Umberto Eco’nun başlangıçta “rastgele yazılar” adıyla yayımlanması öngörülen deneme ve konferanslarından oluşan yapıtı daha sonra bizde “Düşman yaratmak” adıyla yayımlandı. Yapıtın adına esin veren “ Düşmanı inşa etmek” denemesini kaleme almasına yıllar önce bir New York seyahatinde rastlamış olduğu Pakistanlı bir taksi şoförüyle yaptığı konuşma vesile olur. Bu nefis denemesinde Eco, Pakistanlı taksi şoförüyle diyaloğunu şöyle anlatır:
“ Bana nereden geldiğimi sordu, ben de İtalya dedim. Nüfusumuzu sordu, sayımızın bu kadar az olduğuna ve İngilizce konuşmadığımıza şaşırdı.
Sonra düşmanlarımızın kim olduğunu sordu. Ben “Efendim?” deyince de sabırlı bir edayla ihtilaflı topraklar, etnik temelli nefret, sınır ihlalleri gibi nedenlerden dolayı hangi halklarla yüzyıllardan beri savaş halinde olduğumuzu öğrenmek istediğini anlattı. Ona hiç kimseyle savaş halinde olmadığımızı söyledim. Bana yine büyük bir sabırla tarihi anlamda rakiplerimizin kim olduğunu ‒kimin bizi öldürdüğünü, bizim de kimi öldürdüğümüzü ‒ bilmek istediğini anlattı. Ona yine böyle bir şeyin olmadığını, son savaş halinden beri yarım yüzyıldan uzun bir sürenin geçtiğini, üstelik o savaşa da bir düşmanla başlayıp başka bir düşmanla bitirdiğimizi söyledim.
Ama şoför verdiğim cevaptan hoşnut kalmadı. Düşmanları olmayan bir halk olabilir mi? Taksiden inerken miskin barışçılığımızı telafi etmek için ona iki dolar bahşiş bıraktım,…”
Eco şoförden ayrıldıktan sonra bu konuda okurunu tarihsel bir yolculuğa çıkarır: Düşman yoksa onu inşa etmenin gereğini, Cicero’da düşman imgesinden başlayarak değişen dönemlerde değişen düşman imgelerini ele alır ve savaşmak için savaşacak bir düşman gerekli olduğundan düşman inşa edilmesinin kaçınılmaz olduğunu anlatır. Düşman inşa etme sürecine, edebiyattan George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’teki Emmanuel Goldstein figürüyle ve gerçekte ‘ötekileştirilmeyen’ bir ‘öteki’nin varlığına duyulan yaşamsal ihtiyaç konusuna da Sartre’ın, hayattayken birbirini tanımayan üç ölüyü bir otel odasına kapadığı Gizli Oturum adlıyapıtıyla işaret eder.
Tarih boyunca egemen sınıfların arasındaki sonunda savaşa kadar varan çıkar çatışmaları, “düşman imgesi”nin oluşmasını son derece gerekli kılmış ve bu imge genellikle bir devletin sınırları içinde yaşayan topluluklar arasında veya komşu ülkelerdeki halklar arasında din ve inanç bakımından veya etnik bakımdan var olan farklılıklar üzerinde inşa edilmiştir; başka bir anlatımla söz konusu farklılıklar, bir zenginlik olarak görülmek bir yana, tersine egemen ideoloji tarafından ötekileştirilerek düşman inşa etmenin temel harcı olarak kullanılmıştır.
‘Öteki’ hakkında zamanla oluşmuş olan ancak kesinlikle gerçekliği yansıtmayan ve deneyim yoluyla gözden geçirilmesi veya değiştirilmesi zor olan olumsuz yargılar, yani önyargılar da düşman inşa sürecinin önemli bir malzemesidir. Öyle ki bu bir dizi olumsuz önyargı, geniş toplum kesimlerinin artık “düşman’ olarak etiketlenen grup hakkında farklı bir değerlendirme yapmasını imkânsız kılar.
Yakın tarihte bunun en çarpıcı örneği Nazi Almanya’sında düşman Yahudi imgesinde görülür. “Yahudi olmasaydı, onu icat etmek zorunda kalırdık. Yahudi her zaman içimizde bulunuyor. Ancak o fiziksel biçimiyle onunla savaşmak, görünmez iblisle savaşmaktan daha kolay,” diyordu Hitler 1941’de yapılan bir röportajda. Bu sözünden de Hitler’in, Yahudi karşıtı propagandasının hayali bir düşmana dayandığını çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca bilindiği gibi Nazi Almanya’sında ‘düşman’, sadece Yahudilerle sınırlı kalmamış, kısa süre içinde sol-sosyalist ve komünist tüm muhalif siyasal düşünce sahiplerine ve “Ari ırk”tan olmayan tüm uluslara kadar uzanmıştır.
Çoğunlukla böylesi bir “düşman inşa süreci”, toplumsal-siyasal güç dengeleri bakımından koşullar ‘uygun’ olduğunda söz konusu ‘düşman’ın fiziksel olarak ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanır. Tıpkı bizde 6-7 Eylül (1955) ‘olayları’ sırasında gayri Müslimlere, Rum ve Yahudilere yapılan saldırılarda, 12 Eylül öncesi Alevi yurttaşların katledildiği Çorum ve Kahraman Maraş katliamlarında ve çok daha yakın bir tarihte Sivas’ta Madımak katliamında olduğu gibi.
Düşman imgelerinin etkisi konusunda, kısaca bu tür imgelerin seçici algıya, yani bilgi kaybına, bilgi filtrelemeye ve bilgi bozulmasına yol açtığı söylenebilir; çünkü onları kullanan insanlar düşman-dost kategorilerinde sıkışıp kalırlar. Aslında düşman imgesi, çarpık bir imgedir; gerçeğin çarpıtılmış bir imgesidir. Ancak tam da bu nedenle bu tür bir imge, algıyı etkiler. Günlük yaşamda gerçeklik ile gerçekliğin algısı arasında bir ayrım olmadığı için algılanan şey, gerçekmiş gibi algılanır. Algının bireysel ve toplumsal deneyimlerin yanı sıra önyargı ve stereotip yargılar sayesinde bozulduğu gerçeği, çoğu zaman göz ardı edilir. Bu nedenle, bir durumun algılanması, genellikle, gerçeklikten çok, düşman imgeleriyle karakterize edilebilen durumun yorumlanmasıyla belirlenir.
Herhalde son yıllarda “düşman yaratmak” konusunda, dünyanın “teşkilat” bakımından en büyük beşinci ülkesi olmasına karşın dünyanın yalnız değil, deyim yerindeyse yapayalnız ülkesi olan Türkiye’nin eline kimse su dökemez. Öylesine yalnız ki sadece birkaç örnek: KKTC’yi tanıyan tek bir ülke yok; Nato’nun 29 üye ülkesinden hiçbiri İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini kendince bir takım gerekçelerle bloke eden Türkiye’nin yanında değil; Suriye’deki Kürt örgütlerini terör örgütü olarak gören ve bu konuda Türkiye’ye destek veren bir ülke yok‒ aslında kuruluşunda “yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesi olan bir ülke için bir hayli ironik bir durum. Devasa dış işleri teşkilatı, haksız olunca derdini kimseye anlatamıyor; devletin yöneticileri de burada ancak kendi büyükelçilerini toplayıp onlara, onların da artık ezbere bildiği malum politikaları anlatıp duruyorlar.
Suriye iç savaşından bu yana ‒kısa bir süre dışında ‒ Suriye’nin Kuzey’i nedense Türkiye için önemli bir ‘güvenlik sorunu’ haline geldi ve o coğrafyada yaşayan Kürtler ve onların muhtelif harflerle ve bu harflerin muhtelif ve farklı telaffuzuyla anılan örgütleri birden bizim düşmanımız oluverdi.
Sınıra kameralı ve sinyalizasyonlu beton duvar çekilmesi yetmediği gibi şu kadar kilometre derinliğinde şu kadar kilometre uzunluğunda ‒ nedense asla Türkiye sınırları içinde değil‒ ama illa da Suriye sınırları içinde bir “güvenli bölge” inşasından söz edilip duruyor. Bu olay, tıpkı La Fontain’in Kurtla Kuzu masalını, aşağıdaki kuzunun yukarıdaki kurdun suyunu bulandırması masalını andırıyor. Suriye’nin Kuzey’inden Türkiye’ye bu güne kadar silahlı bir saldırı olmasa da ‒ zaman zaman atılmış birkaç füzeyi, “gerekirse adam gönderip Türkiye’ye füze attırırız” sözü resmi kayıtlara geçtiği için kimsenin ciddi bir hadise olarak gördüğü yok‒ Türkiye’de iktidar sahipleri “bir gece ansızın gelebilirim” şarkısını terennüm etmekten bir türlü vaz geçmiyorlar. Aslında kafalarındaki hesap çok basit ve herkes tarafından görülüyor: Dozu iyice artmış bir şehitlik-kahramanlık retoriğine klişeleşmiş düşman imgesi eklenerek yapılacak bir askeri müdahaleyle, içeride iyice sıkışmış bir iktidara, yapılacak seçimlerde bir nebze olsun soluk aldırmak.
Düşman imgesini oluşturan basmakalıp/klişe değer yargılarının asılsızlığını görmek için mutlaka “öteki” ile insani ilişkinin kurulması gerekmektedir. Almanya’da sağcı ve yabancı düşmanı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinin en güçlü olduğu şehirlerin, vaktiyle yabancıların en az olduğu, dolayısıyla Alman halkının yabancıyla neredeyse hiç teması olmadığı “Doğu Almanya”da bulunması kesinlikle bir tesadüf değildir.
Bu nedenle görsel ve yazılı medyaya da düşmanlaştırılmayan bir “öteki”ni, tüm yönleriyle toplumun geniş kesimlerine göstererek tanıtmada büyük görev düşmektedir. Ancak bu yönde yayın yapmak bir yana, tam tersine ana akım medyanın tüm olanaklarını düşman icat etmek için seferber ederek yangına körükle gittiğini görüyoruz. Tüm sol-sosyalist, komünist ve demokratik güçler, savaş kışkırtıcılarının hiçbir gerçekliği olmayan “terör yandaşlığı”, “terörist sevici” vb. karalamalarına aldırış etmeksizin kalıcı bir barışın tesis edilmesi yolunda somut adımlar atılmasında bir an önce başı çekmelidir. Devlet aygıtını yönetenlerin şimdiye kadar izleyegeldiği, siyasal-toplumsal sorunların şiddetle bastırılması politikasının gerçekte sadece bu aygıtı kullananların dar siyasal hesapları/çıkarları dışında kimseye bir yararı olmadığının artık kesin olarak anlaşılmasıyla devletin kuruluşundaki veciz sözün ülkenin kalıcı bir gerçekliği olması kuşkusuz tüm halkların yararına olacaktır.