Ortadoğu sorunlarına ilişkin çok sayıda makalesi ve kitapları bulunan, bölgeye yönelik habercilik yapan Yakın Doğu Haber adlı web sitesinin editörlüğünü sürdüren ALPTEKİN DURSUNOĞLU ile IŞİD, Suriye ve Irak’taki gelişmeler üzerine yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz.
Suriye’den başlayalım… Beşar Esad iktidarını sağlamlaştırıyor gibi görünüyor buna karşılık muhalifler cenahında da değişiklikler var. ÖSO, IŞİD karşısında geriliyor mu?
Suriye genel anlamda Arap Baharı genel başlığı altında söz konusu edildi ve Suriye ile ilgili olarak 2012 yılının 18 Temmuz’una kadar “demokratik haklarını isteyen halkın taleplerinin diktatör rejim tarafından şiddetle bastırılması” şeklinde bir algı yaratıldı. Esasen Suriye’deki muhalefette başından beri silah olgusu vardı. Fakat çok yoğun bir medya yönlendirmesi ve 2012 yılının Şubat ayından beri Dostlar Grubu adını alan ülkelerin verdiği çok güçlü siyasi destek sayesinde, “tek taraflı şiddet” algısı çok bariz bir şekilde insanların kafasında yer etti. Ancak 18 Temmuz 2012’de artık bu iş çok bariz bir şekilde bir vekalet savaşına dönüştürüldü.
Suriye’deki isyana dönük sokak gösterileri 18 Mart’ta başladı. Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi kitlesel gösteriler olmadı. Oralardaki gibi kitlesel gösterilerin olacağı, Şam ve Halep gibi şehirlerin biraz da mezhep çelişkisinden kaynaklı faktörlerle yönetimi felç edeceği beklentisi vardı. Fakat bu hiçbir zaman olmadı. Mısır ve Tunus modeli tutmayınca Libya modelinin araçları geliştirilmeye çalışıldı. Libya modelinin en temel özelliği, üç ayak üzerinde duruyor oluşuydu. BU ayaklardan birincisi, kurtarılmış bölge. İkincisi örgütlü bir muhalefet. Üçüncüsü de uluslararası bir karardı.
Kurtarılmış bölgenin ilk denemesi Bab-ı Amr’da oldu. Çok enteresandır Humus’un Bab-ı Amr’ı ikinci bir Bingazi haline getirilmesinin adımlarının atıldığı dönemde Arap Birliği girişimi söz konusuydu ve Arap Birliği gözlemcileri Suriye’deydi. 2013 yılında Batı basınında çıkan haberlerden öğrendik ki Arap Birliği gözlemcilerinin Suriye’de olduğu ve Arap Birliği’nin de halkın demokratik taleplerini rejimin şiddetle bastırması argümanını çok bariz bir şekilde işlediği dönemlerde, esasen Katar’dan kalkan C-130 tipi nakliye uçaklarıyla Türkiye üzerinden silah gidiyordu. Humus’un Bab-ı Amr semtinde kurtarılmış bölge yaratılmaya çalışıldı.
Örgütlü muhalefetin oluşturulması çalışmaları da çeşitli ülkelerde konferanslar aracılığıyla başladı. En sonunda 2011 yılının Eylül ayında Suriye Ulusal Konseyi adı altında bildiğimiz Ulusal Konsey’in ilk nüvesi oluşturuldu. Böylece Libya modeline uygun devrim için ikinci ayak gerçekleştirilmeye çalışıldı. Üçüncü ayak, uluslararası müdahale kararıydı. Bu da Arap Birliği gözlemcilerinin raporu dahi dikkate alınmadan Arap Birliği tarafından Bab-ı Amr bahane edilerek insani yardım koridoru açılması teklifi ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) taşınmasıyla gerçekleştirilmek istendi. Ancak BMGK’da Rusya ve Çin’in vetosu sebebiyle Libya’da uygulanan senaryo uygulanamadı. Ayakların bu yönüyle eksik kalması yeni bir uluslararası oluşumun doğmasına sebep oldu: Bunun adına da Dostlar Grubu dendi.
Irak’ın işgalinde de benzer bir ittifak kurulmuştu…
Esasen Dostlar Grubu denilen yapı, George Bush’un Irak işgalinde kullandığı modelin tıpatıp aynısıydı. George Bush yönetimi Irak’ı işgal için BMGK’ya gitmiş, fakat Çin’le Rusya’yı bir tarafa bırakalım, kendi Soğuk Savaş dönemi müttefikleri olan Avrupalıları dahi ikna edememişti. Fransa ve Almanya buna karşı çıkmıştı. Bunun üzerine ABD, kırk ülkeden oluşan bir koalisyonla Irak’ı işgal etti.
Benzer bir adım Suriye için de atıldı. Yani George Bush, Irak’ın Dostları gibi bir isimlendirmeyi akledememişti; ama bunlar yaptılar. Bu oluşum da Sarkozy’nin teklifi ve o dönemlerde çok ön planda olan Davutoğlu’nun teşvikleriyle yol aldı. Yani BM’den Çin ve Rusya’nın vetosu sebebiyle uluslararası meşruiyeti olan bir müdahale kararı çıkaramadıkları için Bush’un Irak’ta yaptığını Suriye’nin Dostları Grubu ile yapmayı hedeflediler. Marakeş’teki toplantıya 105 ülke katılmıştı. “105 ülke bizden yana. Çin ve Rusya’nın vetosundan dolayı bir şey yapamıyoruz ama dünya bu katliama kayıtsız kalamaz” diyerek bir müdahale gerçekleştirmek istediler. Fakat birçok sebepten dolayı müdahale gerçekleşemedi.
Bunun üzerine de olayı daha ucuza getirecek bir yöntem bulundu, işte bu vekalet savaşıydı. Yani örgütlenen, silahlandırılan muhalifler sahaya sürüldü. 18 Temmuz 2012’de Şam’da Ulusal Güvenlik binasına bombalı bir saldırı gerçekleştirildi. Suriye’nin üst düzey bütün karar vericileri; Savunma Bakanı Davut Raciha, Bakan Yardımcısı Asıf Şevket, Beşar Esad’ın Danışmanı Hasan Türkmani, Ulusal Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Hişam Bahtiyar bu saldırıda öldü, İçişleri Bakını Muhammed Şear yaralı kurtuldu. Bu saldırıyla eş zamanlı olarak 2012 Temmuz’una kadar gösterilerin dahi olmadığı Halep başta olmak üzere -Halep özellikle seçilmiş bir tercihti, çünkü ekonomi başkentiydi- Sünni nüfusun yönetime karşı ayaklandırılması planı uygulamaya kondu. Bunun sonucunda Şam ele geçirilecek ve yönetimin gücü kırılacaktı. Tıpkı Libya’daki gibi, yani Trablus’a girdiklerinde Kaddafi’nin gücünün kalmaması gibi. İşte 18 Temmuz 2012’de başlatılan bu vekalet savaşı günümüze kadar devam ediyor.
Bu arada muhalif silahlı güçler ortak bir çatı altında toplandı…
Özgür Suriye Ordusu adı altında dünyanın en disiplinsiz, en kalabalık terörist grubu yaratıldı. Çünkü bunların arasında hiçbir emir-komuta yoktu. Suriye ordusundan ayrılan bazı komutanların muhaliflere katıldığı doğru; ama bu hiçbir zaman bir emir-komuta disiplini içerisinde ve Suriye Ulusal Konseyi diye örgütlenen muhalefetin askeri kanadı olarak yapılandırılmış bir askeri örgüt olarak ortaya çıkmadı. Bu da algı yönetimine yönelikti. Esasen başından beri, Nusra gibi El Kaide bağlantılı örgütler vardı bunların içerisinde. Mesela Cisr eş-Şuğur esasen bu örgütlerin işiydi. İlk silahlı hareket olarak da Hüseyin Harmuş’un örgütü ortaya çıkmıştı. Fakat sanki El Kaide veya aşırı gruplar hiç yokmuş, tamamen Suriye ordusundan ayrılan, “vatansever”, “ülkenin demokratik değişimini isteyen” grupların kurduğu bir örgütmüş havası verildi ve bunun üzerine de zaten uluslararası yardımlar, silah da dahil olmak üzere Suriye’ye sel gibi akıtıldı.
Fakat 2013 yılının eylül ayına gelindiğinde kendilerinin dahi artık bu propagandayı yürütemeyeceği açıklığa kavuşmuş oldu. Eylül ayının önemi de şu: 21 Ağustos’ta Doğu Guta’da bir kimyasal saldırı iddiası söz konusu oldu. Amerika yönetimi Suriye’yi bundan doğrudan suçladı ve cezalandırılmasına yönelik hazırlıklar başladı. Artık “operasyon olacak mı olmayacak mı?”dan ziyade ne zaman olacağı üzerinde konuşuluyordu. Ve muhaliflerde de, geniş çaplı bir operasyon olmasa bile Suriye ordusunu felç edecek operasyon sonrası bizim de büyük taarruzumuzla rejim düşecek, beklentisi oluştu. Hem müttefikler nezdinde hem de silahlı gruplar nezdinde.
Ama ABD’nin operasyonu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bunun nasıl sonuçları oldu?
Operasyonun olmaması büyük bir hayal kırıklığı yarattı ve esasen “devrim” sonrasına ertelenen hesaplaşma öne çekilmiş oldu. İşte Eylül bu açıdan önemli. Çünkü Lavrov ve Kerry’nin girişimiyle Suriye yönetiminin kimyasal silahları teslim etmesi karşılığında operasyondan vazgeçilmesi Eylül itibariyle oldu. İşte bu, bombanın pimini çekti zaten. Silahlı gruplar bu sefer kendi içlerinde bir tasfiyeye, hesaplaşmaya girişti. Bu silahlı gruplar arasında iç savaş yer yer mevzii olarak esasen daha önceden de vardı. Ancak burada artık alan hakimiyetinde de iki faktörün çok öne sıkması söz konusu oldu. Birincisi, sınır kapılarının tutulması; ikincisi de, petrol kuyularıydı. Çünkü her ikisi de örgütlere çok büyük gelir getiren araçlardı. İdeolojik açıdan benzer örgütler bile, aynı kökten gelen örgütler bile bu iki faktörden dolayı birbiri ile savaşır hale geldiler.
7-9 Aralık 2012’de Amerika’nın Dostlar Grubu’nun askeri ve istihbarat yetkililerinin de katıldığı, Antalya’da düzenlenen bir toplantıda Özgür Suriye Ordusu Genel Kurmayı adı altında bir örgüt oluşturulmuştu. Bu örgüt Amerika tarafından 11 Kasım’da yeniden yapılandırılan Suriye Ulusal Koalisyonu adı verilen siyasi örgütün askeri kanadı olarak tasarlandı.
Bütün silahlı güçler ÖSO Genel Kurmayı altında toplandı mı?
Bu örgütün içerisinde Cihadçılar diye de nitelendirilen Sukuru’ş- Şam gibi, Tevhid Tugayları gibi, İslam Tugayları gibi örgütler de vardı. 2012’nin Aralık ayı itibariyle sahada şöyle bir silahlı gruplar kombinasyonu vardı: En aşırı radikal uçta El Kaide bağlantılı örgütler. Bunlar 2013 yılının Nisan ayında ayrıştılar, IŞİD ve Nusra diye; daha önce Nusra ortak adını kullanıyorlardı.
İkincisi, bunun bir ton açığı Ahraru’ş Şam grubu ve onun bileşenlerinin oluşturduğu İslami Cephe. Onun bir ton açığı İslami Kurtuluş Cephesi; yani demin isimlerini saydığım ve aynı zamanda Özgür Suriye Ordusu’nun Genel Kurmayı içerisinde de yer alan Tevhid Tugayları, İslam Tugayları gibi örgütlerin bulunduğu yapılar. En sonda da Batılı müttefiklerin, Dostlar Grubu’nun tercih ettiği, “ılımlı” diye nitelendirdiği Özgür Suriye Ordusu.
Eylül ayına gelindiğinde bu kombinasyon tamamen dağıldı. Özgür Suriye Ordusu Genel Kurmayı içerisindeki bu saydığımız İslamcı unsurlar Özgür Suriye Ordusu’ndan ayrıldılar ve Ulusal Koalisyonu da tanımadıklarını açıkladılar. Ve İslami Kurtuluş Cephesi ile İslami Cephe, yine “İslami Cephe” adı altında yeni bir ittifak oluşturdu. Nusra cephesi ile IŞİD birbirinden ayrıldı.
Özgür Suriye Ordusu’nun ise içi tamamen boşalmış oldu. Bugünkü duruma geldiğinde, bugün Irak’taki kazanımlarıyla da birlikte düşünecek olursak IŞİD şu an silahlı gruplar içerisindeki en dominant, en hareketli ve belirleyici unsur olarak gözüküyor. Hem İslami Cephe içerisinden hem de Nusra içerisinden IŞİD’e katılımlar söz konusu. Yani diğer ikisi de eriyor. Özgür Suriye Ordusu diye artık sadece Amerikalıların, Dostlar Grubu’nun muhatap aldığı, Suriye ordusundan ayrılmış komutanlar var, onlar da zaten bu durumu bir sektöre dönüştürmüş bulunuyorlar. Dolayısıyla Amerika’nın, Dostlar Grubu’nun artık “ılımlı” diye destekleyebileceği ve bir sonuç bekleyebileceği bir ılımlı muhalefet söz konusu değil.
Muhalif güçler arasındaki dengeler değişirken, Suriye merkezi yönetiminin de savaşta üstün bir konum elde etmeye başladığı söylenebilir mi?
2013 yılının Mayıs ayında Hizbullah’ın devreye girmesi ile birlikte durumlar Beşar Esad’ın lehine olarak çok bariz bir şekilde değişti. Hasan Nasrullah 24 Mayıs 2013’te açıkça “Bundan sonra biz Suriye’de varız. İki sebeple varız: Birincisi Lübnan’ın güvenliği sebebiyle, ikincisi direnişe vefa sebebiyle. Suriye yönetimi direnişi desteklemiştir, biz de buna vefa borcumuzu ödüyoruz” dedi. Hizbullah bu iki gerekçeye dayanarak Suriye’deki savaşa katıldı. 24 Mayıs’ta katıldıktan sonra Haziran ayında Kusayr bölgesi Hizbullah’ın da desteğiyle temizlendi. Kusayr bölgesinin temizlenmesi Humus üzerindeki kuşatmayı kırdı. Ardından da 2014 Nisan’ına kadar bütün Kalamun bölgesinin temizlenmesi söz konusu oldu.
Daha önce silahlı gruplar giriyordu, Suriye ordusu bazı yerleri buralarda temizlese bile kalıcı olmuyordu. Fakat Hizbullah’ın olaya dahil olması ile birlikte yani hem Lübnan sınırını tutması hem de Suriye ordusunun operasyonlarına destek vermesi sebebiyle hem Kalamun’da hem de Kusayr’da muhalif silahlı güçlerin artık tutunması imkansız hale geldi. Yaklaşık 465 km’lik Lübnan-Suriye bağlantısı silahlı gruplar açısından artık kullanılamaz hale geldi. Bu da hem Şam kırsalındaki hem de Humus üzerindeki baskıyı hafifletti ve denge büyük ölçüde Esad lehine bozuldu. Suriye ordusu oralarda harcadığı enerjiyi artık Halep’e ve diğer cephelere kaydırma fırsatı buldu.
Genel olarak dünya dengeleri açısından da bakarsak, Türkiye bir yana, Amerika olsun Batı ülkeleri olsun, Esad yönetimi gidecek, havasındaydı. Ama sanki son zamanlarda artık gitmeyecek diye bir havanın doğduğu söylenebilir mi?
Doğru, özellikle seçimlerde sonra bu netleşti…
Amerika, 2. Cenevre’ye muhalifleri adeta kulaklarından tutarak zorla götürmüştü. 2. Cenevre dediğimiz şey esasen 1. Cenevre bildirisi metni üzerinden yapılacak bir müzakere idi. 24 Haziran 2012’de toplanan 1. Cenevre Konferansı’nda anlaşmaya varılan husus şuydu: Muhaliflerle yönetim müzakereler, görüşmeler yapacaklar yani bir siyasi diyalog başlayacak ve bu siyasi diyalog çerçevesinde muhaliflerin ve yönetimin yer aldığı bir ortak geçiş hükümeti kurulacak, bu geçiş hükümeti de siyasal süreçlere götürecekti.
Amerika 1. Cenevre’de Beşar Esad’ın çekilmesini dayatmaya çalıştı. Rusya buna izin vermedi. “Beşar Esad bu süreçte yer almayacak” şeklindeki Clinton’un ifadesinin metne girmesine izin vermedi. Amerikalılar bunu ancak sürekli bir fiili durum yaratarak ön şart olarak koydular.
1. Cenevre’nin üstünden bir buçuk yıl geçti, 24 Ocak 2014’te 2. Cenevre yapıldı. 2. Cenevre’de Amerika’nın “Beşar Esad’ın çekilecek, geçiş hükümeti Beşar Esad’sız olacak” yönündeki ön şartı gündeme getirilmedi. Ama Ulusal Koalisyon adlı muhalif grup oturdu masaya ve 2. Cenevre gerçekleşmiş oldu.
O dönemlerde benim de çok anlam veremediğim şey şuydu: Acaba Amerika bu işten elini mi yıkıyor, çekilmeye mi çalışıyordu ve bu siyasi süreçte samimi miydi? Fakat 2. Cenevre yapıldığında görüldü ki Amerika hala o ön şartından vazgeçmiş değil. Peki niye o zaman muhalifleri kendi içinde parçalama pahasına bu toplantıya katılmaya zorladılar? Çünkü Ulusal Koalisyon’un ana bileşeni, Ulusal Konsey’di; ancak Ulusal Konsey Cenevre’ye gitmemişti. Yani muhalif siyasi örgütün ana gövdesi gitmemiş, Robert Ford’un belirlediği bir heyet müzakereye gitmişti. Sahadaki silahlı gruplar Ulusal Koalisyon’u tanımıyorlar. Cihatçılar zaten hiçbir şekilde tanımıyor. Şam yönetimi işte böyle bir muhalif grubu muhatap alarak masaya oturdu.
Suriye’deki muhalefet sadece dış destekli silahlı gruplardan mı ibaret? Bir de iç muhalefet yok mu?
Suriye’de muhalifler sadece Ulusal Koalisyon’dan ibaret değil. Esasen dört muhalefet kategorisi var. Bir, sistem içindeki muhalifler, mesela Kadri Cemil, Ali Haydar gibi muhalifler. Bunlar parlamentoya da giriyorlar, kabinede de yer alıyorlar.
İki, silahlı mücadeleyi ve dış müdahaleyi reddeden Heysem Menna gibi muhalifler. Kadri Cemil gibi sistem içi muhaliflerin masaya oturmasına Amerika karşı çıktı. Geriye silahlı gruplar kalıyor. Silahlı gruplar zaten Cenevre’yi, yani siyasi çözümü kabul etmiyorlardı. Kala kala Ulusal Koalisyon kaldı. Ulusal Koalisyon da kendi içinde bölünerek gitti. Bütün bunlara rağmen Şam yönetimi “Biz siyasi çözümden kaçmıyoruz. Siyasi çözüme açığız. Hatta 1. Cenevre’de öngörüldüğü şekliyle geçiş hükümetine de açığız. Ancak siz ön şartla gelemezsiniz. Kimin gidip kimin gitmeyeceğine seçimler karar verecek” dedi.
Amerika’nın, öne sürdüğü ön şartının gerçekleşmemesine rağmen muhalifleri götürmesindeki gerçeklik seçimler sırasında ortaya çıktı. Daha sonra anlaşıldı ki Amerika’nın asıl amacı seçimleri engellemekmiş. Cenevre’yi de bunun için kullandı. Ve gerek Rusya’ya gerekse İran’a başka kanallar vasıtasıyla, “yasal süresi doluncaya kadar Beşar Esad’ın varlığına itiraz etmeyeceğiz; ama siz baskı yapın, seçimler olmasın” dediler. Çünkü yeni seçimlerin olması demek, yedi yıllık bir süre dolayısıyla Esad’ın yedi yıl daha meşruiyet kazanmış olması demek. Fakat seçimler de çok ciddi bir katılımla gerçekleşince artık o siyasi çözüm yalanı böylece suya düşmüş oldu. Sahadaki grupların birbirine girmiş olması ve siyasi örgütlerin paramparça olmuş hali ortada. İşte en son ABD Başkanı Barack Obama “Suriye’de ılımlı bir muhalif yaratmak fantezidir” cümlesini kurdu. Cumhuriyetçilerin baskısıyla, Suudi Arabistan’ın baskısıyla Kongre’den muhaliflere 500 milyon dolarlık yardım çıkarılıyor ama o 500 milyon doları kime verecekler, o da gerçekten büyük bir soru işareti.
ABD ve Batı’nın güven duyabileceği, kitle tabanı ve silahlı gücü olan bir siyasi grubun olmaması onlar için bir açmaz oluşturuyor…
Hareket-i Hazm diye bir şey kurdular, TOW füzelerini onlara verdiler. Bugün artık onlardan da umut kalmadı. Çünkü onların da rüşvetle, hırsızlıkla, talanla, yağmayla isimleri meşhur olmuş durumda. Suriye Devrimci Cephesi’nden Cemal Maruf diye birine yaklaşmaya çalıştılar. O da dışarıdan gelen paralarla Türkiye’de oteller işleten bir savaş baronu olarak niteleniyor. Geriye de sadece Cihatçılar kalıyor.
Cenevre görüşmelerinin ikinci turu yapılırken 15 Şubat’ta; Washington’da Dostlar Grubu’nun istihbarat yetkilileri toplandı. O toplantıda silahlı grupları renk kodlarıyla üçe ayırıyorlar: Yeşiller, yani yeşil ışık yakılanlar silah ve mali açıdan desteklenecek olanlar. Hareket-i Hazm ve Suriye Devrimci Cephesi burada öne çıktı, bunlar ılımlılar diye tarif ediliyor.
Beyazlar, yani renksiz olanlar İslami Cephe ve bileşenleri. Bir de kırmızılar… Kırmızılar da El Kaide bağlantılı olan ve Amerika’nın terör listesinde yer alanlar. Bunlar da savaşılacak olanlar olarak tanımlandı. Amerika beyazların yeşillenmesini bekledi; ama Musul’un işgali de gösterdi ki tam tersine kırmızılar o beyazları daha fazla kendilerine çevirdiler, diğer taraf çökmüş oldu.
Bu IŞİD nereden çıktı? Irak İslam Devleti diye bir oluşum vardı ama bu kadar hızlı bir biçimde büyümesi, Suriye’ye el atması ile birlikte Suriye’nin en güçlü örgütü haline geldi. Onun arkasından da Irak’ta hamle yaptı ve şimdi Irak’ın Sünni Arap bölgelerinin hemen hepsini ele geçirmiş oldu. Bunu nasıl açıklayabiliriz? El Kaide bağlantısını biliyoruz ama sonra El Kaide’yi de reddetti. Daha doğrusu Zevahiri ile ilişkisini kesti.
IŞİD dediğimiz örgüt esasen Ebu Musab Zerkavi grubuydu, yani Irak El Kaidesi idi. 2003’te işgalden sonra Ürdün’den gelen Ebu Musab Zerkavi, Irak El Kaidesi’ni yapılandırdı.
Özellikle Saddam’ın Yardımcısı İzzet İbrahim El Duri, rejimin devrileceğini anlayınca gayri nizami harp örgütlenmesine gitti. Ebu Musab Zerkavi’nin öldürülmesinden sonra Ebu Hamza El Muhacir diye biri kısa dönem liderlik yaptı, ondan sonra da Ebu Bekir El Bağdadi lider oldu.
Bunlar Iraklı Sünnilerin 30 Ocak 2005’te siyasi süreci boykot etmelerinin yarattığı rüzgarı arkalarına alarak büyük ölçüde diğer Sünni grupları da bünyelerine almışlardı. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Yani o Sünni gruplara o zamanlarda da liderlik ediyorlardı. O dönemde Irak İslam Devleti’ni kurdular. Yani Irak El Kaidesi diğer Sünni silahlı grupların verdiği destekle Irak İslam Devleti’ne dönüştü. Ancak 2007’ye gelindiğinde Amerika bir formül üretti. Çünkü Sünniler de artık 2006’da siyasi sürece katılmıştı, Sahva Meclisleri dedikleri Uyanış Konseyleri’ni kurdu, 280 dolar maaşla aşiretleri El Kaide’ye karşı kullandılar.
2008’e gelindiğinde aşiretlerin namluyu diğer tarafa çevirmesi ile birlikte Irak İslam Devleti tükenme noktasına geldi. 2009’da neredeyse tamamen sıfırlandı. 2011 Suriye olayları bunları resmen ihya etti. Nusra Cephesi’nin Lideri Ebu Muhammed Colani, Ebu Bekir Bağdadi’nin yanında ve onun bir komutanıydı, kendisi Suriyeli olduğu için Bağdadi tarafından, El Kaide’nin Suriye kolunun örgütlenmesi için Suriye’ye gönderilmişti. Colani, El Cezire’ye 2013’ün Aralık ayında verdiği demeçte 2011’in sonlarına doğru Suriye’ye girdiklerini ve eylemlerini başlattıklarını söylüyor. (Muhaliflere ve Batı basınına göre güya 2012’nin Temmuzuna kadar silah yok, , sivil demokratik talepler var, rejimin şiddet uygulamaları var!)
Nusra’nın Suriye’de faaliyete başlamasından sonra, 2013 yılının Nisan ayında Eymen Zevahiri’nin bir Hilafet çağrısı oldu. 7 veya 8 Nisan’da Ebu Bekir Bağdadi bir açıklama yaptı, “Irak İslam Devleti idik. Nusra ile de artık birleştik. Bundan sonra adımız Irak Şam İslam Devleti’dir” diye. Bir veya iki gün sonra Colani, “Bizim böyle bir şeyden haberimiz yok. Biz Eymen Zevahiri’ye bağlıyız” diye açıklama yaptı. Eymen Zevahiri ikisini uzlaştırmaya çalıştı, “Böyle bir karar bize sorulmadan alındı. Colani Suriye’den sorumludur, Bağdadi Irak’tan sorumludur ve IŞİD geçersizdir” demeye çalıştı. Ancak IŞİD, Irak Şam İslam Devleti imzalı infazlarını, eylemlerini sürdürdü. Eylül’den sonra da artık kendi aralarında savaşmaya başladılar.
Rakka’dan itibaren artık Ebu Bekir Bağdadi kendine biat topluyor. Ebu Bekir El Bağdadi El Kureyşi adını kullanarak meşruiyet sağlamayı amaçlıyor. Çünkü Sünni hadislere göre halifeler, imamlar Peygamber’in de mensubu olduğu Kureyş kabilesinden olur. Ebu Bekir Bağdadi bugün kendisini o hadise dayandırıyor. IŞİD artık El Kaide’yi ve Zevahiri’yi de tanımıyor. Örneğin sözcüleri Adnani, Zevahiri ve El Kaide’yi Usame Bin Ladin’in çizgisinden sapmakla suçluyor. Artık Zevahiri yok, artık Bağdadi var! Zaten Musul’la birlikte hilafet de ilan ettiğine göre Zevahiri’den de kendisine biat bekliyor.
Peki IŞİD’i Suriye’nin desteklediği iddiaları nereden çıktı?
Bu, Suriyeli muhaliflerin temelsiz iddialarından biri. Suriye Ordusu’nun IŞİD’le savaşmadığını iddia edip bunu iddialarına delil olarak sunuyorlar. Ancak bu gerçekliği yansıtmıyor. Suriye ordusunun operasyon öncelikleri vardır. Bu, benim için acil olan yer neresidir, sorusu üzerinden tayin edilir. Birincisi Şam kırsalıdır, başkentin hemen 4-5 km ötesi. İkincisi Kalamun vardır, yani koskoca bir Lübnan sınırının kapatılması. Üçüncüsü güney cephesi vardır, 2. Cenevre’den itibaren açıkça bunlar Dera’dan başlayarak güney cephesini açacaklarını söylüyorlar. Siz kendinizi bir ordu komutanının yerine koyun. Bu alanlara mı öncelik verirsiniz, Rakka’ya, ülkenin doğusundaki, merkezden uzak bir yere mi? Bir ülkenin bir karış toprağının da stratejik önemi vardır; ancak öncelikler vardır. Halep’e varil bombası atıyor Rakka’ya atmıyor, diyorlar! Halep önemli bir yer. Ülkenin ekonomi başkentidir. Nüfus açısından Şam’dan da büyüktü, daha önceden. Rakka daha sonraya da ertelenebilir. En sona bırakılabilir. Suriye yönetiminin IŞİD’e operasyon yapmadığı yönündeki bilgi de yanlış. Mesela IŞİD’le Nusra çatışıyor, Suriye ordusu izleyebiliyor. Böyle şeyler oluyor; ama bu oluyor diye bundan, Suriye ordusunun onlara destek verdiği veya yönettiği anlamı çıkmaz.
IŞİD neredeyse bütün Sünni Arap bölgelerini ele geçirmiş gibi görünüyor. Hatta İran sınırına kadar gitti. Askeri güç olarak bakıldığında 15 bin, 17 bin deniyor, 30 bin gibi sayıdan söz ediliyor. Bu kadar bir güçle Bağdat’a kadar gittiler, Irak’ın yaklaşık üçte birini ele geçirdiler. Bu nasıl oldu?
30 bin değil. Maliki’nin de ifadesiyle, 2 bin 500 veya 5 bin civarında olduğu söyleniyor. Daha altta çok rakam gördüm de beş binin üzerinde rakam görmedim. Neyneva ve Selahattin şehri 48 saat içerisinde düşüyor. 48 saat içerisinde buraları düşüren gücün 2 bin 500, 5 bin arası bir güç olduğu söylendi. Maliki “En az on katı askeri birlik var orada, nasıl oluyor bu iş?” diye soruyor. Birincisi çok bariz bir şekilde ihanet söz konusu. İkincisi Sünniler, El Kaide baskısı sebebiyle orduya katılmıyorlar. Sünniler için orduya 3 bin kişilik kadro açılıyor, 50 kişi müracaat ediyor. O bölgelerdeki Irak ordusunun çoğu Şii. Zemin Sünni. IŞİD geliyor, o zaman onlar da “Bunlar beni zaten istemiyor, ben bunlar için mi öleceğim” diyor, bir de Maliki’nin ifadesi ile “silahları bırakıp çekilin” emri verenler var, bunlar cezalandırıldı, bazıları görevden alındı, kimileri emekli edildi. Bunların bu şekilde hızlı çekilmesiyle 2 bin 500 veya 5 bin kişilik bir silahlı grupla bunlar girdiler. Ancak bu 2 bin 500 veya 5 bin kişilik IŞİD silahlı grubuna 1920 Tugayları, Nakşibendiler gibi 2006’da Uyanış Konseyleri’ne katılmadan önce El Kaide’ye destek veren gruplar da var.
O dönemde Irak El Kaidesi Irak İslam Devleti olmuştu. Burada da benzer bir durumla IŞİD öncülüğünde birden bire üç Sünni kent El Anbar, Neyneva, Selahattin devlet kontrolünden çıkarılmaya çalışılıyor. Bunun arka planında yani bu işbirliğinin temelinde IŞİD’in kendine göre bir ajandası var, o da Hilafet.
Buna destek veren Sünniler ise federal bölge kurmak istiyor. Sünniler Irak’ın bölüneceği gerekçesiyle Sünni federal bölge kurulması meselesine esasen 2007’de şiddetle karşı çıkıyordu. Ancak 2011’den sonra biraz da Suriye’deki gelişmelerle birlikte düşündüğümüzde Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın da biraz özendirmesi ile, yani merkezi iktidarda yer alamıyorsunuz bari kendi yaşadığınız yerde yarı bağımsız olun diyerek, 2011’den itibaren El Anbar, Neyneva, Selahattin’de Sünni federal bölge kurulmak isteniyor.
Ancak Sünni federal bölgeye karşı olan Sünni aşiretler de var. Bunlar da bu oldu bittiyle bir anlamda sürece dahil edilmiş oldular. Buradan onlara bir şey çıkması çok zor. IŞİD faktörü yani hilafet ilan eden bir örgüt var. Sünni aşiretlerde “2006’da da IŞİD Irak İslam Devleti kurmuştu; ama 2008’de saf dışı bıraktık, yine öyle yapabiliriz” gibi bir beklenti olabilir ama o zaman Suriye faktörü yoktu. IŞİD, şu an Lübnan büyüklüğünde bir coğrafyayı kontrol ediyor. Irak’ta Suriye’nin stratejik derinliğine sahip, Suriye’de de Irak stratejik derinliğine sahip. Suriye’de diğer gruplarla çatışmada sıkıştığı zaman Irak’a çekilebiliyor; Irak’ta sıkıştığı zaman da Suriye’ye çekilebiliyor. Oradaki imkanı buraya, buradakini diğer tarafa taşıyabiliyor. Yani 2006’da Iraklı aşiretler Irak İslam Devleti’ni (IŞİD) etkisiz hale getirdiler, bu doğru, ama o zaman Suriye faktörü yoktu.
Musul büyük bir şehir ve 2-3 bin kişi ile şehir ele geçiriliyor. Bu bana mantıklı gelmiyor. İkincisi deniyor ki Musul Valisi eski Baas albayı. Üçüncüsü El Duri’nin işin içinde olması. Dördüncüsü Tarık Haşimi’nin bir şekilde bu işin içinde olması. Bütün bunları düşününce… IŞİD burada bir mızrak ucu olarak mı kullanılıyor? Yoksa asli güç haline mi geldi?
Onu demek istiyorum, bunlar açısından Tarık Haşimi’ye ve diğerlerine baktığınızda bu IŞİD değil gibi bir hava var. IŞİD bir şey değil, bu Sünni devrimidir, ezilenlerin devrimidir, Maliki’nin mezhepçiliğidir deniyor. Ancak Haşimi’nin veya diğerlerinin dediği gibi burada IŞİD yok, bu Sünni devrim ise, IŞİD hilafet ilan etti, siz neredesiniz?
Bir iki hafta önce İstanbul’a bir grup geldi, Anadolu Ajansı’nda, hükümet yanlısı medyada adeta reklamları yapıldı. ‘Irak Halk devrimi’ gibi bir isim kullanıyorlardı, Türkiye’de de belli İslamcı çevrelerle bağlantıları var, ama kim oldukları ve neyi temsil ettikleri çok belirsiz. Sahada bir karşılıkları olup olmadığı belli değil. “2006’da da bu işi yapmıştık, gerektiğinde IŞİD’i kolayca temizleyebildik” diyorlar ama işte dediğim gibi o zaman Suriye yoktu. IŞİD sizin öyle hemen bir seferde etkisiz hale getirebileceğiniz bir örgüt değil artık. Mesela Sünni Federal Bölge içerisinde bizatihi Usame Nuceyfi’nin partisinden Zafir El Ani, Sünni Federal Bölge’ye çok kan döküleceği gerekçesiyle karşı olduğunu açıkladı. Kan dökülecek diyor ama döküldü zaten ve kendileri kaybetti. Bunlar 30 Ocak 2005’te işgal altında seçim olmaz gerekçesiyle siyasal süreçleri boykot ettiler. Halbuki 30 Ocak, siyasi süreci Amerika’nın belirlememesi için Ayetullah Sistani tarafından dayatılmış bir seçimdi.
Anayasayı ABD’nin atadığı bir kurul değil, Irak halkının seçtiği kişiler hazırlasın diye yapılan 30 Ocak 2005 seçimleri sayesinde ülkenin yönetimi de Amerikalıların atadığı hükümetten alındı ve Irak halkının seçtiği meclis kendi hükümetini kurdu. Bunlar boykot ederek siyasi süreçleri durdurabileceklerini düşündüler. Ama boykottan zararlı çıktıkları için 15 Aralık’ta siyasi sürece katıldılar. Şimdi de böyle bir aymazlık var. IŞİD’le işbirliği yaparak Sünni kentlerde tıpkı Kürdistan Bölgesi’nde olduğu gibi bir yarı bağımsız federal bölge kurma hevesi varsa bu, Iraklı Sünniler açısından feci bir tercih. Bu tercihte Türkiye ve Suudi Arabistan’ın etkisi ne ölçüdedir bilemiyorum; ama eğer gerçekten bu oyunu kendileri tezgahlayarak kurdularsa, bu resmen bir intihar.
1 Haziran’da Amman’da bir toplantı yapıldığı ortaya çıktı. Orada Türkiye, Amerika, İsrail’in de olduğu söyleniyor. Eğer bu doğruysa Amerika destekliyor denebilir rahatlıkla ama tersinden de bakıldığında Amerika en azından son yıllarda hatta Kürdistan bölgesini sınırlandırmak pahasına Maliki’ye destek verdi. Yani merkezi devleti öncelikli olarak gördü. Onun altında da, İran’ın tamamen etki alanına giren bir Irak olmasın, bölünme doğrudan bir Şii devleti yaratır, bu Şii devleti İran güdümünde kalır kaygısı olduğu kanaatindeyim. Şimdi olan ise doğrudan doğruya Irak’ın üçe bölünmesi. Bu da herhalde yine bir Amerikan planıydı ama epeydir de uygulamaya konmayan bir plandı. Şimdi böyle bir politika değişikliği mi oldu? Amerika’nın IŞİD’le ilişkisi nedir?
Irak’ın bölünmesi ile ilgili bütün zeminin yaratıcısı esasen Amerika. 36. Paralel’in kuzeyinden başlayalım, Kürdistan bölgesinin kuruluşuna ve bugünkü sürece kadar bu zemin Amerika tarafından yaratıldı. Ancak Amerika şu an bölünmeyi istemiyor. Aynen dediğiniz gibi. Türkiye Bağdat’ı bypass ediyor, Erbil’le ikili ilişki kuruyor, Erbil’le Bağdat arasındaki karşılıklı bağımlılığı koparıyor ve Erbil’i adeta bağımsızlaştırıyor. Esasen bu Türkiye’nin 2003’teki devlet politikasının tam zıddı. O dönemde özerk Kürt bölgesi kırmızıçizgisiydi, savaş nedeniydi şimdi ise tam tersi.
Irak’ın toprak bütünlüğünü bu kadar tartışmalı hale getiren bütün zeminleri yaratan Amerika açısından bence, Irak’ın bölünmesine yönelik ilkesel bir karşı çıkış yok, zamanlama kaygısı var. Amerika bu dönemde bunun olmasını istemiyor. Bu dönemin özelliği, Arap Baharı denilen şey var, Suriye var, IŞİD var. Olay büyümüş, İran, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkelerinin bu Irak pastası ile ilgili kontrol edememe kaygıları var, bundan dolayı da toprak bütünlüğünü ve birlikteliği vurguluyorlar.
IŞİD’le Amerika meselesine gelirsek… IŞİD’in doğrudan Amerika’nın yönlendirmesi veya desteği ile Irak veya Suriye’de güçlendiğini düşünmüyorum. Bu çok söyleniyor ama gerçekçi değil. Ancak Amerika’nın müttefiklerinin, Suudi Arabistan’ın desteği çok net. Suudi Arabistan kendi içinde iç tehdit olarak hatta Türkiye’den de önce terör örgütü olarak ilan etti IŞİD’i. Kendi içinde terör örgütü olarak ilan ediyor ama özellikle Irak ve Suriye’de IŞİD’i destekliyor. Kaldı ki artık IŞİD açısından Suriye’deki özellikle Rakka vs 2013’ten sonraki kazanımlarıyla esasen başka bir devletin finansal desteğine de gerek yok. Suudi Arabistan resmi olarak, devlet veya hükümet olarak destek olmayabilir ama Suudi uleması, Selefi gruplar ve iş adamları destekliyor. Katar için de aynı şey söz konusu.
Türkiye belki dolaylı olarak destekliyor. Nasıl dolaylı olarak? Demin sözünü ettiğimiz Suriye’deki silahlı gruplardan bahsederken örneğin IŞİD veya Nusra ile sahada zaten birlikte olduklarını söyleyen ve ayrılarının gayrılarının olmadığını söyleyen, ortak operasyonlar yaptıklarını söyleyen örgütleri Özgür Suriye Ordusu diye ılımlı silahlı gruplar diye destek verdiler. Bu cümleden Ahraru’ş- Şam mesela. Bu destek Ahraru’ş- Şam’la sınırlı kalmıyor ki, sahada Nusra ile birlikte olduklarını söylüyor, Nusra ile birlikte olan IŞİD’le birlikte. Bu tür dolaylı destekler var. Elimde çok nesnel kanıtlarla doğrudan destekliyor demiyorum; ama dolaylı desteği kimse inkar edebilecek durumda değil.
Amerika şu an Irak’ta IŞİD’in bu şekilde olmasından memnun değil. Peki niye müdahale etmiyor? Obama’nın Irak’tan çekilmesinden itibaren Amerika, Bush döneminden alışık olduğumuz tek taraflı kendi başına hareket eden politikalarından bariz bir şekilde uzaklaştı. “Akıllı güç” dedikleri politikayla, bölgesel müttefikleriyle birlikte hareket ediyorlar. Bütün bu Arap Baharı denilen süreç böyle yönetildi. Mesela Türkiye ve Katar’ın Suriye’deki rolü. Katar’ın Mısır ve Libya’daki rolü. Bunlar Amerika’nın politikalarıyla oldu ve Amerika istediği zaman bunu çekmeyi de bildi. Yani babasını darbe ile deviren Emir’in tahtını oğluna devrettirdi. Bu çok bariz bir şekilde Amerikan müdahalesiydi. Bush döneminin Amerikası yok artık.
İkincisi de bölgesel müttefiklerinin hepsini de uzaktan kumanda ile yönetmiyor. Suriye bu örneklerden bir tanesi. Bender Bin Sultan niye görevden alındı? Bender Bin Sultan’ın görevden alınacağını aylar önce söyleyen kişi ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford’du. Ford, Ocak ayında “Mart’tan itibaren Suudi Arabistan yönetiminde ciddi değişiklikler olacak” dedi, Nisan’da Bender Bin Sultan görevden alındı. Suriye’yi bu hale getirmesi, IŞİD’i ve Nusra’yı güçlendirmesi gerekçe gösterilerek Bender Bin Sultan’ı görevden alan aslında Amerika. Amerika Suriye yönetiminin devrilmesini istiyor. Bu doğru; ancak kontrol edebileceği bir şey yok.
Yerine koyabileceği bir güç olsaydı…
Tabii, doğru. İstanbul’da 1 Nisan 2013’te yapılan Dostlar toplantısında, Clinton Suriye Ulusal Konseyi’ni, Suriye halkının meşru temsilcisi olarak kabul etti, sonuç metnine girdi bu. 31 Ekim’de aynı Clinton “Suriye Ulusal Konseyi muhalefeti temsil etmiyor, feshedilmelidir” dedi. 11 Kasım’da da Ulusal Koalisyon kuruldu. Daha önce Suriye’deki işler Katar ve Türkiye’nin inisiyatifindeydi. Ulusal Konsey’i de, ÖSO’yu bunlarla kurdu. Ama bunlar sahayı artık kontrol edilemez hale getirdikleri için ve 18 Temmuz saldırısından sonra da haftalar içerisinde Suriye düşecek demelerine rağmen başarılı olamadıkları için rollerine son verildi. Amerika bunun üzerine patronluğunu gösterdi ve örgütü kendisi yeniden yapılandırdı. Siyasi kanat olarak Ulusal Koalisyon’u askeri kanat olarak da Özgür Suriye Ordusu Genel Kurmayı’nı kurdu. Amerika her şeyi uzaktan kumanda ile yönetmiyor. Yönetebilseydi Türkiye ile Katar’ın veya Bender Bin Sultan’ın işi bu hale getirmesini önleyebilirdi. Önleyemeyince bir şekilde görevden alıyor veya etkisini kırıyor; ama o süreçleri de kendisi yönetemiyor.
Amman toplantısı nedir?
Bu gerçekse, verilen tepkilerle de bağdaşıyor. O toplantıya katılanlar arasında kim sayılıyor? Sayılan isimlerden Barzani kârlı çıkmış gözüküyor. Türkiye sayılıyor; ancak Türkiye de konsolosluk personeli ile birlikte tüm Irak politikasını IŞİD’e rehin bırakmış bulunuyor.
Türkiye ne kâr elde etti bundan? En belirgini, Kürt bölgesinin (Güney Kürdistan) bağımsızlaşmasıdır…
Ve Sünni bölge meselesi…
Ama bu hareket içindeki hegemonik güç, IŞİD Türkiye için tehlike değil mi?
Tabii. Ama Türkiye Kürt ve Sünni’yle Şii Maliki’yi dengelemeye kalkıyorsa, 2007’de federalizme şiddetle karşı çıkan Sünnileri 2010’da federalizme teşvik ediyorsa, 2003’te savaş sebebi saydığı Kürt bölgesini Bağdat’tan adeta koparıyorsa, bu gerçekten aklıselim bir politika mıdır? Iraklı bir gazeteci bunun için “Türkiye birleşik devletleri hülyası” diyordu. Gerçekten böyle Türkiye birleşik devletleri, yani Kürdistan ve Sünni federal bölgeyle birleşmek gibi şeyler geçiyor mu akıllarından, bilmiyorum. Eğer geçiyorsa bu çok uçuk bir romantizm…
Rojava ile ilgili gelişmeleri nasıl görüyorsunuz?
Rojava ifadesinin Kürt ulusalcılığı açısından bir propaganda değeri var, bunu anlaşılır bulabilirim de gerçekçi değil. Rojava dediğimizde, Cizire, Kobani, Afrin diye nüfus bakımından Kürtlerin yoğun olduğu üç tane birbirinden kopuk ilden bahsediyoruz. Erbil Süleymaniye, Dohuk gibi homojen Kürt nüfusuna sahip birleşik bir bölge Suriye’de yok; dolayısıyla Batı Kürdistan anlamına gelen Rojava diye bir bölge de yok.
PYD-YPG Suriye’deki Kürt nüfusun doğal ihtiyaçlarından doğdu çünkü kendi halkının savunulması, ihtiyaçlarının giderilmesi gerekiyordu. Kanton tarzı yönetim de sahanın gerçekliğinden kaynaklanıyor çünkü demografik yapı homojen değil karmaşık. Doğal olarak onları yönetime katmak zorunda.
Suriye’deki Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlerde özerk bölge mi olur başka bir şey mi olur, bu Suriye’nin ve Beşar Esad’ın varlığı ile mümkün olabilecek bir şey. Yani bu, Beşar Esad ve Suriye yönetiminin güvenlik sorunlarından kurtulup da yeniden ülkeyi inşa etme sürecinde Kürtlerle müzakere yaparak belirleyebileceği bir durum. Muhtemelen Suriye yönetimi bunu iki sebepten dolayı yapar. Birincisi, bir anlamda Türkiye ile bir tampon bölge kurmak açısından. İkincisi de Kürtlerin haklarını da ben verdim diyebilmek açısından. Kürtlerin o bölgede yekpare bir toprak üzerinde Kürdistan kurma gerçekliği olmadığı için, o üç tane kanton denilen bölgedeki nüfus çoğunluğu da göz önünde bulundurularak bu illere hukuksal bir statü tanınabilir. Bu, Şam yönetiminden bir şey eksiltmez. Kürtleri de devletin bir parçası haline getirir. Ama tersi olursa yani gerçi o ihtimal kalmadı artık ama muhaliflerin, örneğin Türkiye’nin veya Dostlar Grubu’nun hele hele de daha fecisi Irak Şam İslam Devleti gibi grupların hakim olması halinde, Kürtlerin bırakın siyasal varlığını fiziksel varlıkları bile tartışmalı hale gelebilir.
Son haftalardaki IŞİD’in Irak Kürt bölgesine saldırısı nasıl sonuçlar yarattı?
IŞİD’in Neyneva ve Selahaddin kentlerini ele geçirip hilafet devleti ilan etmesiyle başlayan tehdit, Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani tarafından bir fırsata dönüştürülmek istendi. Barzani, IŞİD saldırıları sebebiyle Irak ordusunun çekildiği kentlere Peşmerge güçlerini gönderdi ve bu adımını, Irak anayasasının “tartışmalı bölgelerin” Kürdistan Bölgesi’ne bağlanmasını öngören 140. Maddesinin “kendiliğinden uygulanması” olarak niteledi.
Kürt politikacılar, “Kudüs Filistinliler için neyse Kerkük de Kürtler için odur” derler. Barzani, Peşmerge güçleri yerleştirerek Kerkük’ü bir fiili durumla ele geçirmesinden duyduğu heyecanla Kürdistan’ın bağımsızlığını da daha güçlü bir şekilde vurgulamaya baladı. Ancak IŞİD’in son saldırıları, bu fırsatçılığın Kürt halkına pahalıya mal olduğunu gösteriyor.
Barzani askeri açıdan kaybedilmiş geniş bir bölgeyi ele geçirmeyi büyük bir kazanım gibi gördü; ancak onun bu adımı 2005’ten beri adeta güvenli bir fanus içinde yaşayan Kürdistan Bölgesini bir anda savaşın en ileri hattı haline getirdi.
Şu andaki Peşmerge, Barzani kuşağının hayatını dağlarda savaşarak geçiren Peşmergesi değil, 1990’dan 2003’e kadar 36. Paralelin kuzeyinde ABD koruması altında doğan ve 2005’ten beri de savaş yüzü görmemiş refah içinde büyümüş bir kuşağın Peşmergesi. Sincar’ı ve çevresini savaşmadan IŞİD’e teslim eden bu Peşmergenin ABD hava saldırıları başlamamış olsaydı Erbil kapılarına dayanan IŞİD karşısında ciddi bir varlık gösterebileceği de son derece kuşkuluydu.
Kürdistan Bölgesi, 2005’ten beri Sünni-Şii çatışmalarından uzak refah ve saadet içerisinde bir bölgeydi; ancak Barzani’nin son kararı ile kendisini savaşın en ileri hattında buldu. Bu ileri hatta ise artık dünyanın en vahşi silahlı gücüyle muhatap. Peşmerge artık önceki Kürdistan Bölgesi sınırlarından çok daha geniş bir alanı savunmak zorunda. IŞİD’in ortadan kalkacağı varsayılsa bile bu yeni durumda Kürdistan Bölgesi’nin kendini savaştan uzak tutabilmesi çok zor. Çünkü Sünnilerin başta Kerkük olmak üzere diğer tartışmalı bölgelerden kolayca vazgeçmesini beklemek çok gerçekçi değil.