Yalnızca diğer canlılar için değil, dünya insanlar için yaşanmaz hale geliyor. Bu çığırından çıkma halini değerlendirenlerin içinde “insanlığın intiharı”ndan söz edenler var.
Canlıların ve cansızların yok oluşunu hazırlayarak, “insanlık” kendi yaşamına son vermek istiyor. Bu çığırından çıkmış koşullarda bile dünya üzerinde hala söz sahibi olmaya çabalıyor.İnsansız bir dünyaya doğru yol almak için!
Tartışılması gereken şey ise bunun bir “intihar” vakası mı, cinayet mi olduğu. Eğer bu bir intihar vakası ise, yapacak bir şey yok. Peki ya eğer “insanlık” diye bir şey yoksa? O zaman bu düpedüz bir cinayet olmalı.
“Sistemi yeniden adlandır” başlığı ile yayınladığı yazıda Jason W. Moore “insanlık” kavramına itiraz ediyor. Ona göre antroposen (insan merkezci) çevrecilik, zamanımızın en tehlikeli kavramı. Tehlikesi elbette ki tahrif etme gücü. Her koşulda, afetler, ikazlar karşısında bile kısa sarsıntılar olsa bile, antroposantrik çevrecilik çelişkileri gizliyor ve yeniden üretiyor.
Tehlikeli olmasının nedeni, kapitalist ve erk merkezci varlığını gizlemesi. Ama ne olursa olsun, hala iktidar alanı içinde varlığını koruyor ve etkisini sürdürüyor.
Kitleleri bir ahlaki ideali temsil ettiklerine inandırıyorlar, kendilerine aydınlatıcı bir rol biçiyorlar. Sonuçları algılıyorlar, yani ikazları alıyorlar. Ama ters yönde…
Bu yüzden sermayenin en büyük felaketler, krizler karşısında bile alternatiflerini sekteye uğratma yeteneğini hiç küçümsememek gerekiyor. (1)
Muazzam bir tahrifat var, “fiziksel” denen çevredeki tahribatın okunma şekilleri üzerinde. “Fiziksel” sözcüğünü tırnak içinde kullanmış olsam da ondan uzak durmaya çalışıyorum, çünkü nesneleştirici yöntemlerle kriz anlarında dahi, her şey görünür olduğunda bile muazzam tahrifat gerçekleşiyor. Sermaye çelişkileri nesneleştirici politikaların içine hapsediyor ve gizliyor.
Bu yüzden de kıyameti görebiliyoruz. Ama kapitalizmin sonunu göremiyoruz.
Peki sermaye bunu nasıl yapıyor?
Sermaye sahipleri kamu imkanlarını, gücünü, imtiyazlarını, kariyer fırsatlarını kullanarak başkaları için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildiklerini iddia ediyorlar. Pazarlıklar kapalı kapılarda yürütülüyor sonra karşımıza kararlar uygulamalar olarak çıkıyor. Oysa karşılaştığımız sorunlar modern toplumlarda kurgulama aşamalarındaki işleyişlere ait işaretler değil mi? Kararların sonuçlarına maruz kalmak, onlarla ancak uygulama aşamasında karşılaşmak şiddet içermiyor mu?
Örneğin savaşlarda, afetlerde ölenlerin ne düşündüklerini, ne hissettiklerini bilebiliyor muyuz? Mevcudiyetleri silinmiş olanların ne düşündüklerini, ne arzuladıklarını bilmiyoruz. Yalnızca hayatta kalanlar olarak tanıklık yapmaya çalışıyoruz, yani imkansız bir işe soyunuyoruz.
Ama kolay kolay ölmek istemeyeceklerini tahmin edebiliyoruz. Onların başlarına gelecekleri bilerek, örneğin fay hatlarına yakın yumuşak zeminleri, yıkılacak binaları tercih ettiklerini, çıkarları için ölmek istediklerini söyleyemeyiz. Ölenleri, ölmek üzere olanları suçlamak… Bu kadar saçmalık inanın artık fazla geliyor bana.
Kimsenin, mantıklı bir neden çerçevesinde ölmeyi arzulayacağını düşünemiyorum.
Dolayısı ile bu çığırından çıkma haline bir “intihar vakası” olarak teşhis koymak bana mantıksız geliyor. Ya bir cinayetten söz ediyoruz, ya da onu bir “intihar” vakası gibi gösteren örtbas etme gayretinden.
Öldükleri için ne hissettiklerini, ne düşündüklerini, ne istediklerini bilmiyoruz. Arkalarından konuştuklarımızın da gerçek bir tanıklık olamayacağını. Eğer öyleyse, eğer hala adil olmak istiyorsak, bırakalım onların adına konuşmayı.
Bu durumda geriye bir ihtimal kalıyor, cinayet.
Eğer bu bir cinayet ise failleri de olmalı. Öyle değil mi? Ortada felaketler, kırımlar ve cinayetler ve teşebbüsleri var. Öyleyse Bunları planlayanlar, uygulayanlar yani failler de olmalı.
Failleri olmayan suç olmaz. Peki öyleyse nerede bu failler?
Yoksa delillerin karartıldığını, cinayetin izlerinin silindiğini mi düşünüyoruz?
Kimi yerde semptomları (delilleri) toplayan, fiilin nasıl gerçekleştiğini bize gösteren, bunların faillerle ilişkilerini kuran gene faillerin kendileri. Bunların hepsi elbette ki birer metafor olarak: Bu yüzden mi acaba maktuller, deliller, suçlar ortada olmasına rağmen cinayet mi, yoksa intihar vakaları mı buna karar veremiyor, bu hakimler.
Ortada fail yok mu? Var, görünürde iktidarlar. Peki neden insanlar onları seçiyor o zaman? Kendileri adlarına suç işlemeleri için mi? Bu nedenle mi örtbas ediliyor suç?
Bu ihtimali düşünmek bile insanın tüylerini diken diken etmeye yeter.
Cinayeti kim işledi, kim azmettirdi, kim suç ortağı oldu? Bunları bilmiyoruz. Çoğu zaman cinayet romanlarında okuyucuyu ters köşeye yatıran, cinayetle hiç alakası yokmuş gibi gözüken aktörler vardır, ya. Öylesine garip, anlaşılmaz bir durum.
Sermayesizleri uygulamalar üzerinden konuşmaya zorlamak, eşitsizliği sürekli kılan bir iktidar oyunu
Biraz abartma pahasına: Bir tarafta bu demokrasi oyununu oynayan, halkı temsil eden yönetimler. Diğer tarafta da kendi kamu yararı anlayışını dikte etmeye çalışan diktatörlük yanlıları…
Kararlar alındıktan sonra ve sorunlar görünür hale geldikten sonra kamusal nitelikli sorumlulukları olan kişilerin “biz de karşıyız” demeleri aldatıcı. Böylece itiraz ediyormuş gibi yapıp, imtiyazlı konumlarını, kendi sorumluluklarını gizliyorlar.
Çelişkiler görünmez kılınıyor
Söyledikleri şu: “Ortaya sonuçlar çıksın, biz de itiraz edelim, kendimizi gösterelim.” Böylece, gösteri fırsatlarının ortaya çıkmasını hedefleyerek, hegemonik iktidarla bakışımlı bir durum yaratmaya çalışıyorlar. Bu nedenle geçmişten ders çıkarmak mümkün olmuyor. Neredeyse yaşanan bütün alternatif deneyimler buharlaşıyor… Daha dünkü başarılı deneyimler bile silinmiş gibi duruyor.
Bu yüzden sorunları kendi iktidar arzularını gerçekleştirmek için gösteri fırsatına çeviren “muhalefet” görünümlü sermayenin de alternatifleri sekteye uğratma yeteneğini hiç küçümsememek gerekiyor. Çelişkiler sınıf perspektifi olmayan bir politik tertibat içinde görünmez kılınıyor.
Yaşadığımız çevreyi, mekanı nesne olarak inşa eden çatışma ve uzlaşma dinamikleri (iktidar gücünü kullanan imtiyaz sahiplerinin eylemlilikleri) rejimin asimetrisini perdelemeye yönelik bir işlev görüyor. Bu mücadele zemini, bir ortaklık girişimi olarak toplulukları iktidar dışında tutma işlevini yerine getiriyor.
Bu mücadelede taraflar görünüyor ama işaretsizleştirme pratikleri ilgi alanı dışında kalıyor. Böylece iktidarın “püf noktası”, yani üzerinde konuşulamayan işaretsizleştirme pratikleri “görünmez neden” olarak iş görüyor. Böylece müşterekler yağmalanmaya hazır bir boşluk haline getiriliyor. Bu “bilen özne” neoliberal saldırılara bir direnç oluşturmak şöyle dursun önünü açıyor, işini kolaylaştırıyor.
Sermayesizleri sonuçlar üzerinden konuşmaya zorlamak, eşitsizliği sürekli kılan bir iktidar oyunu.
Derrida’nın söylediği gibi, temsil edilmeyenler, mevcudiyetleri silinmiş olanlar, yok edilenler ve doğmamış olanlar dikkate alınmadan bir adalet kavramından söz etmek mümkün değil (2). İşte bu nedenle kendi kamu yararı kavramının temsiliyle sınırlı olmayan, iktidar imtiyazlarını kullanmaya talip olmadan topluluklara hayatta kalmanın yollarını gösteren, sınıf perspektifi olan bir politikaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum, yaşanan tahrifatı engellemek için.
İşte ancak o zaman bu çığırından çıkma halinin insanlığın değil, sermayenin krizi olduğu fark edilebilir.
1. Jason Moore, Sistemi Adlandır! Antroposen & Kapitalosen Alternatifi. Terrabayt Düşünce Mayıs 1, 2021
2. Wendy Brown, Tarihten Çıkan Siyaset. Metis Yayınları 2023, sayfa 181