Kadir Akın yazdı: Direniş hattı ama nasıl?
Siyasal gericiliği ve totaliter bir rejimi tesis etmek için Erdoğan ve AKP tüm halk kesimleri üzerinde sınır tanımayan saldırılarını arttırırken, bu gidişe karşı toplumsal muhalefetin bütün politik öznelerinin bir direniş hattı örülmesini aktüel ve temel bir görev olarak önlerine koyduklarını ve bunun yaratılması için çağrılar yaptıkları biliniyor. Bir tür demokrasi bloğu ya da cephesi denebilecek bu direniş hattı, epeydir süren kimi çabalara ve girişimlere rağmen bir türlü kurulamadı. Bu amaçla kurulmuş olanlar ise varlık gösteremeden, hitap alanını büyütemeden ve etkili olamadan sönümlenip edilgenleşti. Peki, bu direniş hattı neden kurulamıyor?
Erdoğan’ın gezi isyanından başlayarak, 17-25 Aralık tapeleri, 7 Haziran seçim sonuçları ve Suriye politikasının tamamen çökmesine kadar devam eden süreç boyunca her gün artan bir tedirginlikle iktidarını koruma kaygısı içine girdiğini söyleyebiliriz. Erdoğan ve yakın çevresi, iktidarı kaybetmeleri halinde işledikleri suçlar nedeniyle ulusal-uluslararası mahkemelerin karşısına çıkacaklarını gayet iyi biliyorlar. Gezi isyanı ve 17-25 Aralık’ın yarattığı tedirginlik Erdoğan ve AKP ile sınırlı kalırken, 7 Haziran seçim sonuçları ve Suriye politikasının çöküşü iktidar bloğunun tümünün bu tedirginliğe ortak olmalarını sağladı. Bir anlamda Erdoğan yaşadığı travmayı AKP’nin tümüne, egemen sınıflara ve Kürt meselesi üzerinden orduya taşıdı ve bunda da oldukça başarılı oldu. 17-25 Aralık aynı zamanda yargıya yapılan müdahaleyi bir “darbe” düzeyine yükseltirken, Erdoğan’ın Harp akademilerinde yaptığı konuşmayla 1915 olayları Anadolu’nun homojenleştirilmesi olarak kutsandı ve askeriye ile ideolojik-politik ortaklığın zemini kuruldu.
Başkanlık sistemini kendisi ve yakın çevresi için bir zırh olarak değerlendiren Erdoğan’ın aklından bu konu hiç çıkmıyor. İktidar bloğunun tümünün desteğini arkasına alarak Kürt hareketini ezme, toplumun hak arayan bütün kesimlerini sindirme ve totaliter bir rejim oluşturma doğrultusunda emin adımlarla ilerlerken, cumhurbaşkanlığı makamını fiilen tek yetkili konuma getirerek her alanda olağanüstü hal yaratma ve uygulamada hiçbir beis görmüyor. Fiilen yaptığına anayasal bir zırh sağlamak için meclis aritmetiğiyle oynayarak başkanlık sistemini referanduma götürme konusunda ise kendi partisi içindeki fireleri tam hesaplayamadığı için HDP ve hatta MHP’yi baraj altına iterek 400 vekile sahip olmak, bu yolla amacına ulaşmak ona daha sağlam bir proje olarak görünüyor. Karşılaştığı badireleri alt eden ve AKP içerisinde ki pozisyonunu daha güçlü hale getiren Erdoğan kelimenin gerçek anlamında “reis” konumuna çoktan ulaşmış bulunuyor. Faşist tabanın yeni bir “başbuğ”a doğru meyletmesini bu durum daha iyi izah edecektir. AKP ve Hükümet, Erdoğan için aldığı kararları sorgusuz onaylayacak bir merci konumundadır. Davutoğlu’nun bu durumdan rahatsızlığı olsa da karşı çıkacak bir gücü olduğunu söyleyemeyiz. Sadece Davutoğlu değil, N. Kurtulmuş, Arınç ve Gül’de rahatsızdır. Ama şimdilik bunların Erdoğan için tehdit olduğundan bahsedemeyiz.
Anayasayı ihlal ederek yaptığı fiili başkanlığın yanı sıra; Valilerin hiçbir hukuki temele dayanmadan ilan ettikleri ve aylar süren sokağa çıkma yasakları, Cizre’de görülen Sur’da ise her an beklenen vahşete varan uygulamalar, Kamu Güvenliği Yasası ile polis denetiminin arttırılması, sosyal hayatın terörize edilmesi, yandaş olmayan medyanın ekonomik ve cezai yaptırımlarla susturulması, artık kanıksanır oldu. Emeğe dönük saldırılar, işçi sınıfının kazanılmış haklarını ve sendikal mücadeleyi tasfiye etme çabaları, doğanın devlet güçlerinin denetiminde talan edilmesi, Diyanet işlerinin pervasız fetvaları, her türlü hak arama mücadelesinin görülmedik şiddetle ezilme çabaları, paramiliter odakların tehditleri, cemaat sermayesinin tasfiyesi, faşizme gidişin kilometre taşlarını oluşturuyor.
Erdoğan, bütün bu uygulamalarıyla günlük hayata müdahale ederken, hem toplumun değişik katmanlarının arasına hem de sınıflar mücadelesinin içine irili ufaklı birçok mayının serpiştirilmesine de sebep oluyor elbette. Ülke içinde yarattığı tepkinin yanı sıra uluslararası alanda Suriye politikasının dibe vurmasıyla oluşan bir itibar yitiminin de altını çizmeliyiz. Aslında onun zayıf karnı diyebileceğimiz bu durum partisinde karın ağrısı yaratırken, toplumun geniş kesimlerinin ve sokaktaki sıradan vatandaşın da tedirginlik duyarak gelecek kaygısının had safhaya çıkmasını da beraberinde getiriyor. Ne var ki Erdoğan’ın ustaca yürüttüğü Kürt savaşının yarattığı milliyetçi histeri, geniş kitleler gözünde Erdoğan’ın bu uygulamalarını perdeliyor ve gerçeklerin ters yüz edilmesine dönük bir işlev görerek toplumsal muhalefet güçlerinin paralize olmasını sağlıyor. Bir başka faktörde Kürt meselesinin barışçı yoldan ve birlikte uyum içinde çözüleceğine olan yaygın inanıştı. Bu duruma tamamen angaje olunması, şimdi şiddetli bir çatışmanın içine girilmesini bir türlü kabul edememe ve anlayamama gibi bir durumun doğmasına da neden oldu. Çok uzun süredir bir siyaset tarzı olarak benimsediği kutuplaştırma ve bundan doğan gerilimi kendi lehine çevirme taktiğini başarıyla kullanan Erdoğan, 7 Haziran seçimleri sonrası devletin bütün katmanlarının içine düştüğü telaşı da yedeğine alarak başlattığı Kürt savaşının, 1 Kasım seçimlerinde onu nasıl başarıya götürdüğünü biliyor.
Peki, ne yapmak gerekiyor? Batıda totaliter bir rejimin yaratacağı tehlikeyi gören, bundan etkilenen ve karşı duruş sergilemeye hazır mücadele içine girecek geniş kesimlerin varlığı biliniyor. Ama bilinen bir başka gerçeklikte; bu kesimlerin önemli bir kısmının ekseninde Kürt sorunu olan geniş bir muhalefet cephesinin içinde yer almaktan uzak duracağı. Dolayısıyla geniş bir demokrasi cephesinin kurulamamasının önünde paradoksa dönüşen bu durumun nasıl aşılacağı Gordion’un düğümü gibi çözüm bekliyor. Bahar aylarında çatışmaların yaygınlaşmasıyla birlikte bu düğüme bir ilmik daha atılacağı da hesaba katılmalıdır. Bir yanda Kürt illerinde katliama ve neredeyse soykırıma varan uygulamalar, diğer yandan totaliter bir rejime doğru hızla akıp giden süreç ve bir türlü hitap alanı geniş bir mücadele cephesini kuramamak, parçalı güçlerle yetersiz bir mücadele içinde seyirci konumuna düşmek gibi bir atalete teslim olmak! Sosyal şovenizme saplanmadan bu sarmaldan kurtulmak gerekiyor. Batıda aktüel konular üzerinde en geniş mutabakatı yaratarak demokrasi talebiyle sürdürülecek kampanyalar ön açıcı olabileceği gibi yakıcı sorunlar batıya dönük dille bu zeminden anlatılabilir. Akademisyenlerin çıkışlarının yarattığı etki yabana atılmamalıdır. Can Dündar-Erdem Gül davası tam da böyle bir geniş kampanya için uygun bir çıkış olabilirdi. Kaldı ki Artvin’de başlayıp büyüyen direniş de gözden kaçırılmamalıdır. Özellikle içinde olduğumuz konjonktürde HDP’ye büyük sorumluluk düşmektedir. HDP’nin propaganda dilini dikkatli kullanması demokrasi mücadelesinin büyümesinde rol sahibi olacaktır.
Önümüzdeki günlerde benzer saldırı ve tutuklamaların devem edeceği düşünülürse, bu yoldan ilerleyerek hemen herkesin gündemindeki demokrasi bloğunu yaratabilmek mümkün olabilir. Unutmayalım ki, bir iktidar istediği kadar zayıflasın ve yıpransın, onu değiştirecek bir alternatif, bir güç ortaya çıkmadıkça o iktidar hükümranlığını devam ettirir.