Mahir SAYIN yazdı – Kazanmak için kendi değerlerinden vazgeçmek düşmanın senin şahsında kazanmasıyla da sonuçlanabiliyor. Spartacus da kaybetmişti ama hala kurtuluşun sancağı olarak dalgalanmaya devam ediyor! Bazen da “galiptir bu yolda mağlup olanlar!” Onlar mağlup olurlar ama yere düşürmedikleri değerleri geleceğin zafer sancakları olurlar.
Tarihi sadece liderlere bağlı olarak açıklamaya çalışmak gelişimi tersinde görmek gibi bir şeydir. Kişinin kendine ait yetenekler yanında asıl o kişiye lider olma imkânını sunan içinde bulunduğu maddi ve manevi koşullardır. Bu koşulların oluşmadığı durumda herhangi bir kişinin iradesinin hayata şekil verebileceğini düşünmek esasında mucizelere inanmakla eş anlamlıdır. İnsanlar elbette ki, gerçeğin ufkunu aşan hayaller kurar, tasarımlar yaparlar ama bunların hayata geçebilmesi bu tasarımları yapan zihnin yeteneklerinden önce onun içinde bulunduğu toplam koşullara bağlıdır. Ancak bir olayın olmasına imkân sağlayan koşulların ortaya çıkmış olması da onun kaçınılmaz olarak olacağı anlamına da gelmez. Zira bir arada bulunan maddi ve manevi koşulların olmasına imkân tanıyacağı tek bir değişim doğrultusu yoktur. Kimilerini gerçekleşme ihtimali yok sayılabilecek kadar küçük olacak olsa bile, belki de bu doğrultuların sonsuz olduğu söylenebilir. Bu sonsuz ihtimalin içinden birinin öne çıkmasını sağlayan grubun ya da liderin o işin olmasının tek şartı gibi algılanması onların yapmış olduklarının gerçek niteliğinin kavranamaması anlamına gelir.
Devrimler ya da karşı devrimlerin genellikle onlara önderlik eden kişi ya da grupların işi olarak anlatılması yaygındır; Hitler Nazizmi, Mussolini faşizmi, Lenin’in Rus devrimi, Stalin’in diktatörlüğü gibi nitelemeler bir anlatım kolaylığından öteye taşındıklarında gerçek anlamlarını kaybeder ve tanrıların işleri katına yükselirler. Nasıl ki, tanrıların yaptıkları işler “koşulları var mı yok mu?” diye bakılmaksızın mutlak iradenin eseri olarak kabul ediliyorsa, liderlere de böyle atıflarda bulunmak onları mutlak irade sahibi kılmak anlamına gelir.
Esasında üzerinde durulduğunda, bunlar herkesin bildiği gerçeklerdir, denilebilir ama günlük hayat değerlendirilirken çoğunlukla bunlardan vaz geçilip koşulların neyi dayattığına bakılmaksızın liderlerin benimsedikleri tutumla gelişim/değişim açıklanır.
Peki bu durumda liderler, onların iradesi söz konusu olmaksızın var olan maddi ve manevi koşulların emrettiğini yerine getiren basit algoritma işlemcileri midirler? İnsan iradesinin şekillenmesinde rol oynayan milyonlarca faktörlerin hepsinin birden nasıl işlediği tam olarak bilinmese bile, insan zihninin var olan gerçekliği henüz ortada olmayan bir çerçeveye ulaştıracak bir yeteneğe sahip olduğu bilinmektedir. Lenin’in edebiyat eleştirmeni Pisarev’den yaptığı bir alıntı bu ilişkiyi ve Lenin kendisinin nasıl bir tutum içerisinde hayata yaklaştığını iyi anlatır:
““Daha ileri gidip, Marks’ın “insanlık çözebileceği görevleri önüne koyar ve partinin büyümesiyle birlikte büyüyen bu taktikler parti görevlerinin büyümesi sürecidir” dediğini bilerek “bir Marksistin hayal kurmaya hakkı var mıdır?” diye soruyorum.
“Bu inantçı düşüncenin kendisi sırtımdan aşağı soğuk bir duş gibi akıyor ve bana saklanacak bir yer arattırıyor. Ben de Pisarev’ın arkasına saklanacağım.”
“Pisarev, rüya ve gerçek arasındaki kopukluk hakkında, ‘kopukluk var, kopukluk var’ diye yazar. “Rüyalarım olayların doğal gidişatının önünde yürüyor olabilir ya da olayların gidişatının asla gitmeyeceği bir yönde uçuyor olabilir. Birinci halde, rüyalarımın hiçbir sakıncası yoktur; hatta emekçi insanların enerjisini destekliyor ve genişletiyor olabilir… Bu rüyalarda emeğin gücünü çarpıtacak ya da felç edecek hiç bir şey yoktur. Tam tersine eğer, insan bu türden rüya görme yeteneğinden tamamen yoksun olacak olsaydı, zaman zaman önden koşup ellerinin henüz şekil vermeye başladığı, bütün ve tamamlanmış bir tabloyu kafasında canlandıramayacak olsaydı o zaman sanat, bilim ve pratik çaba sahasında uzun ve zorlu işlere girişmek ve yapmak için insan soyunu teşvik edecek ne gibi bir dürtü olabileceğini ben hiç düşünemiyorum… Hayal eden kimse ciddi bir şekilde hayaline inanıyorsa, hayatı dikkatle gözlemliyor ve gözlemlerini hayali şeylerle karıştırmıyorsa ve genel olarak söylemek gerekirse, fantazilerini elde etmek için özenle uğraşıyorsa, o zaman hayallerle gerçek arasındaki kopukluğun hiçbir zararı olmaz. Eğer hayaller ile gerçek arasında herhangi bir bağ varsa, tüm hayat iyi gidiyor demektir.’
“Ne yazık ki, hareketimiz içinde bu çeşit hayal kurma pek azdır. Ve bunun en büyük sorumluları, ağır başlı görünüşleriyle ve ‘somuta’ ‘yakınlıklarıyla’ övünenler, yasal eleştiriciler ve yasadışı kuyrukçulardır. [1]”
İçinde bulunulan koşulların bir değişimin gerçekleşmesine izin vermesiyle o değişimin hangisinin olacağı konusunda karar verebilme seçeneği de insanın önünde bulunmaktadır. Lenin’den söz ettiğimiz için örneklerimizi de Rus devriminden vermenin amaca daha fazla hizmet edeceğini düşünerek, “eğer Lenin olmasaydı Rus devrimi olabilir miydi?” ve “Rus devrimi kendi başına Lenin’in eseri miydi?” diye soralım.
Bilindiği gibi 1917 yılında iki Rus devrimi vardı. Biri Şubat devrimi, diğeri de Ekim devrimi diye anılır. Birincisinde Lenin’in olayın gelişimine, tarihsel olarak devrim için gösterdiği çabaların ötesinde özel hiçbir etkisinin olmadığı bilinen bir gerçektir. O tarihten kısa bir süre önce yaptığı bir konuşmasında devrim beklentisi bile neredeyse bir nesil öteye itilmiş gibidir. Ama Şubat devrimi olur; Kısacası Şubat devrimi Lenin’in hiçbir müdahalesine tabi değildir. Aynı soruyu Ekim devrimi için sorduğumuzda ise aynı basitlik içinde yanıt veremeyiz. Bu konuda müdahalesinin öylesine bir etkisi vardır ki, hemen hemen onun müdahalesi olmasaydı Ekim devrimi de olamazdı diyebiliriz.
Birçok kuvvetin birlikte işleyip bir denge tutturduğu durumda ek olarak gelen en küçük müdahale bu denge durumunu altüst edip bambaşka bir durumun ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu müdahalenin etkisinin büyüklüğü de dengenin ne kadar kararlı ya da kararsız olduğuna bağlıdır.
Eğer Lenin olmasaydı Ekim devriminin bildiğimiz biçimde olamayacağına kuşku yok, zira Lenin’in önerdiği müdahale biçimini ondan başka savunan kimse yoktu. Bir devrim için birçok maddi ve manevi koşulun bir araya gelmiş olması dolaysıyla yine de bir devrim olabileceği “belki” söylenebilir ama bunun kesinlikle bildiğimiz Ekim devrimi olmayacağını güvenle söyleyebiliriz. Meselenin “belki”si de eğer işler Lenin’in dediği gibi gelişmemiş olsaydı, Kerenski hükümeti duruma yeniden egemen olabilir ve Sovyet varlığını bitirebilir ya da kendisine bağlayabilirdi. Bu da Lenin’in Şubat devriminin ardından yaptığı “devrimin burjuvazi tarafından” demokratik görevlerini yerine getirmeden durdurulması anlamına gelecekti.
Lenin’in Rus ihtilâlinin iktidara yükselişi ve orada kalışında belirleyici olan üç temel müdahalesi vardır ve bu müdahaleler olmasa idi Ekim devriminin gerçekleşmesi ve proletarya iktidarının kurulması mümkün olamazdı diyebiliriz.
Birincisi Nisan tezleri ile yaptığı müdahaledir: Eski Bolşevikler demokratik devrimin tamamlanmadığını iddia ederek (bu iddia da yanlış değildi) demokratik devrimin tamamlanması koşuluyla Kerenski’ye destek vermekten yanaydı. Halbuki Lenin Şubat devriminin hemen ardından ortaya çıkan ikili iktidar durumuna bakarak daha sürgündeyken “Uzaktan Mektuplar”ında, “devrimin kesintiye uğramasının engellenmesinin tek yolunun iktidarın Sovyetler tarafından alınmasından geçtiğini” savunmaktaydı. Zira hayatın gerçekliği aynı coğrafyada egemen olmaya kalkışacak iki iktidara birden izin veremezdi. Biri diğerinin hakimiyetine son vermeli ki, diğeri yaşayabilsindi. Lenin’in bu tezi önce kabul görmedi ama olayların gelişimi onun haklılığını ortaya koydukça ve burjuvazinin Haziran saldırısının ardından (Kerenski’nin kendisinden yardım istediği) Kornilov ayaklanması da gelince onun dediğinden başka bir yol olmadığı herkes için berraklık kazandı.
Lenin’in ikinci can alıcı müdahalesi Tüm Rusya Sovyet Temsilcileri Meclisi (TRSTM) toplanmadan burjuvazinin müdahalesine olanak bırakmadan iktidarsız kılınması ve TRSTM’nin toplantısında bütün iktidarın Sovyetlere devrinin karara bağlamasıydı. Eğer böyle yapılmayıp da “demokratik” olsun diye, önce karar alıp sonra iktidar ilan etmeye kalkışmak dezavantajlı konumda iken bir savaşı kabullenip kaybetmek anlamına gelecekti.
Lenin’in üçüncü can alıcı müdahalesi iç savaşta zaferin kazanılmasıyla birlikte Yeni Ekonomi Politikayı (NEP) Partiye kabul ettirmesidir.
İç Savaş yıllarında hızlı bir kolektifleştirmeye gidilmiş ve bu da köylülükle olan çelişkilerin artmasına neden olmuştu. Herkes artık devrimin bu yol üzerinde ilerleyeceğini düşünürken, Lenin atılan adımların bekledikleri sonuçları vermediğini ve savaşı kazanmalarına rağmen köylülüğü büyük ölçüde kaybetmiş olduklarını görerek, artık iktidarda kalmanın bir azınlık egemenliğine tekabül edeceğini ve bunun da devlet yapısını şekillendireceğini, Devlet ve İhtilâl’de anlattığı devlet olmayan devlet yerine, çarlık bürokrasisini devralmış merkezi bir devlet oluşturmuş oldukları gerçeğinden hareketle, bir adım geri atılarak, her şeyin yeniden düzenlenmesinin kapısını açmayı denedi.
O dönemde hemen bütün komünistler, komünistlerin iktidarı alsalar bile sadece Rusya’yla sınırlı kalacak olan bir sosyalizmin emperyalist kuşatma ve saldırılar dolayısıyla istenildiği gibi ilerleyemeyeceğinde mutabıktı. Emperyalist zinciri Rusya işçi sınıfı en zayıf halkasından kırmıştı ama zincirin halkalarının yeniden birbirine bağlanmasının önüne geçilmesi ancak Avrupa devrimi, özellikle de İtalyan ve Alman devrimlerinin gerçekleşmesiyle mümkün olacaktı. Her iki ülke de işçi sınıfı sürekli bir isyan halinde iktidarın eşiğinde gidip gelmekteydi. Bunun için de Rus devrimcileri çok uzakta olmayan Avrupa devriminin geleceği umuduyla, yaptıkları hatalardan pek fazla da korkmadan, iktidarda kalma ve Avrupa devrimiyle birlikte bu hatalardan kurtulmanın imkânına kavuşmayı beklemekteydiler. Lenin’in ifadesiyle “biz başlayacağız, Almanlar tamamlayacaktı!”
Lenin NEP’e olan çok yönlü saldırılara rağmen, hasta yatağından bu tezini de köylülüğü yeniden kazanabilmek, çoğunluk haline gelebilmek ve Avrupa devrimi yardıma gelinceye kadar altından kalkılmaz hatalara sürüklenmemek için kabul ettirmeyi başardı. Ama NEP, aynı Brest-Litovsk Anlaşması’nın imzalanmasında olduğu gibi o kadar çok itiraza uğramıştı ki, Lenin’in ölümüyle birlikte NEP de onun yanına gömülmek için sırasını beklemeye başladı ve nihayet 1928’de, tek savunucusu olarak kalmış olan Buharin de Stalin karşısında direnemez hale gelince, yeniden başlayan zorla kolektifleştirme yeni bir işçi köylü çatışması ve azınlık iktidarının pekiştirilmesi sonucuna vardı.
İç savaşla birlikte oluşan ve yerel Sovyetlerin iktidarını ellerinden almaya imkan veren merkezi devlet aygıtı daha 1921’de Kronstadt’ı merkezi profesyonel ordu (Kızıl Ordu) gücüyle bastırarak yerel iktidarların nasıl ortadan kaldırılabileceğinin örneğini vermişti. Eğer Lenin’in beklediği gibi NEP sayesinde köylülük yeniden kazanılıp gerilim düşürülerek yerel iktidarların varlığı korunabilse ve savaşın gereği olarak oluşturulmuş olan ve Lenin’in gözden geçirilmesini söylediği bürokratik aygıtın demokratik temellerde yeniden örgütlenmesi mümkün olsa idi yerel Sovyetlere dayalı bir işçi-köylü demokrasisi, sosyalist demokrasi hayat kazanabilirdi. Ancak yeniden zorla kolektifleştirme gerilimlerin düşmesi yerine şiddetlenmesini ve azınlık iktidarı olarak merkezi baskı aygıtının daha da güçlendirilmesini getirdi. Sonuç’ta Marks’ın ifade ettiği “bundan önceki bütün devrimlerin merkezi devlet aygıtını mükemmelleştirme” ile sonuçlanması gibi Sovyetler birliğinde de dünyanın en güçlendirilmiş merkezi devlet aygıtının yaratılması iktidarda kalmanın tek yolu haline geldi. Böylesine derin toplumsal çelişkilerin yaşandığı bir koşulda, örgütlenme özgürlüğünün hayat bulması, proletaryanın yerel meclislerinde doğrudan demokrasiyi uygulayarak egemen sınıf olarak davranması, yerel Sovyetlerin hayatını doğrudan demokrasi mekanizmalarına dayanarak denetlemesi ve şekillendirmesi mümkün olamazdı. Örgütlenme hakkının var olması demek, gittikçe yoğunlaşan itirazların örgütlenmesi ve var olan iktidarın kısa sürede düşmesi anlamına gelebilirdi. Onun için de örgütlenme özgürlüğünün her türlü ifadesi, doğrudan demokrasi imkânları bastırıldı. Bastıranlar kendilerinin proletaryanın çıkarına kararlar verdiklerinden hiç kuşkuları olmadığından da yaptıklarının sosyalizme uyup uymadığını sorgulamak gibi bir sorunları olmadı.
Böylece de Komünist Manifesto’da ifadesini bulmuş olan, sosyalizmi “proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” olarak kabullenme, yerini “Bolşevik partisi üyelerinin yönetici tabaka olarak konumlarının konsolide edilmesi”ne, bunun yasalaştırılması ve merkezi devlet aygıtı ile garanti altına alınmasına bırakmasıyla birlikte Ekim Devrimi de 1991’deki akibetine doğru ilerlemeye devam etti.
Halbuki, Lenin NEP’in çok uzun yıllar devam edeceğini savunmaktaydı. Bu uzunluğun kanımca iki ölçütü vardı. Biri köylülüğün yeniden kazanılması ve barışçı ilişkiler içerisinde sosyalizme entegre oluşu ve diğeri de Avrupa devriminin gerçekleşmesiydi.
Avrupa devriminin gerçekleşmemesini sadece burjuvazinin saldırılarına, Sosyal demokrasinin ihanetine, faşist dalganın işçi sınıfının kazanımlarını gasp etmesine bağlamak yetersiz bir analiz oluşturur ve nasıl olup da, proletaryanın henüz gücünün zirvelerindeyken sosyal demokrat ihanete izin verdiği, faşist saldırılar karşısında etkisiz kaldığını gerçeğe uygun bir biçimde açıklamak mümkün olmaz. Sosyalizm iktidara gelinceye kadar burjuvazi karşısında saldırıda olan, onu sürekli savunmaya iten bir konumdayken, Ekim Devrimi’nin ardından gerçekleşen olayların kimileri dünya proletaryasına moral verip mücadele gücünü artırmaya yararken kimi gelişmeler de bu mücadele gücünü törpüleyip, proletaryayı burjuvazi karşısında savunma siperlerine iten ve onu güçsüzleştiren bir rol oynadı.
Yaşanmamış bir tarihi birkaç faktörle bağlı olarak değişikliğe uğratıp yeniden yazmaya kalkışmak hayalcilikten başka bir şey değildir. Dolayısıyla Lenin vurulmasa, yaratıcı enerjisi bu yüzden sınırlanmamış olsa, NEP sürdürülürken, onun işaret ettiği devletin gözden geçirilmesi gerçekleştirilebilmiş olsa idi çelişkileri daha yumuşatılmış, sosyalizmin eski cazibesini koruduğu ve dolayısıyla da dünya proletaryasının daha büyük bir moralle burjuvaziye karşı kızıl sancaklarını yükselttikleri bir Avrupa’da karşı devrimler değil, bir çok örneği yerel olarak yaşanmış olan proletarya iktidarları tüm Avrupa’yı saracak ve Lenin’in kehanetinin gerçek olmasına olanak sağlayabilecekti: Ruslar başlatmış ve imkansızlık içinde onların eksik bıraktıklarını Alman işçileri tamamlamış olacaklardı.
Elbette bu keyifli sonuç yerine karşı devrimin yeniden canlanması, iktidarı ele geçirmesi ve işçi sınıfına yeniden kan kusturması da bunun kadar beklenebilecek bir sonuç olarak ihtimaller arasındaki yerini korumaktadır. Belki Alman ve İtalyan faşizmleri bütün Avrupa’yı ele geçirecek, tüm Avrupa işçi sınıfına dünyayı haram edecekti. Ama Sovyetler Birliği dejenere olmasına karşın yaşamaya devam ettiği ve bunlar olmadığı için insanlığa daha iyi bir miras kalmış olmadı. Egemen sınıflar bütün toplumlarda zaten kirliydiler. Ama onlara alternatif olarak yükseldiğini iddia eden ve insanlığın öteki dünyada aradığı cenneti bu dünyada kurmayı vaat eden sosyalizm de bu tarihle birlikte kirlendi ve geçen yüzyılın başında işçi sınıfı ve ezilen halklar üzerinde yarattığı muazzam cazibeyi bugüne kadar hala geri gelmeyecek bir biçimde kaybetti.
Ekim devrimi oluşuyla birlikte sadece Rus işçi sınıfına değil tüm dünya işçi sınıfına, kadınlara, yoksul köylülere, ezilen halklara sayısız kazanımlar sağladı. Ama bu kazanımlar, egemen bürokrasinin uygulamalarıyla ve bunların emperyalist propaganda aracılığıyla yaygınlaştırılması sonucu öylesine görünmez hale geldiler ki, sosyalizmin yeniden bir kurtuluş sancağı haline gelmesine hala ulaşabilmiş değiliz.
Her durumda kazanmak için kendi değerlerinden vazgeçmek sonuçta düşmanın senin şahsında kazanmasıyla da sonuçlanabiliyor. Yaşadığımız deneyler bunu anlatıyor.
Spartacus da kaybetmişti ama hala kurtuluşun sancağı olarak dalgalanmaya devam ediyor!
Bazen da “galiptir bu yolda mağlup olanlar!” Onlar mağlup olurlar ama yere düşürmedikleri değerleri geleceğin zafer sancakları olurlar.