Mustafa Durmuş yazdı: Ekonomide, darbe girişimi ve OHAL sonrası ortaya çıkan alarm verici gelişmeler sadece muhalifler tarafından dillendirilmiyor, Hükümet de dâhil olmak üzere diğer kesimlerden de artık ekonominin durumu ve uygulanan politikalarla ilgili yakınmalar giderek artmaya başladı.
Ekonomide, darbe girişimi ve OHAL sonrası ortaya çıkan alarm verici gelişmeler sadece muhalifler tarafından dillendirilmiyor, Hükümet de dâhil olmak üzere diğer kesimlerden de artık ekonominin durumu ve uygulanan politikalarla ilgili yakınmalar giderek artmaya başladı.
Liranın sadece haftalar içinde ABD doları karşısında % 15’i aşan ölçüde değer kaybetmesi ve hafta sonuna doğru kurun (Merkez Bankası’nın 0.50 puan faiz artırımına gitmesine rağmen) 3.47’ye kadar yükselmesi karşısında bu tepkilerin verilmesi normal bir durum olarak görülmeli.
Önce Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 21 Kasım’da, Twitter hesabından “döviz kurunun en az faiz, enflasyon ve ücretler kadar önemli olduğunu” duyurarak yükselen döviz kurundan duyduğu rahatsızlığını belirtti (http://www.cnnturk.com/ekonomi/turkiye/mehmet-simsek-doviz-kuru-faiz-enflasyon-ve-ucretler-kadar-onemli).
Üç gün sonra bu kez Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi açık ve net konuştu. Lira ve ekonominin geneli üzerinde yarattığı olumsuz etkilerden dolayı “ OHAL’in artık uzatılmasını istemediğini” açıkladı (http://www.sozcu.com.tr/2016/ekonomi/ekonomi-bakani-zeybekciden-ohal-aciklamasi-1526274/) . Zeybekçi dün de dolarizasyon tehlikesine dikkat çekerek, “kamu dâhil tüm ekonomide dolar cinsinden alış veriş ya da sözleşme yapılmasından vazgeçilmesinin gerekliliğinin” altını çizdi.
Kuşkusuz Hükümet cephesinin bu tepkileri hızlı bir oranda artan işsizlik, yoksulluk, enflasyon ya da giderek eksiye doğru giden büyüme hızından ziyade, asıl olarak doların kurundaki yükselişin neden olacağı ve “borç krizi” olarak da adlandırılabilecek olan finans alanında ortaya çıkabilecek bir krizle ilgili. Siyasal iktidar bu sıkıntılı alanlar konusunda, ya küresel ekonomik sorunları işaret ediyor ya da örneğin “işsizliğin bu ülkeye yakışmadığı” biçiminde açıklamalarla sorumluluğu kabul etmeyen bir yaklaşım sergiliyor.
Diğer yandan, özellikle bizim gibi yabancı kaynak açısından yapısal olarak dışa bağımlı olan ülkelerde ekonomik kriz öncelikle finans sektöründe ortaya çıkıyor ve bu kriz süreç içinde ekonominin diğer sektörlerini de sarmalına alıyor. Hele 2016 yılının ikinci çeyreğinden bu yana, hem sanayi üretimindeki gerileme, hem de yatırım ve büyüme hızındaki düşüş dikkate alındığında ortaya çıkacak bir borç krizi ve bunun ekonominin geri kalanı üzerinde yaratacağı yukarıda sıraladığımız etkiler çok daha büyük olacak.
Aşağıda bu tespitlerimizi doğrulayan iki çalışmanın bazı bulgularını paylaşıyoruz. Bunlardan biri liranın yaşadığı değer kaybının özel sektör firmaları üzerindeki etkileri, diğeri ise hane halkı borçlarının geldiği düzey ile ilgili. Yani “finansallaşma” olarak da literatürde tanımlanan bir olgu olan borç krizinin iki ayağından söz ediyoruz (devletin borçları bu gelişme içinde henüz önemsiz kalıyor).
(i) Deutche Bank’ın (DB) son Türkiye raporu (Market Research: Corporate Credit – TRY Cry – Impact on Turkish corporates, 24 November 2016 ) liranın değer kaybının döviz borçlusu Türk şirketlerini nasıl zora soktuğunu ortaya koyuyor. Zira, raporda belirtildiği gibi, Türkiye’de yerleşik şirketlerin döviz açık pozisyonu 207 milyar doları buluyor ve bu miktar borç ülke milli gelirinin % 29’una denk düşüyor.
DB belli başlı şirketleri ve bankaları duyarlılık testine tabi tutmuş. Böylece liranın örneğin % 10 değer kaybetmesi durumunun hem finans dışı, hem de finans sektöründeki etkilerini şöyle öngörüyor:
Telekom, hava ulaştırması, enerji ve içecek gibi finans dışı sektörlerde faaliyette bulunan 9 büyük şirketin toplam borçlarının ortalama % 82’si döviz cinsindeyken, aynı şirketlerin gelirlerinin sadece % 37’si döviz cinsinden elde ediliyor. Dolayısıyla da dolar ve avro gibi paralar karşısında liranın her değer kaybı bu şirketleri durdukları yerde zarara sokuyor.
Örnek olarak, Türk Telekom, Türkcell, Coca-Cola İçecek ve Anadolu Efes’in borçlarının % 79 – % 99’u döviz cinsinden iken, gelirlerinin sadece % 0- %,5’i döviz cinsinden. Dolayısıyla da liranın değer kaybına en fazla duyarlı olan ve bu bağlamda da en riskli konumdaki şirketler bu şirketler.
Bunlardan Türk Telekom’un içinde düştüğü borç temerrüdünü daha önce yazmıştık (http://siyasihaber3.org/en-buyuk-ozellestirmeden-buyuk-borc-temelludune). Şirket ana hissedarı 290 milyon dolarlık Eylül ayı borç taksidi ödemesini yapamamıştı. Bu şirketin borçlarının % 99’u, buna karşılık gelirlerinin sadece % 5’i döviz cinsinden. Döviz açık pozisyonu ise 12,7 milyar gibi yüksek bir düzeyde. Yani lira % 10 değer kaybettiğinde şirketin 1,3 milyar liralık kaybı oluyor. Bu şirketi “babalar gibi satmakla” övünen eski Maliye Bakanı Unakıtan mezarında rahat mıdır bilinmez, ama Türkiye’nin “en büyük ve en başarılı özelleştirmesi” olarak 2005 yılında takdim edilen bu özelleştirmenin toplum açısından mutlak bir zarara dönüşmekte olduğu belli.
Araştırmada Koç Holding ve Arçelik’in (keza Şişe Cam’ın) bu şirketler arasında göreli olarak en az riskli olarak çıkması bu grubun siyasal iktidarla ilgili aldığı tutumu da açıklar nitelikte. Zira borçlarının % 50-78’i döviz, gelirlerinin % 43-50’si döviz cinsinden. Arçelik’in döviz açığı değil, fazlası var. Öyle ki lira, dolar karşısında % 10 değer kaybettiğinde bu şirket kur yükselişinden bir anda 18 milyon lira kazanıyor. Grubun bankası Yapı Kredi de % 10’luk lira değer kaybı karşısında sermaye yeterliliği en az kayba uğrayan, dolayısıyla da tuzu kuru bankalar arasında yer alıyor. Ayrıca Grubun özellikle de savunma sanayinde kamudan aldığı yeni işler mevcut tutumunu açıklıyor. Yani bir zamanlar Marks’ın altını çizdiği gibi “nasıl yaşıyorsanız, nasıl kazanıyorsanız, ona uygun düşünüyor ve ona uygun davranıyorsunuz”.
Finans sektöründe incelenen 7 büyük bankanın, liranın % 10’luk bir değer kaybı durumunda sermaye yeterliliği 38 baz puan olmak üzere erozyona uğruyor. Ama bazı bankalar açısından bu kayıp daha fazla gözüküyor. Bunlar sırasıyla Garanti, İş Bank ve Akbank. Bunların sermaye yeterliliği 50-60 baz puan azalıyor. Kuşkusuz liranın değer kaybı sadece sermaye yeterlilik rasyosunu kötüleştirmiyor, aynı zamanda bu bankaların varlıklarını da eritiyor. Diğer yandan rapor bankaların genel olarak % 15 gibi bir güçlü kapitalizasyon oranına ve borçlarında sağlam garantilere sahip olmalarından dolayı yakın zamanda bir risk olmadığının da altını çiziyor.
(i) İkinci çalışma ise Hakan Özyıldız’ın hane halkı borçlarındaki hızlı yükselişle ilgili (http://www.hakanozyildiz.com/2016/11/dolar-trmanrken-hanelerin-borc-yaps.html). 26 milyondan fazla hanenin borçlu olduğunun altının çizildiği bu çalışmaya göre; hanelerin, AKP’nin iktidar olduğu 2003 yılında 13,4 milyar lira olan borçları bu yılın ilk çeyreğinde 441 milyar liraya yükseldi. Bu borçların % 38’i ihtiyaç kredisi; % 36’sı konut kredisi ve % 19’u kredi kartı borcu şeklinde. Bu borçların % 92’si bankalara yapılmış durumda.
Yani bankalar sadece büyük çapta kredi kullandırttıkları özel sektör firmalarının yüksek borç düzeyleri açısından değil, aynı zamanda bireysel kredilerde ulaşılan bu borç stoklarının yüksekliğinden ve artan işsizlik gibi nedenlerle ortaya çıkabilecek geri ödeme güçlüklerinden dolayı da risk altındalar.
Önümüzdeki 45 gün ekonominin gidişatı ile ilgili son derece önemli gelişmelere gebe. Aralık ortasında çok büyük ihtimalle Fed faiz oranını artıracak. Türkiye’nin AB üyeliği müzakere sürecinin dondurulmasına ilişkin olarak Avrupa Parlamento’sunun aldığı dondurma yönündeki tavsiye kararı AB’de oylanacak. Avrupa Merkez Bankası, parasal sıkılaştırmaya ilişkin kararını açıklayacak.
Bunlar hem kurun değerini hem de yabancı sermaye çıkışlarını doğrudan etkileyecek olan dışsal dinamiklerden sadece bazıları. Bunlara Orta Doğu’da olanları ve Türkiye’nin eksen kayması tartışmalarının yarattığı belirsizlikleri de eklemek gerekir.
Ancak içerde ortaya çıkacak politik gelişmeler en az dışarıdakiler kadar hatta daha önemli ölçüde ekonomik ve politik gidişat üzerinde etkili olacaktır. Yılsonu itibariyle iki haneli rakama çıkması muhtemel olan enflasyonun da getireceği yoksullaştırma etkisi göz önüne alındığında bu yıl sonu karara bağlanacak olan asgari ücret zammı çok önemli olacak. Bu yılki 300 liralık zammı şu ana kadar üstlenen devlet,giderek artan bütçe açığı nedeniyle, artık bunu karşılamak istemiyor. Bu durum en azından bir kısmı zor bir sürece giren işletme sahiplerinin işçiler açısından tatmin edici bir asgari ücret zammına karşı direneceğini ortaya koyuyor. Zaten şu ana kadarki açıklamalar da bu yönde. Bu durum işçi örgütlerinin en azından ekonomik hakları üzerinden muhalefeti yükseltmesine neden olacaktır.
Son olarak 16 Ocak tarihinde OHAL’in bir kez daha uzatılıp uzatılmayacağı ekonomik ve politik gidişat ile ilgili olarak belirleyici olacaktır. Liranın özellikle dolar karşısında en hızlı değer kaybettiği aşamanın OHAL sonrası aşama olduğu gerçeği göz önüne alındığında bunu tahmin etmek güç değil. Zira bazılarının “politik risk algısındaki artış”, bazılarının ise “politik krizin derinleşmesi” olarak nitelendirdiği OHAL süreci anahtar konumunu sürdürüyor.
Özcesi ekonomide normalleşmenin yolu siyasette normalleşmeden ve demokratikleşmeden geçiyor.