ÇEVİRİ – Vijay PRASHAD’in Tricontinental’deki yazısını Zeki YAŞ çevirdi: “Onlar Bugünden bir çıkış aramışlardı; bir gelecek aramışlardı. Devrimciler ayağa kalktığında, diye yazıyordu Alaa ve Ahmed, ‘aşktan başka hiçbir şeyi’ gözetmez.”
Hindistanlı Marksist tarihçi, gazeteci ve yorumcu Vijay Prashad Toplumsal Araştırma Kurumu Tricontinental’in yöneticisi ve LeftWord Books yayınevinin baş editörü. Arap isyanlarının 10. Yıldönümü vesilesiyle 17 Aralık 2020’de Tricontinental internet baskısında kaleme aldığı “The Revolutionaries, When They Rise, Care for Nothing but Love: Newsletter Fifty-One (2020”) başlıklı makaleyi Zeki Yaş Türkçe’ye çevirdi.
Muhammed Buazizi’nin 17 Aralık 2010’da Tunus’un Sidi Buzid kentinde kendini ateşe vermesinin üzerinden on yıl geçti. Buazizi bir sokak satıcısıydı. Canına kıymasına yol açan sokaklarda ekmeğini kazanırken polislerin saldırısına uğramış olmasıydı. Haberin duyulmasının hemen ardından, Tunus’un bu küçük kentinde binlerce insan öfkeyle sokaklara çıktı. Onların öfke patlaması, sendikaların, kitle örgütlerinin, siyasi partilerin ve sivil grupların caddelerde Zeynel Abidin Bin Ali Hükümeti’ni devirmek için gösteri yürüyüşleri yaptığı Başkent Tunus’a ulaştı. Tunus’daki gösteriler, Mısır’dan İspanya’ya kadar Akdeniz’i dolaşarak benzer patlamalara esin kaynağı oldu; yüz milyonların ortak duygusu, Kahire’nin Tahrir Meydanı’nı hınca hınç dolduranların bir ilahinin nakaratı gibi tekrarladıkları “Aş şaab yurid ıskat an-nizam” (Halk rejimi devirmek istiyor ) haykırışlarında yankılandı.
İçleri öfke ya da gazapla dolu insanlar, İspanyolca tabiriyle indignados, sokaklara döküldü. Umutlarının, hem görünen hem de görünmeyen güçlerin ayaklarının altında ezildiğini haykırmak için sokaklardaydılar. 2007-08 mali krizinin yol açtığı küresel gerilemeye rağmen kendi ülkelerindeki milyarderlerin ve onların devletle yağlı ballı ilişkilerini görmek kolaydı. Asıl zor olan hükümetlerinin (halktan yana olsalar bile) insani politikalar uygulama kapasitesinin finans kapital güçlerince aşındırılmış olduğunu görmekti, ama bunun sonuçları da daha az yıkıcı sayılmazdı.
“Rejimi devirin” sloganını körükleyen duygu hep şer ile ehveni şer arasında işe yaramaz seçimler yapmaktan içleri kararmış büyük halk toplulukları arasında yaygın olarak paylaşılıyordu; bu insanlar artık, bugüne kadar durumlarında ufacık da olsa bir değişiklik yaratmayan seçim oyunlarının ufkunun ötesinde bir şeyler arıyorlardı. Politikacılar seçimlere girerken ne söylemişlerse iş başına geldiklerinde tam tersini yapa gelmişlerdi.
Örneğin, Kasım-Aralık 2010’da, Birleşik Krallık’ta öğrenci protestoları Liberal Demokratların okul harçlarına zam yapmayacakları yolundaki seçim vaatlerini çiğnemeleriyle patlak vermişti; ceremeyi bütün halk çekiyordu. Birleşik Krallık’ta öğrenciler “Yunanistan’da, Fransa’da; şimdi de burada!” sloganını haykırıyordu. Bunlara “los pingüinos”, yani “penguenler” olarak bilinen öğrencilerin eğitim bütçesi kesintilerine karşı sokakları tuttuğu Şili eklendi; protestolar Mayıs 2011’de yeniden canlanacak ve iki yıl sürecek olan “el invierno estudiantil chileno” (Şili Öğrenci Kişi) başlayacaktı. Bu küresel öfke dalgasına Eylül 2011’de, ABD’deki İşgal Hareketi de katılacaktı. Harekete ABD hükümetinin, 2007-08 finansal krizinin yol açtığı ipotek felaketi soncunda insanların evlerinden kitle halinde atılmaya başlamasına çare bulamayışı yol açmıştı. Birisi, WallStreet’in duvarlarına “Amerikan Rüyasını ancak uykunuzda görürsünüz” diye yazmıştı.
Artık slogan “Rejimi Devirin” olmuştu çünkü kurulu düzene olan inanç zayıflamıştı; artık hayattan merkez bankalarının ve neoliberal hükümetlerin sunabileceklerinden fazlası talep ediliyordu. Ancak, protestoların amacı, sadece hükümeti devirmekten ibaret değildi, çünkü sorunun yalnız başına hükümetlerle ilgili olmadığına dair yaygın bir kabul vardı: Söz konusu olan, insan toplumlarının önünde hangi siyasal imkanların açılmakta olduğuna dair çok daha derin bir sorundu. Kuşaklar, farklı iddiaları olan hükümetlerin kemer sıkma politikalarını deneyimlemişti. Bunlar arasında kendilerine zengin hisse senedi sahiplerinin haklarının -örneğin- geri kalan bütün yurttaşların haklarından çok daha önemli olduğu söylenen sosyal demokrat hükümetler bile vardı mesela. Bu tavrı tetikleyen, örneğin daha sonraları, 2015’te Yunanistan’da iktidara gelen Syriza koalisyonu benzeri ilerici görünen hükümetlerin, kemer sıkma politikalarına son verme vaadlerini yerine getiremeyişlerinin doğurduğu yıkıcı öfkeydi.
Ayaklanma kelimenin gerçek anlamıyla küresel nitelikteydi. 14 Mart 2010’da Bangkok’ta bir milyon “Kırmızı Gömlekli”, ordu, hanedan ve para sahiplerinin devletine karşı sokaklara çıktı; İspanya’da 15 Ekim 2011’de yarım milyon “indignados” (öfkeliler) Madrid sokaklarında yürüyüşe geçti. Financial Times’ın önde gelen yorumcularından biri, 2011’i “küresel öfke yılı” ilan eden önemli makalesinde isyanın, “uluslararası bir seçkinler şebekesiyle kendilerini ekonomik büyümenin nimetlerinden yoksun bırakılmış hisseden ve yolsuzluklara öfkeli sıradan yurttaşları karşı karşıya getirdiğini” yazıyordu.
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) Ekim 2008 tarihli raporu, OECD’ye üye dünyanın en zengin yirmi ülkesinin hepsinde 1980’lerle 2000’ler arasında, eşitsizliklerin arttığını ortaya koymuştu. Kalkınmakta olan dünyanın durumuysa tam bir felaketti; BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) 2008’de yayınladığı rapor, 1990 ve 2004 yılları arasında kalkınmakta olan bölgelerdeki nüfusun en yoksul yüzde 20’lik kesiminin ulusal tüketimden aldığı payın yüzde 4.6’dan yüzde 3.9’a düştüğünü ortaya koyuyordu. En yoksul yüzde 20’nin ulusal tüketim ya da gelirin sadece yüzde 3’ünü aldığı Latin Amerika, the Karayipler ve Sahra altı Afrikası’ndaysa durum çok daha vahimdi. Bankaları 2008’deki ciddi krizden kurtarmaya yardımcı olmak için o kadar çok fon toplanmış olsa da, bunlar hayatlarının git gide daha güvencesiz hale geldiğini gören milyarlarca insan için bir yeniden gelir bölüşümü fırsatına dönüşmemişti. Bu da, o dönemdeki ayaklanmaları tetikleyen en önemli etkendi.
Tüm bu istatistikler içerisinde umut verici olanların da olduğunu belirtmeden geçmeyelim; BM Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu (ECLAC) Başkanı Alicia Bárcena, Mart 2011’de, büyük gelir eşitsizliğine rağmen, bazı hükümetlerin sosyal politikaları sayesinde bölgede yoksulluk oranlarının düştüğünü yazmıştı. Bárcena’nın sözünü ettiği, Brezilya’da Bolsa Familia gibi sosyal projeler yürütmekte olan Başkan Lula da Silva yönetimindeki sosyal demokrat hükümetle Bolivya’da Başkan Evo Morales ve Venezuela’da Başkan Hugo Chavez yönetimindeki sol hükümetlerdi. Dünyanın bu bölgelerinde öfkeliler hükümetlere girmiş ve kendi farklı gündemlerini yürütmeye başlamışlardı. Zenginler nasıl da büyük bir hızla, “demokrasiyi geliştirme” söyleminden kanun ve nizam söylemine geçivermiş, kent meydanlarını temizlemek ve ülkeleri bombardıman ve darbelerle tehdit etmek için polisleri ve F16’ları gönderivermişlerdi.
Batı, bölgesel güçler (İran, Suudi Arabistan ve Türkiye) Libya ve Suriye merkezli sıcak savaşı kızıştırırken, adını Avrupa’daki 1848 isyanlarından alan Arap Baharı, hızla soğudu. Libya devletinin 2011 NATO saldırısıyla yıkılması, Afrika Birliği’ni gözden düşürdü. Birlik, Fransız frangı ve ABD dolarının yerini alacak olan ortak Afrika para birimi tesisiyle ilgili bütün müzakereleri askıya aldı ve Mali’den Nijer’e bütün Sahil bölgesi büyük bir Fransız ve Amerikan müdahalesine açık hale geldi.
Suriye’deki hükümeti devirmeye yönelik muazzam baskı 2011’de başladı ve 2012’de derinleşti. ABD’nin 2003’teki yasadışı Irak savaşının ardından genişlemeye başlayan bu parçalı Arap Birliği; Suriye’yi İran ve düşmanları (Suudi Arabistan, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri) arasındaki bölgesel bir savaşın ön cephesi haline getirdi ve Filistin davasının merkezi önemini azalttı. Mısır’da, generallerin kurduğu yeni hükümetin içişleri bakanı General Muhammed İbrahim nobran bir edayla “Hakimler, polisler ve ordu arasındaki birlik ve beraberliğin Altın Çağı’nı yaşıyoruz” diyordu. Kuzey Atlantikçi liberaller hemen generallerin peşine takıldılar; Aralık 2020’de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, eski bir general olan Mısır Cumhurbaşkanı Abdel Fattah el-Sisi’yi Fransa’nın en yüksek nişanı olan Légion d’Honneur ile onurlandırdı.
Bu arada Washington, Pembe Dalga olarak bilinen şeyi devirmek üzere Latin Amerika’da bir dizi maskaralık başlatmıştı. Maskaralık, Venezuela hükümetine karşı 2002’deki darbe girişiminden 2009’da Honduras’daki darbe girişimine ve Haiti’den Arjantin’e Amerikan yarımküresindeki her ilerici hükümete karşı açılan melez (hibrit) savaşlara kadar uzanıyordu. Emtia -özellikle petrol- fiyatlarındaki düşüş yarımküredeki ekonomik işleyişi sekteye uğrattı. Washington bu fırsatı, çoğu bu baskıya göğüs geremeyen sol hükümetler üzerinde istihbari, mali, diplomatik ve askeri baskı uygulamak için kullandı. 2012’de Paraguay’da Fernando Lugo hükümetine karşı yapılan darbe, 2016’da Brezilya Devlet Başkanı Dilma’nın başına geleceklerin habercisi gibiydi.
Ekonomik ve siyasi sistemi değiştirmeye yönelik umudun her kırıntısı, savaşın, darbelerin ve IMF gibi kuruluşların yoğun baskısı altında ezildi. Eskinin “vergi ve sübvansiyon reformu” ve “işgücü piyasası reformu” söylemi, devletlerin işsizlere ve açlara yardım sağlama girişimlerini boğmak üzere yeniden ortaya çıktı. Koronavirüs henüz ortada yokken umutlar kurumuş ve çürüme normalleşmişti; göçmenler denizlerde boğulur ve konsantrasyon kamplarında tutulurken ölü para sınırları aşıp vergi cennetlerine kayıyordu (offshore finans merkezlerinde halen 36 trilyon doları aşkın astronomik miktarda para tutuluyor).
Yüzümüzü on yıl önceki ayaklanmalara döndüğümüzde umutlarının peşinde koştukları için tutsak edilen gençlerin bir kısmının tutulduğu Mısır cezaevlerinin kapısında durmamız icap eder. “İki Kişilik Graffiti” başlığıyla yayınlanan bir sohbette, iki siyasi tutuklu Ali Abdel El-Fattah ve Ahmed Duma hücreden hücreye birbirlerine sesleniyorlar. Ne için savaşmışlardı? “Biz bir gün için savaştık, yarının o günü kendinden önceki günlerin hep birbirini tekrar edişi kadar boğucu bir kesinlikle tekrar edemeyeceği şekilde sona erecek olan o bir tek gün için savaştık.”
Onlar Bugünden bir çıkış aramışlardı; bir gelecek aramışlardı. Devrimciler ayağa kalktığında, diye yazıyordu Alaa ve Ahmed, “aşktan başka hiçbir şeyi” gözetmez.
Şimdi onlar Kahire’deki hücrelerinden, mücadeleleri bütün ülkeye ilham veren Hintli çiftçilerin hikayelerini duyuyorlar. Şimdi onlar, ta Papua Yeni Gine ve Amerika’daki grevci hemşirelerin, Endonezya ve Kuzey Kore’deki grevci işçilerin seslerini duyuyorlar. Şimdi onlar hücrelerinden,
Filistinlilere ve Sahra halkına yapılan ihanetin bütün dünyada sokak eylemlerini tetikleyişini duyuyorlar. 2010-11’de geleceksizliğin “boğucu kesinliği” bir kaç aylığına bir kenara itilmişti; on yıl sonra şimdi, sokaklardaki insanlar katlanılmaz bugünden bir kopuş olacak olan bir gelecek arıyorlar.