GÖKÇE yazdı: “Danimarka’daki sosyal imkanlar, Türkiye ile kıyaslanamayacak derecede iyi, evet ama bu mutlu oldukları anlamına gelmiyor. Sistemleri, kendi kendilerine yetebilmek ve güven üzerine kurulu. Ancak, modern yaşamın getirdiği bireyselleşme, yabancılaşma ve yalnızlık en büyük problemleri.”
GÖKÇE
Danimarka’daki kısa süreli çalışma deneyimimin ardından gelen işsizliğin verdiği ferahlıkla(!), bilgisayar başına geçip “dünyanın en mutlu ülkesindeki” yaşamımı bir gözden geçireyim dedim.
Aslında, iş sahibiyken her şey çok güzeldi. Her sabah kalkıp kardeşlik şarkımızı söyledikten sonra işe gider, 7,5 saat barış, dostluk ve dayanışma çerçevesinde üstümüze düşeni yapar, evimize döner, kardeşlik dansımıza kaldığımız yerden devam ederdik! Masalar kurar, müzikler çalar, danslar eder, keder, elem nedir bilmezdik!
Hadi ordan yahu!
Yok milli gelir çok yüksekmiş. Yok sosyal haklar çok iyiymiş. Öyle olsa ne olur? Bu kültürel ve ekonomik devrim olacağı anlamına mı gelir? Ayrıca milli gelire oranla dünyanın en yüksek vergilerinin de bu ülkede ödendiğini unutmamak lazım. Neyse…
“Dünyanın en mutlu ülkesi” nam-ı diğer “harikalar diyarı” Danimarka’da yaşam nasıl? Reklamlar gerçeği yansıtıyor mu? Bir de benden dinleyin.
Göçmen insanlar nereye uçar?
Her şeyden önce, ırkçılığın ve yetmezmiş gibi din olgusunun bir ekonomik ve kültürel manüpülasyon olarak kitleleri şekillendirdiği günümüz modern dünyasında, göçmen olarak başka bir ülke topraklarında yaşamanın insanı mutlu edecek bir tarafı maalesef yok. Doğduğun andan itibaren dünyanın neresine gidersen git, ait olduğun coğrafyadan, şivenden, nüfus cüzdanındaki din hanesinden ötürü, dışlanabilir, olası suçlu muamelesi görebilirsin. Toplumsal dışlamanın türlü türlü çeşitleri var ancak yurtdışı deneyimim esnasında beni en çok yaralayan kısmı, ‘develer güden, erkek eli tutmaz, etek, elbise giymez, dans, müzik, eğlence, içki, sanat, edebiyat, sohbet, münazara nedir bilmez’ varsayımı oldu. Bu kadar kolay mıydı gerçekten insanları yargılamak? Her gün insanların hunharca öldürüldüğü, gönüllerde zengin ama milli gelirde ve politikada yoksun bir coğrafyadan geliyorsanız hırsız, yalancı, dolandırıcı ve en kötüsü bombacı olabilirdiniz. Olabilir miydik gerçekten?!
Neyse. Kendimizi şöyle bir tarafa koyalım. Bir de başkalarının dünyalarına bakalım.
Teori ve pratik yarışırsa!
Devrimler tarihinde çok önemli toplumsal hareketlere tanıklık etmiş bu soğuk ve minik ülkede, ‘solculuk’, her yerde olduğundan belki daha az ama gene de ötekileştirilmiş bir ideoloji. Tarihten bir örnek ile daha ayrıntılı ifade edecek olursam; bir rivayete göre, zamanında Lenin’in konuşma yaptığı tarihi binayı devlet satılığa çıkarmış. Zengin bir Danimarkalı da almış. Ardından, mülk sahibi, bu ucube ve utanç kaynağı binayı yıkmak ve mevcut araziyi değerlendirmek istemiş. O dönemin entelektüellerinin çocukları, binayı işgal edip yıkılmasına engel olmak istemişler. Ama helikopterler, özel timler, gaz bombaları vs. ile devlet, binayı gençlerden almış, mülk sahibine teslim etmiş. Nihayetinde bina yıkılmış ama gençlerin direncinden ötürü yerine de bir şey yapılamamış. Şu an, araziyi çevreleyen duvarları sokak resimleri süslüyor. Yani, dünyanın en mutlu ülkesinde bile sosyal haklar veya hukuk sistemi var diye genel ahlak, genel yargılar, davranış biçimi değişmiyor. Dünyanın her yerinde olduğu burada da devletsiz yönetim biçimleri “hayalperestlerin, hainlerin ve tutarsızların” yaşam biçimi gibi görülüyor.
Diğer taraftan, 2. Enternasyonal tarafından 8 Mart’ın dünyaca kutlanmasına Kopenhag’da karar verilmiş. İlk eşcinsel evliliği Kopenhag’da kabul görmüş. Dünyanın ilk gey barı da Kopenhag’da. Parlamentoda gey bir milletvekili var bildiğim kadarıyla ama lezbiyen ve trans bir milletvekili var mı bilemiyorum. Gelmeden Danimarkalı Kız (Danish Girl) filmini de izlemiştim. Bu vesileyle, ilk trans kimliklerin, Danimarka’da görünür olmaya başladığını da biliyorum. Oooo… Daha ne isteyeyim yahu. Hey özgürlük!… Ama feminizmden eser yok. Hele ki genç kuşakların umurunda değil. 52 hafta doğum iznini alınca kadın erkek eşitliği sağlanmış gibi bir illüzyon oluşmuş. Evlenmeden çocuk doğuran kadınlar ile evli ve çocuklu kadınlar eşit haklara sahip olmasına rağmen kadınların en büyük hayali evlenmek?! Boşanma oranları %50’nin üzerinde, istediğin kadar evlenip boşanıp, çocuk yapabilirsin ama günün sonunda ev işlerinin, çocuk ve hasta bakımının çoğunluğu kadınların sırtına kalabiliyor. Kalmama ihtimali var. Bu görevlerin eşit paylaşılması gerektiği zamanında tartışılmış, teoride kabul edilmiş ama hayata geçirilmesi kişilerin inisiyatifine kalmış. Sevinelim mi şimdi buna? Ne yasalar ne de “ekonomik özgürlük” Sindirella kompleksini ve patriyarkayı yenememiş gibi görünüyor. O beyaz atlı prens bir gün gelecek (mi?)!
Heteroseksüel, çekirdek aile ne kadar başarılı olabilirse insan yetiştirmede o kadar başarılılar aslında. Eşcinsel görünürlüğü Türkiye ile kıyaslanamayacak derecede yaygın. Başka bir ülkede görmediğim kadar trans kimliklere rastlıyorum günlük hayatta. Diğer taraftan LGBTİQ+’ların insani haklarının devlet tarafından korunması farklı, herkesle eşit bir birey olarak yaşayabilmesi çok daha farklı bir konu.
Çayır çimen geze geze Danimarka
Malum, üç beş ağaç için memleketi ayağa kaldırmışlığımızla nam salmışız! Biraz da ekolojiden bahsedeyim. Danimarka, dünyanın en yeşil ülkelerinden biri olarak görülüyor. Kapitalizm doğa tutkunuydu da bize mi denk gelmedi(!) diye düşünemeyiz. Danimarka’da parasını bastırınca istediğiniz yapıyı canınızın istediği yere dikemiyorsunuz. Çünkü, yüzey alanı zaten çok küçük. İçinde sayısız göl barındırdığını ve küresel ısınma ile su seviyesinin yükseleceğini düşünürsek yeşil alanlar epey kıymetli hale geliyor. Ve en önemlisi, halk yeşil alanına sahip çıkıyor. İkinci Dünya Savaşından pek hasar almadığı için düzenli yerleşim ve raylı sistem oturmuş. Trenle şehir merkezinin biraz dışına çıktığınızda, inanılmaz güzel yeşil alanlar görebilirsiniz etrafta. Fakat, şehir merkezine geldiğinizde, her şey değişiyor. Mesela, bizim evin arkasında büyük bir yeşil alan var. Şehir merkezinde, parktan öte değerlendirebileceğimiz Christinia hariç yegane yeşil alan burası. Sadece yeşil alan da değil… Çok özel bir kurbağa türü yaşarmış bu yeşil alanda. Buraya, şu fütüristik binalardan dikmek istemişler. Yurttaşlar karşı çıkmış ve orayı yeşil alan olarak tutmayı başarmışlar. Kapitalizmin müştereklere bakışı her yerde aynı. Yoksa farklı mı olmalıydı? Yani yağmalayanlar ve bu yağmaya karşı çıkanların mücadelesi her yerde devam ediyor.
Kopenhag’ın İstiklal’inde, dünyanın en eski yerleşik ve modern sokağı olarak da geçen bir ana sokak var. Bu sokakta, bir tane dikili ağaç yok. Mesele vitrinlerin görünürlüğü ve arabaların park etmesi olunca bitki örtüsü dünyanın en mutlu ülkesinde bile değersiz. Dolayısıyla, nüfusu 80 milyon olsa, her yer şehir merkezi gibi kalabalık olsa Danimarka yeşil olur muydu, sorusunu sormadan edemiyorum.
Yollar, geniş ve tertemiz. Kimse tükürmediğinden değil. Sürekli temizlendiğinden. Bir de neredeyse her gün yağmur yağıyor ya, o da yardımcı oluyor kusmuk, çiş ve tükürükleri temizlemeye. Türkiye’deki kadar çöpünü ortalığa bırakan yok ama ideal, mükemmel bir insan tipolojisi de yok.
İklimlerle değişti, ya alışkanlıklar ?
Bisiklet yolları ayrı ve geniş. Bazı trenler, bisiklet taşımaya uygun tasarlanmış. Diğer Avrupa ülkelerine göre bir kademe ilerde bence bu konuda. Dolayısıyla, şehirde, her yaştan insan bisiklet kullanıyor. ‘Ay çocuktur yapamaz’, ‘yaşlıdır bir yerini kırar’ yok! Herkes ama herkes bisiklet kullanıyor. Yılın 7 ayı, bulutlu ve yağmurlu ama yağmur, çamur, rüzgar dinlemiyor kimse. Niye mi? Bildiğim kadarıyla, Danimarka’da bir yapay dağ dışında dağ yok. O nedenle, bisiklet kullanımına çok elverişli. Dahası, ulaşım çok pahalı. Geliriniz, diğer Avrupa ülkelerine göre yüksek olabilir ama temel ihtiyaçlar da ona göre pahalı. Ev/kişi ekonomisi burada da en sıcak gündemlerden. Nereden arttırsak diye düşünüyor herkes. O yüzden, bisiklet hem spor hem ekonomi yapmak için çok iyi fikir. Bu kadar değil, bisiklete binince temiz hava soluyorsunuz. Yani kazan, kazan (win win) değil, kazan, kazan, kazan. Ama, bence en iyi kısmı, bisiklet sürerken rüzgar yüzünüze değdiğinde, güneş teninizi ısıttığında hissettiğiniz yaşam hissi. Yok böylesi!
Danlar, saat ve hak bazında değerlendirirsek dünyadaki en insani çalışma koşullarına sahipler. Akşam 4,5’ta herkes işten çıkmış oluyor (kebapçı ve pizzacıda çalışanlar hariç). Hava azıcık güneşli olursa su kenarları tıklım tıklım dolu oluyor. Mangalını, birasını, müziğini, kitabını alan geliyor. İğne atsan yere düşmüyor. Hani, bizde piknik yapmak, yere oturup serilmek, karpuz kesmek küçümsenir ya. Burada tam tersi. Temiz havanın keyfini çıkarmak bir hak. Daha doğrusu anından keyif almak bir yaşam biçimi (“hygge” diyorlar Danimarka kültüründe). Yılda 5 hafta izin var. Hafta sonları tatil. Akşam 5’ten sonra iş konuşan yok. Oh ne rahat demeyin. Yahu bu kadar tatil nasıl olmasın. Güneş açmıyor. Millet intihar mı etsin? Danimarka kronu dünyanın en değerli paralarından. Yani nasıl bu kadar değer kazanmış onu da anlayamadım. Petrol yok, gaz yok, toprak yok, ticaret var, rüzgar var. Kolonileştirme mi diyorsunuz? Belki bir parçası için evet fakat İspanya ile kıyaslarsak tek başına yeterli değil gibi duruyor. J Tatile gittiğin zaman senden iyisi yok. O yüzden seyahat etme oranı çok yüksek, elbette ki güneşli ülkelere. Spor yapma, bir topluluğa üye olma Danimarkalı olmanın koşullardan biri. Ailecek bisiklete binenlere, koşanlara rastlamak sıradan bir olay. Güneşin az, yağmurun bol olduğu bir ülkede, her gün dışarda birkaç saat geçirmek, spor yapmak şart. Bir nevi depresyonla mücadele şekli.
Lahmacun yerine pizza (Türkiyeliler işletiyor), simit yerine kruvasan, çay yerine kahve var. Kola, bira zaten dünya içeceği. Ayakta ve hazır yiyecekler yemek çok yaygın. Çünkü, market alışverişi çok pahalı. Bir salata yapmak için alacağın malzemenin fiyatından çok daha düşük fiyata hazır salata alabilirsin. Restoranda yemek yemek zaten akıl kârı değil ama özel günlerde yapılabilir.
Minimal mi dediniz?!
Ev kiraları desen almış başını gidiyor. Herkes, en az iki kişi aynı evde. Tek başına oturursan bencillik olarak görülüyor. Yattığın oda dışında bir odan daha varsa sana ait, mutlaka başka birine kiralamalısın. Çünkü ev bulmak karaborsada. Kişi başına düşen alan, 12 metrekare civarı. Bulaşık makinesi çok lüks bir alışkanlık. Tek kişi ne yapacaksın bulaşık makinesini? Tutumlu olmak çocuklukta öğretiliyor. O yüzden gösterişten mümkün olduğunca uzak duruyorlar. Ha, öyle bizdeki gibi, “alışveriş kültürü” yok. Çünkü kıyafet alışverişi çok pahalı. Türkiye’de yüzüne bakmayacağınız kıyafetler, 20 avrodan başlıyor. Danimarka’da ikinci el pazarı ve bir milyoncu olur mu, demeyin. Var ve oldukça rağbet görüyor. Her semtte haftada bir gün ikinci el pazarı kuruluyor. Kimsenin, deliler gibi alışveriş yaptığı yok. Giyim kuşamda oldukça rahat ve mütevazılar. Bizdeki gibi her şeyi alayım, param olmasa da alayım, yok. Bir pantolonu, bir ayakkabıyı, bir eşyayı canını çıkartana kadar kullanıyorlar. Sade bir şıklık anlayışları var. Onu da günlük yaşamda değil, özel günlerde gösteriyorlar. Eğlenceye gitmeden bir kuaföre görüneyim, yok. Çünkü bir saç kesimi uçak parası. Herkes para kazansın da kuaförler acından ölsün mü? Makyaj yap yapma. Etek giy giyme. İstersen hiçbir şey giyme. Kimsenin umurunda değil. Bu konuda Avrupa’nın ve belki de dünyanın en özgür toplumları kuzeyliler. Bunu nasıl mı sağlamışlar? Çocukluğa inmek gerek. Cuma akşam 4,5 olduğunda gençler, koca koca hoparlörlerle bangır bangır müzikle sokaklardalar. Tabi, 5 milyonluk ülkede ne kadar insan eğlenmek için sokağa çıkabilirse, öyle bir coşku var. Gençler de olmasa zaten sessizlikten sağır olacağız. Kasa kasa biralarla parklara veya kendi mekanlarına geçip yıkılana kadar içip eğleniyorlar. O saatten sonra tuvalete gitmek zorlaşıyor. Boş duvar kenarı bulan yaşadı. Kusan, çiş yapanlar sırayla. J Allahtan kız erkek ayrımı pek yok. Yoksa pipi görmekten çatlayacağız.
Herkes nezih mekanlarda eğlenmek ister ama biraz pahalı. Ayrıca mekanlarda müzik yok genelde (müzik dinlemek Türkiye’deki gibi beleş değil). Dünya para verip bir de sessiz sessiz sohbet ediyorsun. Parklar, bahçeler, sokaklar, kola, bira kutusu, su şişesi toplayanlarla dolu. Geri dönüşüme katkı değil mi sonuçta. “Harikalar diyarında” hiç çöp karıştıran, dilenen veya evsiz olur mu canım. Öyle bir olur ki. Hem de istemediğin kadar.
Birkaç büyük mağaza dışında kafeler dahil, her yer, hafta içi en geç 6’da kapanıyor. Kısacası, burada ucuz işçilik diye bir şey yok. Rekabet var, göçmenlerle çalışırsan işini görece ucuza yaptırabilirsin. Ama Danimarka’da ucuz diye bir şey yok.
Ülke birçok açıdan çok güvenli. Engelliler tek başlarına seyahat edebiliyorlar. İlkokul çocukları da el ele tutuşup tek başına trene binip okula gidebiliyorlar. Bir keşmekeş, karmaşa yok. Ama bu taciz, tecavüz vakaları yaşanmıyor demek değil! Cinsel saldırı olaylarında, o anda üzerine giydiğin soruluyor? Nerde kaldı kadın-erkek eşitliği? Kırmızı ruj süreni neredeyse hiç görmedim.
Danimarka, enerjisini rüzgardan sağladığı için elektrik enerjisi çok yaygın kullanılıyor. Evlerde, ısıtma için gaz kullanılıyor ama mutfakta gazlı ocak yok. Bizim evde de portatif, ikili elektrik ocağı var. Hani Türkiye’de burun kıvırıp kullanmadıklarımızdan. Mikrodalga hemen hemen her mutfakta var. Hazır al 1 dakika ısıt. Al sana yemek. Nerede o kurulu sofralar, muhabbetler? Eskiden ortak banyo ve ortak çamaşır makineleri varmış binaların aşağısında. Sonradan apartmanların içine taşınmış. Kaldığın yerde, tuvalet, banyo birlikte 1 m2’nin üzerinde ise, kendini şanslı hissedebilirsin. Çamaşır makinesi de varsa ev içinde, bayağı iyisin. Öyle ikide bir çamaşır yıkamak yok ama. Haftada en fazla iki.
Geri dönüşüm şart!
Çöplerin geri dönüşümü var bir de. Hiç çöp çıkarmasan daha iyi. Çok büyük iş. Kağıt, metal, cam, plastik, organik diye 5 parçaya bölünüyorsun çöpü. En az 5 ayrı çöpün olacak evde. Her çöp atarken iyice düşüneceksin ve doğru yere atacaksın.
Temizlik ve yemek yapmayla pek kimse ilgilenmiyor. Binalarda balkonlar sonradan eklenmeye başlanmış ama binaların tam ortasında avlu gibi bir bölüm var. Burada, çocuk parkı, banklar, mangal gibi sosyal köşeler var. Hava çok soğuk olduğu için, sosyal alanları, binaların içerisine almışlar. Obezite neredeyse yok. Hazır besinler, taze sebze, pizza ve makarna en çok tercih edilen yiyeceklerden.
Eğitim de şart!
Her mahallede kütüphane var, neredeyse mükemmel işliyor ve aktif kullanılıyor. Kütüphaneler aynı zamanda kültür merkezi gibi. Bayılıyorum. Eğitim hizmeti, üniversite sonuna kadar bedava. Devlet hem yurt sağlıyor hem de sana burs veriyor ki rahat okuyasın. Ama mühendislik, doktorluk pek tercih edilen mesleklerden değil. Yüksek lisans, hele ki doktora derecesi alan insan sayısı çok az (%1). O yüzden buradayım. Eğitim sistemleri rekabet odaklı değil. O yüzden bir işçi ile mühendisin statü farkı görünürde yok. Ancak yaratıcı isen, resim yapıyorsan örneğin o zaman biraz havalı oluyor. En önemli eğitim başarısı liseyi bitirmek. Lise bitiminde otobüs partileri oluyor. Liseden sonra istediğin kadar ara verip hayatta ne olmak istediğini düşünebilirsin. Tabii ki bedava değil. Sosyal hizmetler tepende, çalışmak zorundasın. O yüzden, liseden mezun gençler market, kafe ve barların ana yürütücüsü, yani ucuz iş gücüler. Devlet, işsizlik maaşı ile de işsizleri destekliyor. Ama hayatta kalmak istiyorsan çalışsan çok iyi olur.
Sağlık hizmeti bedava. Kulağa çok hoş geliyor ilk bakışta. Ama hizmet ilk etapta aile hekimliği düzeyinde. Türkiye’deki gibi iki günde hastalığı tespit edelim, iyileştirelim diye düşünmüyorlar. İlaç kullanımı yaygın değil. Vücudunun hastalıkla mücadele etmesi sağlık sisteminin en önemli noktası. Ama diyelim ki kanser olduğun teşhis edilmiş, o zaman tüm imkanlardan faydalanabiliyorsun. Ayrıca, göz ve diş sağlığı da paralı.
Avrupa’nın tüm ülkelerinde olduğu gibi göçmenler, Ortadoğu, Trump ve Putin en sıcak gündemler. Türkiye’de olağanüstü hal var ya, “harikalar diyarı Danimarka”da yok diye düşünmeyin. Göçmen mahalleleri OHAL bölgeleri.
Buradan bakıldığında, dünyanın en mutlu insanları kim? Karar vermesi oldukça zor. Danimarka’daki sosyal imkanlar, Türkiye ile kıyaslanamayacak derecede iyi, evet ama bu mutlu oldukları anlamına gelmiyor. Sistemleri, kendi kendilerine yetebilmek ve güven üzerine kurulu. Ancak, modern yaşamın getirdiği bireyselleşme, yabancılaşma ve yalnızlık en büyük problemleri. Diğer taraftan, iklimi, bitki örtüsü gerçekten çok kısıtlı ve yaşaması gerçekten çok zor. Evet, belki bize göre nemrut bir yapıları var ama bu koşullarda, hiç şikayet etmeden böylesine bir sistem kurmalarına hayran kalmamak elde değil. Peki Danimarka’da mutlu olanlar kimler? Tabii ki çocuklar. 🙂
Danimarka’dan bakınca, öznel koşulların iyiliğinin, bireysel bir takım tatminlerin, çekirdek ailenin, konfor alanına hapsolmanın kimseyi mutlu etmediği açıkça görülüyor. Göç, savaş, din, ırkçılık, müşterekler üzerine bütünlüklü fikirler, yeni duruşlar geliştirmedikçe hiçbirimiz özgür değiliz!
Hiç mi sevmedim Danimarka’yı? Elbette sevdim bazı özelliklerini. Ama en çok, güneşin batışı ve doğuşu ile sokakta, kuzey rüzgarları, yüzümü kesip geçerkenki özgürlük ve güven hissimi özleyeceğim.