DTK’nın düzenlediği Demokratik İslam Konferansı, “demokrasi ve İslam” ilişkisini bir kez daha gündeme getirdi. Kürt özgürlük hareketi, din ile ilişkisinde yeni bir adım atmaya hazırlanırken, peki sosyalistler konuya nasıl bakıyor? İslam demokratik midir, gerici mi? Din Kürt sorununun çözümünde nasıl bir rol oynayabilir? Sosyalistlerin, Müslüman emekçi kitlelerle arasındaki mesafede dine yaklaşımının etkisi var mı? Egemenlerin dini ve ezilenlerin dini gibi bir ayrım mevcut mu? Gerçekten söylendiği gibi devrimciler dine düşman mı?
Tüm bu soruları, Ezilenlerin Sosyalist Partisi’nden Serkan Gündoğdu ile konuştuk:
Kürt özgürlük hareketi öncülüğünde Demokratik İslam Konferansı toplanıyor. Bu konferansla herhangi bir ilişkiniz var mı? Beklentileriniz nelerdir?
Partimizin Kürdistan örgütü bu konferansta yer alacak. Konferansın tartışmalarına katılacak, deneyimlerinden yararlanacak. Konferansın içindeyiz, bir parçasıyız.
Beklentilerimize gelince, iki noktada toplanabilir. Konferans, Kürt halkımız nezdinde, İslam nosyonunda demokratik algıyı geliştirmek, demokratik barış mücadelesini geliştirmek, Kürdistan’da Gülen Cemaati’nin, AKP’nin veya Hizbullah’ın gerçekte barış karşıtı, Kürt halkımızın beklentilerine karşı, ulusal demokratik haklara karşı dini argümanlarla yaptığı politikalarını boşa düşürme rolü oynayacaktır. Dindar Kürt halk kesimlerini, karşıdevrimin etkisinden çıkarmak ve demokratik barış çerçevesinde alternatif bir yol açmada bir rol oynayacaktır.
İkinci olarak Türkiye’de, Müslüman Türk emekçilerine mesaj vermek. Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin karşılanması, adil demokratik barış adına bu mesajı vermek. Müslüman emekçilerin kolay kabul edebileceği, dini atıflarla anlatabileceği bir açılımı başarabilirse, beklentimizin ikinci kısmı da karşılanmış olacaktır.
İslam ve demokrasi ilişkisi hep tartışılmıştır. Siz nasıl görüyorsunuz bu ilişkiyi?
Bu ilişkiye tarihsel perspektiften bakmak gerekir. Tarihsel olarak baktığımızda, “İslam’ın antidemokratik bir özü ve niteliği vardır” şeklinde dogmatik yaklaşım gerçek sayılmaz. Dinlerin ortaya çıkışı, toplumsal devrimler şeklinde olmuştur. Özellikle tek tanrılı dinler. Çıkış koşullarında ezilenlerin, egemenlere karşı şu ya da bu düzeyde karşı çıkışını ve isyanını dile getirir, isyanına tercüman olur. Ve ezilenler arasında yayıldığı ölçüde de demokratik ilişkiler kurulmasını beraberinde getirir. Musa Mısır’da kölelerin temsilcisi olarak, köleler arasındaki demokratik ilişkiyi kurarak çıkmıştır. Veya İsa komünalist örgütlenmenin bir temsilcisidir. Eşitlikçidir, yine ezilenler arasındaki demokratik ilişkiyi savunmuş ve uygulamıştır. Muhammed peygamber de ezilenlerin muktedirlere karşı kendi durumlarını değiştirme mücadelesinin öncüsü olarak çıkmıştır. Yine ezilenler arasında demokratik ilişkiler örgütlemiştir.
Tarihsel perspektiften baktığımızda din olgusu ve İslam, pekala demokrasiyle bağdaşabilir. Ne zaman ki dinler devletleşir, egemen sınıflar elinde bir araç haline gelir, o zaman antidemokratik karakteri baskın hale gelir. Doğuş ve gelişme koşullarında demokrasiyle uyuşurken, bugün egemenlerin elinde baskı, otorite ve itaat aracı olmuştur. Ezilenlerin temsilcileri olan dini akımlar ise demokratik devlet düzenini savunabilmekteler. Dolayısıyla dine, hangi sınıfın ve toplumsal kesimin elinde bir araç olarak kullanıldığına, egemenlerin bir aracı mı yoksa ezilenlerin bir düşünce ve toplumsal örgütlenme biçimi olarak mı sahne aldığına bakmak gerekir.
Devlet dini ve halk dini ayrımı yapıyorsunuz. Bu ayrım kendisini nasıl gösteriyor ve bunu halka anlatabiliyor musunuz?
Böyle bir ayrım kesinkes vardır. Din, ezilenlerin ya da halkın duygularında ya da düşüncelerinde kendine özgü bir yer tutar. Örneğin, genellikle dayanışmacıdır ya da ezilenlerin adalet ve eşitlik anlayışını dini argümanlarla dile getirmesinin ifadesidir. Ama egemenlerin, devletin elinde bambaşka bir rol oynar. Orada egemenlik, otorite kurma ve itaat ettirme aracıdır. Baskı ve ezme aracıdır. Tarihsel olarak baktığımızda ikiye ayrışmıştır. Modern toplumun öncesi bütün dönemlerde, ezilenlerin isyanları hatta ezilenlerin komünist özlü isyanları dahi din bayrağı altında gerçekleşmiştir. Karmatiler de böyledir, Hasan Sabbahlar da böyledir, Almanya’da Thomas Müntzer öncülüğündeki köylü ayaklanmalarından Rusya’daki Pugaçev ayaklanmasına, Çin’deki Taiping devrimine ya da bizim Anadolu coğrafyasında Babailer isyanına, Bedreddin isyanına kadar bütün isyanlara bakalım, adaleti, eşitliği yorumlayan din bayrağı altında gerçekleşmiştir. Dolayısıyla halk dinini temsil ederler. Modern zamanlarda da kendine özgü biçimler alarak, kendini üreten bir ayrımdır. Her şeyden önce sınıfsal bir karşıtlık vardır. Örneğin cami kapısının önüne bakınız, on liralık ayakkabıyla bin liralık ayakkabıyı yan yana görürsünüz. On liralık ayakkabının sahibiyle, bin liralık ayakkabının sahibi arasındaki sınıfsal ayrışmanın ve farklılaşmanın siyaseten de ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü toplumsal bakımdan çok keskin farklılaşma vardır, ayrı sınıfların insanıdırlar. Ayrı düşünürler, ayrı duygulanırlar. Dinden anladıkları ikisinin de apayrıdır. Müslümanlık açısından bakarsak, halkın dini değerleri başka türlü şekillenir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen Muhammed peygamberin bu sözü karşılık bulur halk arasında. Örneğin Ramazan Bayramında ya da Kurban Bayramında halk dayanışmasının değişik biçimlerdeki toplumsal örgütlenmesi karşılık bulur. Egemenler açısından bakarsak, ezilenlerin mücadelesini, devrimci demokratik mücadeleleri bastırmanın fetvaları verilir dinde. Ezilenlere, ezilenlerin devrimci öncülerine karşı konumlanmanın argümanları çıkarılır dinden. İki farklı din anlayışı karşı karşıya gelir, hatta mücadele de ortaya çıkar. Nerede görüyoruz bunu? Örneğin Antikapitalist Müslümanlarla AKP arasındaki mücadelede görürüz.
İslam’ın Kürt sorununun demokratik çözümünde, halklar arasında adil bir barışın sağlanmasında katkısı olabilir mi?
Olabilir. Olguya karşıt bir noktadan bakmak gerekir. Şöyle ki, AKP ya da Gülen cemaati veya Hizbullah, bunlar Kürt toplumu arasında etkin olan karşıdevrimci ve devletçi kuvvetler. Bunlar dini argümanlarla siyaset yaparak, ulusal demokratik taleplerin geri bıraktırılmasını, bastırılmasını ya da bir şekilde çarpıtılıp başka bir kulvara sokulmasını savunageldiler ve hala bu kulvardan yürüyorlar. Bunların Kürt halkı nezdinde dini duygulardan kaynaklı bir etkileri var. Kürt halkımızın ulusal demokratik taleplerine ve ulusal çıkarlarına karşı konumlanıyorlar. AKP, diyalog ve müzakere sürecini bir oyalama biçiminde sürdürmek istiyor. Fethullah Gülen cemaati değişik aşamalardaki hamleleriyle basbayağı diyalog sürecini baltalama yönlü konum alıyor. Hizbullah arka arkaya provokasyon ve saldırılara girişiyor.
Dolayısıyla İslamı kullanarak, karşıdevrimci siyaset yapan, Kürt halkımızın ulusal demokratik taleplerinin gerçekleşmesinin önünde engel olan bu kesimlerin zayıflatılması, demokratik güçler için temel bir meseledir. Böyle bir konferans, bu konferanstan da öte Kürdistan’da İslam’ın demokratik yorumu, bu yorumun Kürt halkı nezdinde yaygınlık kazanması, dini karşıdevrimin amaçları için kullanan kesimlerin ellerindeki silahın alınması ve bunların etkisizleştirilmesinin koşullarını oluşturacaktır. Dolayısıyla bu konferans buna hizmet ettiği ölçüde başarılı sonuçlar getirecektir. AKP’nin, Cemaat’in ve Hizbullah’ın etkisi altındaki kesimler de dahil olmak üzere Kürt halkımızı daha geniş ölçüde demokratik barıştan yana saflaştırabilirse, amacına ulaşacaktır. Bu girişimler son derece değerlidir.
Türkiye sol-sosyalist hareketinin emekçi halk kitleleriyle bir yabancılaşma sorunu yaşadığı biliniyor. Halkların ağırlıklı kısmını Müslüman inanıştan emekçilerin oluşturduğu göz önüne alındığında, bu yabancılaşmada, sol-sosyalist güçlerin din olgusunun tarihsel ve toplumsal- kültürel gerçeğini kavramadaki yetmezlikleri ve yanlışlıklarının payı nedir sizce?
Böyle bir yabancılaşma ve mesafe vardır. Olgusaldır, açık ve gerçektir. Bu yabancılaşmayı ve mesafeyi, Türkiye’deki hemen her sol sosyalist kuvvetlerin dilinde, jargonunda, politika yapış tarzında, örgütlenme biçimlerinde, yani çalışmanın bütün boyutlarında izini sürmek mümkündür. Yine burada tarihsel bakmak gerekir. Türkiye’deki Kemalizm olgusuna dönmek gerekir. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk ulusal devletinin katı bir laiklik anlayışını savunageldiği tarihsel bir kesit vardır. Zorla Türk uluslaşması sağlanması, Arap Fars İslam kültürünün geleneğinin geri bıraktırılması gerekiyordu. Bir bu nedenle İslamın o zamanki biçimine savaş açıldı. İki, Mustafa Kemal karşıtı bütün olası iktidar odaklarının temizlenmesi gerekiyordu, bunun için savaş açıldı. Katı bir laikçi uygulama söz konusu oldu. Bu, toplumsal devrimci, değiştirici hamle olarak lanse edildi. Oysa ki düpedüz halk düşmanı bir karakter taşıyordu. Engels basitçe şöyle söylemişti 150 yıl önce: Dinin üzerine jandarmayla gidildiği koşullarda din yaygınlaşacaktır. Bu Türkiye pratiğinde kanıtlandı. Oysa bizim tarihimizde, TKP (eski TKP)’den başlayarak, Mustafa Kemal’in gerçekte halk düşmanı laikçi hamleleri, ilerici özellik olarak yorumlandı ve Türkiye devrimci sol emekçi hareketine bu algılayış miras olarak kaldı. Köklü, aşılması zor bir miras. Böyle olunca Türkiye sol sosyalist antifaşist hareketi, dindar emekçileri küçümseyen, otomatikman gerici olarak gören bir noktaya sürüklendi. Bu kaçınılmaz bir mesafe yarattı.
Partimiz ESP, kendi kulvarında, bütün bir geçmiş ve devrimci hareketin yaklaşım tarzını sakatlayan anlayışlarından kopuyor ve başka bir çizgiden yürüyor. Örneğin Türk tipi laikliği kesinlikle savunmuyor ve mahkum ediyor. Türk tipi laiklik; gayri Müslümanlığa karşı Müslüman, Aleviliğe karşı Sünni, Şafi’ye karşı Hanefi, ama Sünni emekçi dindara karşı devlet ve laikçi bir anlayışı temsil ediyor. Bütün ilişkilerde ezme ve ezilme ilişkisi gündeme geliyor.
Sol, sosyalist, demokratik ve antifaşist kesimde etkili olan Kemalist laiklik anlayışının izleriyle mücadele ederek başka bir kulvardan yeni bir yol açmaya çalışıyoruz.
Halk arasında devrimcilerin dine karşı olduğu algısı var. Ne diyorsunuz bu duruma?
Böyle bir algı var. Bir kısmı karşıdevrimci kışkırtmalardan kaynaklanır. Egemenler, dini argümanları kullanarak halkımızı, emekçileri, yoksulları devrimcilere karşı “bunlar din düşmanı” diye kışkırtır. Bir kısmı ise sol sosyalist harekette tarihsel olarak oluşmuş Kemalist laikçilik anlayışın izlerinin mirasıdır. Oysa partimizin görüş açısından bakıldığında, devrimcilerin din düşmanı olmak gibi bir sorunu yoktur. Dine karşı mücadele yürütmek gibi bir derdi yoktur. Devrimcilerin mücadelesi siyasi gericiliğe karşı olur. Politik planda gericilik üreten akımlara karşı sürdürülür. Eğer ki gerici bir akım dini argümanlarla karşıdevrimci bir siyaset yürütüyorsa doğal olarak devrimciler, bu akıma karşı mücadele yürütür. Bu din karşıtı bir mücadele değildir, gerici olan bir kuvvete karşı mücadeledir.
AKP, devlet iktidarını git gide daha fazla ele geçirdikçe, İslamı da devlet aygıtına daha fazla monte etti. Bu yeni bir durum. Tarihsel olarak Türkiye’de oluşmuş bir çelişki, dindar kesimlerle devlet arasındaki çelişki, İslam ve devlet aygıtında AKP’yle birlikte ortadan kalkıyor ve dolayısıyla Sünni inanıştan Müslümanlar arasında Sınıfsal ayrışma keskinleşmiş oluyor. Hele de bu koşullarda devrimcilerin din karşıtı gibi görünmekten özenle sakınmaları gerekiyor. Bu ayrışma zemininde dindar, yoksul emekçi kesimlerle buluşabilmenin imkanlarını değerlendirebilmek için böyle bir algı yaratmaktan özenle kaçınmak gerekiyor. Partimiz tersine, tarihte ilerici olan ne varsa, dinsel kültürel alanda dahi ilerici olan ne varsa bunların hepsini sahipleniyor. Hz. Hüseyin’in Kerbela’daki direniş yolundan bugün yürüyenlerin devrimciler olduğunu söylüyor. Örneğin Muhammed peygamberin “La ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)” diyerek yeryüzündeki mülk sahibi ilahlara kafa tutma anlayışını, gerçekte devrimciler temsil ediyor, devrimciler kendi pratiklerinde gerçekleştiriyor. Biz Sünni Müslüman emekçi kitlelerle buluşurken, sadece din düşmanı bir sol varmış algısını yıkmak göreviyle karşı karşıya değiliz, aynı zamanda yoksul Müslümanların dilinden konuşmak, değer yargılarındaki bütün ilerici unsurları sahiplenmek ve mücadele gücüne dönüştürmek gibi bir görevimiz ve sorumluluğumuz var.
Örneğin BDP’nin Kürdistan’da sivil cumalar ya da Kutlu Doğum etkinlikleri yoluyla Kürt emekçilerini ve Kürt yoksullarını Gülen cemaatine, AKP’ye veya Hizbullah’a terk etmemek için olağanüstü çaba sarf etmesini partimiz önemsiyor, anlamlı ve değerli görüyor. Partimiz, halk dininin yansıması olarak Gezi ayaklanması sırasında direniş Kandili, direniş cuması etkinlikleri gerçekleştirmesini bizzat destekledi. Herhangi bir sorun yaşanmaması için önlemlerin alınmasında büyük katkıda bulundu. Bu tip yollarla Müslüman, dindar Sünni emekçiler arasında demokratik siyasetin, devrimci demokratik örgütlenmenin, mücadelenin geliştirilmesi, halklarımızın egemen sınıflara karşı, faşizme karşı saflaştırılması açısından büyük rol oynayabileceğinin bilincindeyiz. Bu yönlü girişimlerin hepsini önemsiyoruz.
Farklı siyasi anlayışlara sahip örgütlemelerin, farklı toplumsal hareketlerin, farklı ulusal örgütlenmelerin ortak kulvarı olarak HDK, demokratik Müslüman örgütlenmelerin de içinde yer aldığı bir bileşim. Biz HDK ve HDP’de Müslümanlarla ortak çalışmayı, birleşik mücadeleyi önemsiyoruz. Dışındaki demokratik Müslüman akımların da HDK’da yer almalarını istiyoruz, bekliyoruz. Böylelikle dindar emekçi kesimler nezdinde demokrasi mücadelesinin, politik özgürlükler mücadelesinin büyümesinin olanakları artacak. Dindar emekçi kesimler, AKP’nin gerici politikalarının tabanı olmaktan kurtulmanın yolunu bulacaklardır.
Materyalizm açısından bakarsak?
Marks’ın “Din halkın afyonudur” lafı çok bilinir. Ama bu sözün önünde ve arkasında Marks’ın ne söylediği çok bilinmez. O bir pasajdır. Marks orada “dinin kalpsiz dünyanın kalbi olduğunu, halkın sezgisi olduğunu, ezilmeye karşı protesto olduğunu” söyler. Dine basitçe, egemenlerin elinde halkı uyutmanın bir aracı olarak bakmaz. Bir yandan bunu görür, dinin karşıt bir rol olduğunu, egemenliğe, sömürüye karşı bir nevi protesto olarak geliştiğini görür. Bunu aynı pasaj içinde vurgular.
Biz dine tarihsel bağlam içerisinde bakıyoruz. Dinin hangi tarihsel koşullarda ve hangi sınıfın elinde, nasıl bir rol oynadığına bakıyoruz. Partimizin dünya görüşü, diyalektik materyalizm. Dolayısıyla, partimiz bir siyasi örgütlenme olarak herhangi bir dini anlayışı benimsemiyor. Bununla birlikte, dini toplumsal bir olgu olarak ele alıyor, halkın inanışında, vicdanında, kültüründe, geleneğinde, alışkanlığında büyük bir karşılığı olduğunu biliyor. Bu toplumsal gerçeklik yok sayılarak ya da bunun içindeki ilerici değerler yokmuşçasına politika yapmayı doğru bulmuyor. Devrimci politikanın da böyle yapılmayacağını görüyor, söylüyor.
Röportaj: Etkin Haber Ajansı / Derya Okatan
SYKP’den Halit Elçi: “Biz dindarlarla devrim yapacağız”