradi çabalara dayalı kısmi toparlanmalar yaşasa bile, OHAL’le derinleşen daralmasının devam edeceğini öngörebiliriz. Krizin en belirgin göstergelerinden biri olan işsizliğin yaygınlaştığı bir dönemde kapitalizmin yarattığı sistemsel güvencesizliğin yanısıra Türkiye emekçileri için rejimsel bir güvencesizliğin de yaşanıyor olması kanımızca bu alanı sendikaların ve sol siyasetin en başta gelen gündemi, güç ve enerjilerini yoğunlaştıracakları nokta haline getirmeli.
Eğitimli bir işgücü profili ortaya çıkıyor. Ağırlıkla hizmet işkollarında işçi-işsiz-öğrenci kategorileri arasındaki geçişkenlikler ve kesişimler gençlik meselesini yeniden bir başka bağlamda değerlendirmeyi gerektiriyor. Gençlik mücadelesi bu kez emekçi karakterli bir yeni proleter hareketi olarak gündemde.
Türkiye istihdam tablosu ikibinli yıllarda radikal değişimler gösterdi. İmalat sanayii istihdamı sabit kalırken, tarımdaki istihdam ve kendi hesabına çalışan nüfus eridi. Ücretliler toplumu profili netleşti. Ama aynı zamanda tarımsal bir toplumdan 1960 sonrası girilen sanayi toplumuna yönelim aşaması hızla atlanarak hizmetler toplumuna geçildi. Hizmet işkollarında ise gençlerin ve kadınların ağırlığı artıyor. Bu dikkatle değerlendirilmesi gereken bir durum. İşgücüne katılım oranı özellikle kentlerde artış kaydeden kadınların artık birçok hizmet işkolunda görünür hale gelmesi kadın hareketinin zeminini genişletip güçlendiriyor. Gençlerin yoğunluğu ise bir başka dinamik ile birlikte değerlendirilmeli. Üniversite sayısı olağanüstü bir hızla artıyor ve tabii mezun sayısı da. Eğitimli bir işgücü profili ortaya çıkıyor. Ağırlıkla hizmet işkollarında işçi-işsiz-öğrenci kategorileri arasındaki geçişkenlikler ve kesişimler gençlik meselesini yeniden bir başka bağlamda değerlendirmeyi gerektiriyor. Gençlik mücadelesi bu kez emekçi karakterli bir yeni proleter hareketi olarak gündemde. Kanımızca rejimin beyaz yakalı emekçilerin yanısıra bu kesimi de içerme dinamikleri görece sınırlı. Eğitimleri, beklentileri, sosyalleşme düzeyleri, kültürel tüketimleri vb. ile rejimin ideolojik hegemonyasını zorladıkları/zorlayacakları söylenebilir.
Emek Hareketi Üzerine
Bugün Türkiye emek hareketine dair göstergeler bir paradoksu ortaya koyuyor. Resmi verilerde sendikal örgütlülük artıyor, buna karşın eylemlilik (resmi grevler) azalıyor. Oysa gerçek bir örgütlülük artışı değil, hormonlu bir büyüme söz konusu. İşçi eylemliliği ise resmi rakamların çok ötesinde.
31 Ocak 2019’da yayımlanan bakanlık istatistiklerine göre sendikalı işçi sayısı 1 milyon 859 bine ve resmi sendikalaşma oranı da yüzde 13,86’ya yükseldi. Sendikalı işçi sayısı Temmuz 2018 dönemine göre 57 bin,Ocak 2018 dönemine göre ise 145 bin artmış oldu. Sendikalı işçi sayısı ve resmi sendikalaşma oranı son yıllarda düzenli olarak artıyor. Ocak 2013’te 1 milyon olan sendikalı işçi sayısı Ocak 2019’da yüzde 86’lık bir artışla 1 milyon 859 bine yükseldi.
1947’lerde CHP’nin kendi organları eliyle kurdurttuğu ve yönlendirdiği sendikalara benzer biçimde bugün parti-devletin kendi sendikaları daha doğrusu korporasyonları oluşuyor. Zorunlu katılıma ve temsile dayalı korporatif bir yapıya doğru evriliyor. Türk-İş içindeki geleneksel muhalif kanat ise büyük ölçüde etkisizleşmiş durumda.
Ama bu artışa yakından bakınca rejimin çalışma ilişkileri alanındaki dinamiklerini görmek mümkün. Bu artışın içinde rejimin has sendikal örgütü olan Hak-İş’in payı büyük ve sendikalaşanların çoğu da kamudaki taşeron işçileri. Son 6 yılda sendikalaşan 857 bin işçinin 517 bini Hak-İş’e, 265 bini Türk-İş’e ve 71 bini DİSK’e üye olmuş. Hak-İş üye sayısını 166 binden 517 bine çıkarmış. Hak-İş’in sendikalı işçiler içindeki temsil oranı yüzde 17’den yüzde 37’ye yükselirken, Türk-İş’inki yüzde 71’den yüzde 52’ye gerilemiş, DİSK’in ise yüzde 9-10 düzeyinde kalmış. Sendikalaşmanın taşeron işçilerde yoğunlaşması ve Hak-İş’e yönelmesinin belirgin bir örneği tek başına Hak-İş üyesi Hizmet-İş’in 2013’te 51 bin olan üye sayısının 315 bine yükselmiş olması. Daha önce kamu çalışanları alanında Memur-Sen aracılığıyla gerçekleştirilen şişirme şimdi Hak-İş aracılığıyla hayata geçiriliyor. Yani sendikalı olanlar gerçek anlamıyla sendikalı olmuyor. Mevcut merkez yönetimi rejime tam biat etmiş olsa da Türk-İş barındırdığı farklı eğilimler ve sendikal oligarşilerin öznel çıkarları vb. nedenlerle Hak-İş kadar mutlak bir ideolojik ve örgütsel bağımlılığı gösteremediği için giderek kan kaybediyor ve Hak-İş yeni rejimin otoriter korporatist sendikal düzeninin belkemiğini oluşturmaya başlıyor. Bu, işçi hareketinin rejime içerilmesi süreci olarak okunmalı. 1947’lerde CHP’nin kendi organları eliyle kurdurttuğu ve yönlendirdiği sendikalara benzer biçimde bugün parti-devletin kendi sendikaları daha doğrusu korporasyonları oluşuyor. Zorunlu katılıma ve temsile dayalı korporatif bir yapıya doğru evriliyor. Türk-İş içindeki geleneksel muhalif kanat ise büyük ölçüde etkisizleşmiş durumda. “Muhalif” sendikalar bile dikkat çekmeden muhalefet yapmaya çalışıyor. Dolayısıyla nereden baksanız şişen sendika üyeliği rakamları işçi sınıfının artan kapasitesine işaret etmiyor.
Diğer taraftan resmi istatistiklere göre işçi sınıfı neredeyse grevi unutmuş durumda. AKP döneminde hemen tüm büyük çaplı, etkili grevlerin ertelenmiş (fiilen yasaklanmış) olmasının yanısıra toplu sözleşme uyuşmazlıklarını greve götürme iradesi de oldukça zayıflamış durumda. Böyle bakınca işçi sınıfımız bir eylemsizlik sürecine girmiş görünebilir. Oysa gerçek durum bu değil. Emek Çalışmaları Topluluğu’nun (EÇT) derleyip raporladığı işçi eylemleri tablosu hayli inatçı ve dinamik bir emek hareketinin varlığına işaret ediyor. Raporlarda 2017’de 600 kadar vakayla ilgili olarak 1.300’ü aşkın eyleme 77 bin civarında emekçinin katıldığı tespit ediliyor. Oysa aynı yıl için Çalışma Bakanlığı istatistiklerinde yasal grevlere katılan sayısı 3.700 kadar. Topluluğun 2016 raporu da bize OHAL döneminde bile işçi sınıfının eylemli hak arayışı iradesinin kırılmadığını gösteriyor.
Eric Olin Wright işçi sınıfının iki tür gücü olduğundan söz ediyor: örgütsel (en başta parti ve sendikaların sağladığı) ve yapısal (işçilerin ekonomik sistem içindeki yerinden kaynaklı) güç. Yapısal gücünü de piyasa pazarlık gücü ve işyeri pazarlık gücü olmak üzere iki grupta değerlendiriyor. Günümüzde işçi sınıfının piyasa pazarlık gücü hayli zayıflamış durumda. Sendikalaşma oranının yüzde 10’lar civarında dolaştığı, sendikalı olanların da çok daha az kısmının gerçek bir toplu sözleşmeden yararlanabildiği düşünülürse genel planda örgütsel pazarlık gücü de hayli zayıf durumda. Ama işyeri pazarlık gücünün tümüyle ortadan kalkmadığını gösteren birçok örnek yaşanıyor. Örneğin EÇT raporlarında da görüldüğü üzere son dönemde yoğun eylemleriyle öne çıkan inşaat işçileri birçok durumda işyeri pazarlık güçlerini (hızla bitirilmesi gereken inşaattaki faaliyetleri durdurup patronu zor durumda bırakarak) güçlü biçimde kullanabiliyorlar. Öte yandan makro ölçekte örgütsel güç gerilese de TÜMTİS’in son dönemde -kimi zaman uluslararası sendikal gücü de yanına alarak- kargo firmalarında gösterdiği örgütlenme başarıları, Birleşik Metal’in son MESS sözleşmesi sürecinde ortaya koyduğu etkili performans gibi örnekler daha küçük ölçekte örgütsel gücün küçümsenmemesi gereken bir öge olduğunu gösteriyor.
Sosyal medyanın yarattığı olanakları etkili biçimde kullanan, diğer direnişlerle hem sanal hem de fiziksel olarak bağlar kuran, yarattıkları enerji ile toplumsal muhalefet güçlerini de harekete geçiren kararlı direnişler kendi dillerini, gündemlerini, kahramanlarını yaratıyor.
Örgütsel gücün bir başka ayağı da şu anda Türkiye’nin her tarafına yayılmış bulunan direnişler. Her bir direniş rejim için daha da tehlikeli hale geliyor. İktidarın kültürel temelde kurmak istediği saflaşma resmini bozuyor. Flormar işçisi onlarca örtülü kadın işçinin direniş fotoğrafları iktidar tarafından başörtülü kadınları araçsallaştırarak geliştirilen mağduriyet söylemini geçersizleştiriyor. Direnişçiler içindeki çok sayıdaki iktidar seçmeni işçinin yaşadığı hızlı dönüşüm dikkat çekiyor. Direnişler rejimin baskıcı karakterinin sonucu olarak doğal bir politikleşme yaşıyor. Krizle birlikte sayıları artan ve daha da çok artacağı görülen direnişlerle emek hareketinin ana gövdesi, sendikal alanın resmi kamusal alanının ötesinde yeni bir kamusal alan oluşturuyor. Sosyal medyanın yarattığı olanakları etkili biçimde kullanan, diğer direnişlerle hem sanal hem de fiziksel olarak bağlar kuran, yarattıkları enerji ile toplumsal muhalefet güçlerini de harekete geçiren kararlı direnişler kendi dillerini, gündemlerini, kahramanlarını yaratıyor.
Günümüz emek direnişlerinin karakteristiklerinden biri, giderek artan biçimde sendikaya rağmen/sendikaya karşı ve sendikasız eylemlerin ortaya çıkması olarak görülebilir. Sınıf içinde görece güvenceli istihdam alanında olanlarla güvencesizler, direnenlerle uyumlananlar arasındaki yarılma bu durumun temel nedeni. Belli ki kısa vadede sendikalarda örgütlenerek bir şekilde görece güvenceli hale gelmiş işçilerin dinamizminden çok bunun için çabalayanların ve haklarından ve işlerinden mahrum bırakılanların radikalleşen mücadeleleri sınıf hareketinin asıl dinamiğini oluşturacak.
Sosyalist öznelerin emek hareketinin kapasitesini yükselten özverili performanslarını göz ardı ederek bir anlatı oluşturmak mümkün değil. Ama aynı zamanda sol içindeki aşırı bölünmüşlüğün yarattığı rekabetle tersinden bu kapasiteyi zayıflattığı durumlar da hiç az değil. Ortak bir emek cephesi için şimdi sağduyulu ve daha enerjik olma vakti…
Devletin şirketleştiği ve şirketlerin devletleştiği bir dönemde Türkiye’de sınıf mücadelesi zorun öne çıktığı, sert bir çizgi içinde seyredecek. Geleneksel sendikal yapıların normal koşullar altında şekillenmiş yapıları ve kültürleriyle bu türden bir mücadeleyi vermeleri zor. Kimileri içeriden dönüşmek durumunda kalacak, kimileri zayıflayacak, kimileri tümüyle sarı sendika kimliğine bürünecek. Sınıf mücadelesi her zaman olduğu gibi sınıf örgütlerinin kendi içinde de cereyan edecek. Sosyalistlerinse artık sınıf hareketine çok daha sistemli, güçlü ve etkili müdahale zamanı gelmiş durumda. Sosyalist öznelerin emek hareketinin kapasitesini yükselten özverili performanslarını göz ardı ederek bir anlatı oluşturmak mümkün değil. Ama aynı zamanda sol içindeki aşırı bölünmüşlüğün yarattığı rekabetle tersinden bu kapasiteyi zayıflattığı durumlar da hiç az değil. Ortak bir emek cephesi için şimdi sağduyulu ve daha enerjik olma vakti…