MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: ”Hırvatistan’da futbol ve diğer spor alanlarında elde edilebilen başarıların esas sebebi, ülkenin sahip olduğu sosyalist geçmiş olsa gerek. Sosyalizmin ‘herkes için spor’ ilkesinin spor kültürünün gelişmesinde müspet etki yarattığını söyleyebilmek pekâlâ mümkün.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Artık herkesçe malum, Hırvatistan henüz çok genç ve oldukça küçük bir balkan ülkesidir. 1991 yılında Yugoslavya’dan kopup bağımsızlığını ilan eden hepi topu 56.594 kilometrelik bir alanda dört milyon insanın yaşadığı bu ülkenin nüfusunun 2030 yılında 4 milyondan da daha az olacağı tahmin ediliyor. Peki, genç bir nüfusa sahip olmayan, nüfus artışı sınırlı bu küçük ülke nasıl oluyor da 1992 yılında dâhil olduğu FİFA sisteminin en büyük kupasında bir kez yarı final ve –şimdilik– bir de final oynamayı başardı? Takımın stoperi Lovren’e kulak verecek olursak Lovren, yarı finaldeki İngiltere maçından sonra bu soruya mizahi bir dille cevap verdi: “Çok iyi anne ve babalara sahibiz” ve “Çok iyi sevişiyorlar.”
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Hırvatistan çok düşük bir nüfusa sahip. 4 milyonluk nüfuslarıyla Uruguay’dan sonra Dünya Kupası finaline çıkmayı başaran en düşük nüfuslu ülke durumundalar. Bu modern zamanlarda nadiren karşılaşılan bir durum; zira Uruguay en son Dünya kupası finalini oynağında takvimler 1950 yılını gösteriyordu. Bu ölçekte nüfusa sahip ülkeler arasında bir de 8 milyon nüfusa sahip Çekoslovakya, 1962 yılında final oynayabilmeyi başarmıştı. Bu iki ülkenin uzun yıllar boyunca başka hiçbir başarıya imza atamamış olduğunu göz önüne alacak olursak 20 yıl içerisinde Hırvatistan’ın bir yarı final ve bir de final oynayabilmiş olmasının ne denli az rastlanır bir durum olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Modern futbolda başarılabilmesi çok güç bir işi başardılar. Zira dünya futbolu diğer tüm alanlarda olduğu gibi geniş topraklara, büyük nüfuslara sahip, sanayileşmesini tamamlamış, belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaşmış ülkelerin egemenliği altında. Elbette bunun basit anlaşılabilir bir matematiği var. Geniş nüfuslara sahip zengin ülkelerin daha sık ve sağlıklı taranan geniş bir havuzdan oyuncu seçmeleri ve yetiştirmeleri mümkün oluyor. Savımızı doğrulayabilmek için son iki Dünya Kupasının sahiplerinin İspanya ve Almanya olduğunu ve bu kupada da Hırvatistan’ın rakibinin Fransa olduğunu hatırlamamız sanırım yeterli olacaktır. Diğer yandan örneğin Hırvatistan’ın bugünkü rakibi Fransa’nın genç yıldızı Kylian Mbappe’nin yetiştiği İle-de-France Paris bölgesi 12 milyonluk bir nüfusa sahip; bu da Hırvatistan’ın nüfusunun dört katına tekabül ediyor demektir.
Üstelik Hırvatistan; Hollanda, Belçika, İsviçre gibi düşük nüfuslara sahip olsa da futbolda başarılı olabilen ülkeler gibi belirli bir düzene sahip, işlerin yolunda gittiği, istikrarlı, planlı bir ülke de değil. Uzun yıllar süren yıkıcı bir iç savaştan henüz çıkmış, siyasal, ekonomik ve toplumsal düzenin bir takım krizler ve çalkantılarla sürdüğü bir balkan ülkesi durumdalar. Futbol ortamları da bu ülkelerdeki gibi sağlıklı koşullar içerisinde değil. Örneğin takımın iki kaptanı ve yıldızı Lovren ve Modric, Dinamo Zagreb’in sabık başkanı Zdravko Mamic’in baş aktörü olduğu geniş çaplı bir davada sanık durumundalar. Hülasa karşımızda bir İzlanda modeli yok; ama aynı zamanda karşımızda 2004 Avrupa Kupasını kazanan Yunanistan örneğine benzeyen bir takım da yok.
Tüm sebepler Hırvatistan’ın elde ettiği başarıyı daha etkileyici ve kayda değer kılıyor. Hırvatistan’ın İzlanda gibi sağlam bir tarama sonucu oluşturulmuş, belirli bir sistemi sadakat ve disiplinle oynayan bir takım olduğunu söylemek mümkün değil. Yahut Yunanistan’ın 2004’te yaptığı gibi kapanarak, kontra ataklar kovalayan bir tarzları olduğunu söylemek de mümkün değil. Hırvatistan bu başarıyı “Küçük takım” gibi oynayarak kazanmadı. Bilakis tüm büyük takımlar gibi meydan okuyarak, oyunu ele alarak, oyunun gidişatını belirleyerek, oyununu rakiplerine dikte ederek, topa sahip olarak elde etti.
Biri Real Madrid’te, diğeri Barcelona’da oynayan Modric ve Rakitic gibi iki muhteşem oyun kurucuya sahipler; tıpkı 20 yıl önce Boban ve Prosinecki’ye sahip oldukları gibi. Bu iki yıldız orta saha oyuncusu sayesinde topa ve oyuna egemen olan bir oyun oynuyorlar.
Hırvatistan ister Avrupa Kupası olsun ister Dünya Kupası olsun tüm uluslararası turnuvalara sürekli bir biçimde katılan ve bu turnuvalarda sıklıkla kalifiye olan, her hâlükârda da iz bırakmayı başarabilen bir takım. Bunların ışığında bugünkü başarılarının tesadüf olduğunu iddia etmek oldukça güç olacaktır. Ancak açıklanması daha güç olan durum basit ve sistemsiz bir altyapıya sahip, üst yapıda bile düzensiz, nerdeyse amatör denilebilecek bir futbol düzenine sahip olan Hırvatistan’ın nasıl oluyor da istikrarlı başarısını sürdürebiliyor ve sürekli bir biçimde bu kadar yetenekli sporcular çıkarmayı başarabiliyor olduğudur.
Zira eski ulusal karma oyuncusu ve şimdilerin teknik direktörü Stimac’ın da dile getirdiği üzere, Hırvatistan’ın halen günümüz standartlarına uygun bir stadyumu yok. Hatta ulusal karmanın antrenman yapabileceği günümüz standartlarına uygun bir tesisleri de yok. Tesis eksiğinin yanı sıra, ülkede ciddi bir antrenör sorunu da söz konusu. Ülke yetiştirebildiği oyuncular kalitesinde antrenörler yetiştirebilmeyi başaramıyor. Halen eski Yugoslavya ekolüne yaslanan, top tekniğini, kontrolünü mükemmelleştirmeye çalışan arkaik denebilecek bir antrenörlere sahipler. Esasen bu nokta aynı zamanda Hırvatistan’ı açıklayan ve onları benzersiz kılan bir hususu ifade ediyor. Bu husus belli belirsiz de olsa ya da el yordamıyla da olsa efsanevi Dinamo Zagreb’ten bu yana sürmekte olan ve ülkeye sürekli bir biçimde maharetli orta saha oyuncuları kazandıran bir ekolden bahsedebilmemizi olanaklı kılıyor. Benzer yaklaşımlara sahip, aynı fikirlere sahip antrenörler geleneği sayesinde Hırvatistan’a özgü bir futbol kültüründen bahsetmek mümkün olabiliyor diyebiliriz. Öyle ki bu akşam ulusal karmayla beraber Fransa’ya karşı müsabakaya çıkacak 22 oyuncunun 13’ü Zagreb ve Dinamo Zagreb geçmişine sahip durumdalar.
Ancak tüm bu çelişik durumlara rağmen futbol ve diğer spor alanlarında elde edilebilen başarıların esas sebebi yahut en akla yatkın açıklaması, ülkenin sahip olduğu sosyalist geçmiş olsa gerek. Sosyalizmin sahip olduğu “herkes için spor” ilkesinin geniş halk kitlelerinin spor yapma olanaklarına erişebilmesini sağlaması; böylelikle spor yapmanın yaygınlık kazanabilmesinin oluşturduğu imkânların spor kültürünün gelişmesinde müspet etki yarattığını ve sporcu sayısını artırdığını söyleyebilmek pekâlâ mümkün. Zira Yoldaş Lenin’in de ifade ettiği “Kapitalizmin baskıladığı, ezdiği, boğduğu milyonlar içerisinde, insanların kabiliyetlerini geliştirmek, yeteneklerini ortaya çıkarmak, herkesin istediği bedensel aktiviteyi seçme ve kendini tam olarak gerçekleştirme hedefine erişme şansı ancak sosyalizmde ve komünizmde mümkün olacaktır. Bu sadece toplumun üyelerinin ihtiyaçlarını karşılamayacak, aynı zamanda tam refahı ve toplumun tüm üyelerinin her alanda özgür gelişimini sağlayacaktır” çerçevesinde temayüz eden sosyalist spor anlayışının halen devam eden bakiyesinin sağladığı getirilerin, yukarıda uzunca bahsettiğimiz karmaşık durumun en uygun açıklaması olması mümkün görünüyor.
Artık sosyalist deneyim çok geride kaldı. Ardından korkunç, hatta iğrenç bir iç savaş yaşandı. Eski Yugoslavya artık eski bir hülya ve Hırvatistan artık bambaşka bir ülke. Elbette ki bu geçmişe bakarak Hırvatistan’ı romantize etmeye çalışmak aklı başında bir iş olmayacaktır. Yine kendi adıma ben ilk kez 1998 yılından gördüğüm ve tutulduğum o damalı formanın hatırına ve elbette çocukluk kahramanlarım Suker ve Prosinecki’nin hatırına yine Hırvatistan’ın tarafında olacağım. “Zagrep radyosunda Lily Marleen türküsü” çalması ümidiyle…