Bülent TEKİN yazdı: Siyaset dışında kalması gereken dinin siyaset içinde kullanılmak istenmesi büyük ayrışmalara ve sıkıntılara yol açar. Oysa Diyanet, sivil alanda kalması gereken dini, devlete bağımlı kılıyor.
AKP İktidara geldiğinde yaklaşık olarak 64.000 civarında olan Diyanet personelinin sayısının 130.000’i aştığı medyada yer aldı. Bu sayı din üzerinden siyaset yapabilecek siyasi partiler veya liderler için önemli bir avantaj yaratıyor. Son günlerde -sanki daha önceleri yapılmıyormuş gibi sunulan- Diyanet’in siyasetin içinde olduğu ve iktidar ağzıyla konuştuğu şeklinde tartışmalar yaşanıyor. (Din ve Diyanet 12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerinde de oldukça kullanıldı.) Oysa 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak yerine, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dâhil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı Mustafa Kemal Atatürk döneminde kuruldu. İlk Diyanet İşleri Başkanı, 1 Nisan 1924 tarihinde atanan eski Ankara Müftüsü Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi’dir.
Bugünkü Anayasa’nın 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanmış. Yine Anayasanın 136’ıncı maddesi de şu şekildedir: “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” Laik nitelikteki bir devlette, devletin din işleriyle ilgili anayasal bir kurum olabilirliği büyük tartışma yaratır. Mesela, düşünün bir, camilerin, imamların, vaizlerin, müftülerin bağlı olduğu ve bünyesinde fetva kurulu olan böylesi bir kurum görevlerini “laiklik ilkesi doğrultusunda” getirebilir mi?
Genelde din ve ülkemizde İslam dini toplumu büyük ölçüde etkileyen bir güçtür. Din üzerinden tanrısal söylemlere dayanarak yorumlarda bulunmak toplumda yaşayanların düşüncelerini büyük ölçüde belirler. Siyaset dışında kalması gereken dinin siyaset içinde kullanılmak istenmesi de büyük ayrışmalara ve sıkıntılara yol açar. Oysa Diyanet, sivil alanda kalması gereken dini, devlete bağımlı kılıyor. Din görevlileri devlet memuru yapılarak, devletin ve onu yöneten hükümetin resmi görevlileri olmak zorunda bırakılıyor. Böylece dinin sivil yanı kalmıyor. Bir bakıma bu şekilde de laiklik devletin dinini esas alan ve onu kontrol eden bir mekanizmaya dönüşür. Türkiye özelinde de İslam’ın Sünni ve Hanefi mezhebi esas alınır.
Dinin sivil alandan çıkması diğer dinler döneminde de olmuştur. Örnek verilecek olunursa, Hıristiyanlık Roma tarafından ağır baskılara maruz kalırken, yani sivil iken temel özelliklerini korudu. Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline geldiğinde, Vatikan olarak görünür oldu ve sivilliğini yitirdi. Yozlaşma başladı, diğer mezhepler ile büyük bir ayrılık, kırılma oldu. Kilisenin kurduğu tekel ve tahakküm zaten Reform’u doğurdu.
Adli yıl açılış günü (Yargıtay binasının açılışında) Cumhurbaşkanı’nın bir yanına Diyanet İşleri Başkanı’nı, diğer yanına Yargıtay Başkanı’nı alıp konuşması laiklik konusunu çokça gündeme getirdi. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanı’nın protokolde 40 basamak birden yükseltilmesi “Şeyhülislamlık geri geliyor!” denilmesine kadar olayı taşıdı
Diyanet’le ilgili son tartışma deniz ürünleri üzerinden çıktı. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun yayınladığı fetvaya (bu fetva muhtemelen bir soru üzerine yayınlandı) göre: “Balık sınıfına girmeyen midye, kalamar, yengeç, ıstakoz, karides gibi deniz hayvanlarını yemek helal değildir.” Din İşleri Yüksek Kurulu özerk bir yapıya sahip. Bu noktada, bu sistem içinde ne kadar özerk olunabilir sorusu önem taşıyor. Diyanet’in ülkenin her yerini saran adaletsizlik, rüşvet, yolsuzluk, iltimas, kadın cinayeti, çocuklara tecavüz, yozlaşma gibi konularda herhangi bir şey söylemeyip deniz ürünlerinden nelerin yenip yenemeyeceğine dair fetvası tepkilere neden oldu. Bu fetva büyük olasılıkla Sünni Hanefi mezhebi kurallarına göre verildi. Oysa benim bildiğim kadar yine Sünni Şafii mezhebine göre denizden çıkan ürünlerin yenilmesi helaldir. Burada Sünni mezhepler arasında dahi bir ayrım yapıldığı görülebilir. Bu topraklarda yaşayan Müslüman Kürtlerin büyük çoğunluğu Şafii mezhebine bağlıdır. Yani Sünni mezhepler arasında bile bir farklılık oluşmuş. Diyanet’in mevcut şartlarda Alevileri temsil etme gibi bir durumu da söz konusu değildir. Bu topraklarda hâlâ Alevilerin evlerinin kapılarına, duvarlarına çarpı işareti konulabilmekte ve tehditler yazılmaktadır. Ya gayrimüslimler ile ilgili durum?
Anayasa’nın 136’ncı maddesinde Diyanet için, “…bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” ifadesi geçmektedir. Diyanet böyle davranıyor mu? Diyanet siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalıyor mu? Muhalefet partilerince iktidar yanlısı davranmakla itham edilmektedir. Diyanet’in ve din görevlilerinin bir siyasi partinin yanlısı gibi görünmeleri ve özellikle camilerin politize edilmesi çok tehlikelidir ve zaten anayasal bir suç teşkil eder.
Anayasa’nın ilgili maddesi Diyanet’in “dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek görev yapması”nı emrediyor. Diyanet bir ayrışma yaratamaz. Aksi durumda politik söylemler, vaazlar, hutbeler nedeniyle pek çok insan camilere gitmemeyi tercih eder. Medyada yer alan haberlere bakıldığında Diyanet İşleri Başkanı talimatıyla, hutbelerde sosyal medyanın zararları anlatılacakmış. Eğer bu doğruysa Diyanet yardımıyla toplumu sosyal medyanın kapatılmasına hazırlamak anlamı çıkar. Düşünce ve ifade özgürlüğünün daha da kısıtlanması anlamına gelir.
Kapitalist moderniteye göre devlet (demokratik modernitede amaç ve durum farklıdır), belirli bir ülke içinde yaşayan insanları idare eden organizasyondur. Bu bağlamda devlet, toplum halinde yaşamanın kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir sonucudur. Devlet, toplumsal düzeni ve sosyal istikrarı sağlayan bir kurumlar bütünüdür. Bu tanım biraz açılırsa insanlara huzur, barış, sağlık, güvenlik temin etmek üzere icat edilmiş bir araç anlamı çıkar. Yani devletin dini adalettir.