SEÇTİKLERİMİZ – ERTUĞRUL KÜRKÇÜ Yeni Yaşam’a yazdı: “Bu distopyada, sanki bir aynalı odadaymışızcasına, hakikat yakındayken uzağa kaçıyor, uzaktaki suretler yakındaki hakikatle yer değiştiriyor; her şey hem o, hem değil. Sebepler sonuçlara, sonuçlar sebeplere karışıyor: Zalim mağdur; yalan gerçek; katil maktul; hırsız dürüst; alçak yüce oluyor…”
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ
Yüksek Seçim Kurulu (YSK) son kararıyla itiraf etti: İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerini ve Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasını iptal gerekçesi “uydurma”dır. YSK iptal öncesinde Erdoğan’ın baskısına boyun eğmiş, “yasaya aykırı sandık kurulları oluşturdular” diye ilçe seçim kurulu başkanları ve seçim müdürleri hakkında soruşturma açtırmış, bunu da iptal gerekçesi saymıştı.
Aynı YSK, aynı müdür ve başkanlar hakkındaki şikayetlerini geri çekti; ardından görevlerini 23 Haziran seçimlerinde de sürdürmelerine karar verdi. YSK, 23 Haziran seçimlerini kanuna göre yürütmek zorunda. Elinden gelen başka bir şey yok. Bir bölümü yargıç da olan başkan ve müdürlerin görevine keyfi olarak son verecek olsa kendisi yasa dışına düşecek. Ama “göreve devam” der demez de 31 Mart seçimlerini iptal kararının “hukuki dayanağı” dediği şeyi fiilen havaya uçurmuş oluyor; asıl, 23 Haziran seçimlerinin yolunu açan “iptal” kararının hukuksuz olduğu ortaya çıkıyor.
Herkesin önünde, gündüz gözüyle çalınan minareye kılıf uydurulamıyor bir türlü. Sonuç kepazelik. Ama olan oldu. Erdoğan, “biz kazanmadıysak bir şey olmuştur; olmamışsa da olmuştur” diye diye YSK’ye seçimleri iptal ettirdi; kendi işi görüldü. Döve döve içine attıkları çukurda YSK’nin ne yapacağı onların derdi değil artık: “Bizde yargı bağımsızdır!” Ama YSK’nin daha çekeceği var. AKP’nin pişkin YSK temsilcisi, “bağımsız” yüksek kurulun son kararını “hükümsüz” ilan ediyor. Binali Yıldırım söyleniyor: “E, hani YSK bunları suçlu sayıyordu?” 31 Mart’ta “devletin verdiği görev”den başka bir şey yapmamış memurlar sitemkâr: “[…] Madem kötüydük, neden gene aynı işe koşuluyoruz?”
Bu hamur daha çok su kaldırır. Bayramın geçmesini de beklemeden açılacak besbelli, bayramlık ağızlar! Olup biteni YSK’ye ciro etmek ilk akla gelen şey, ama YSK bir sonuç. Canımız ve tenimizle, ruhumuz ve bedenimizle yaşadığımız halde bize hala zaman zaman gerçek ötesi bir distopyadan fırlamış bir tasvirmişçesine görünebilen, nasıl olduğuna hala inanamadığımız bir hercümerç içinde çürüyen kurumlardan biri.
YSK’nin bir halden başkasına geçişi, dekadans halindeki devletin başkalaşım anları sadece. Devlet ve toplumun süregiden krizinin içinden bakılınca bildiğimiz her şeyin, bilmediğimiz bir şey haline geldiğini görüyoruz. Şaşkınlığımız ondan. Bu distopyada, sanki bir aynalı odadaymışızcasına, hakikat yakındayken uzağa kaçıyor, uzaktaki suretler yakındaki hakikatle yer değiştiriyor; her şey hem o, hem değil. Sebepler sonuçlara, sonuçlar sebeplere karışıyor: Zalim mağdur; yalan gerçek; katil maktul; hırsız dürüst; alçak yüce oluyor… Zalim bulduğu her kürsüde asabiyetten titreyen sesiyle mağduriyetini haykırdıkça müritlerinin, kendileri de ne kadar zulmederlerse mağduriyetin acısını o kadar çıkarabileceklerine imanları güçleniyor.
Bu distopyanın, bu “kötülük ülkesi” tasavvurunun hakikat anı, muktedirin kadınlar, işçiler, çocuklar, hayvanlar, müşterekler ve doğayı kaçınılmazca hayat memat kavgasına mecbur kıldığı an: Acının zevke, açlığın tokluğa, ölümün hayata, yok oluşun varoluşa, aşağılanmanın onura, kötülüğün iyiliğe dönüşmesine yer olmadığının hep beraber idrak edildiği, görünüşten hakikate yükseldiğimiz an. O andayız.
Büyünün bozulduğu, hakikatte sürüp giden çürümenin artık zalimin hayalhanesindeki uğursuz ülkeye “kutlu yürüyüş”ün icabı diye takdim edilemediği günlere geliyoruz. Muktedirin üzerinde ot bitmez bir rant mezarlığına çevirdiği Yassıada’yı sonu gelmez mağduriyet oburluğu içinde “Menderes’in hatırası”na çökerek “Yaslıada” diye pazarlama teşebbüsü sonunda Penguen medyasının duayenini bile çıldırtıyor: ”Neresi yaslıada be! Canına okumuşsun…”
Muktedir sözümona “Adalet Reformu Paketini”, “[…]sistematik işkence, kötü muamele geride kalmıştır” diye allayıp pullarken Halfeti’deki özel tim toplu işkence ayininden canını kurtarıp çıkagelen Abdullah Yıldırım, distopyayı gün ışığı testine sokuyor: “Bütün bunları kim yaptı bize? Bunları işkenceden saymıyor musunuz? Siz bu açıklamayı yapmadan iki gün önce biz sizin görevlendirdiğiniz polisler tarafından işkence ediliyorduk.” Çoook alametler belirdi, distopyanın kullanım süresinin sonuna geliyoruz. Bayramınız kutlu olsun.