Manifesto’dan başlayıp Marx’ın “bütüncül eseri”nin 19. yüzyıla ait olduğu söylemi, 20. yüzyılın son çeyreğinden başlayan ve artık 21. yüzyılda iyice statü kazanan bir görüş haline geldi. Dile getirilen bu truizmde [basmakalıpçılık] “şike” kokan bir şeyler yok mu?
Antik dönemin düşünürlerinden tutunda aydınlanmanın filozoflarına kadar ve günümüz “düşünce akımlarına” , bilimden, politikaya, oradan felsefeye ve teolojiye ve hatta “kutsal kitapların” ayetlerine aynı soru ve sorgulama, aynı basmakalıpçılık neden gündeme getirilmez. “Elbet bir hinlik vardır seni sevişimde ey kanıma zehir saçan ‘felsefe’ “
Marx ve Marksizm’e dönük bu basmakalıpçılığı “şeytana” uyup bir an için kabullendik ve 19. yüzyıl kütüphanelerinin tozlu raflarına kaldırdık diyelim ve şunu soralım her türlü “güzel” belagata Marx’ın karşına çıkaran basmakalıpçılara “21 yüzyılda senin anlattığın hikaye ne(!?) ve eğer Marx ve Marksizm’den bağımsız anlatacak bir hikayen varsa bırak manifestoyu güveler yesin”
Marx’ın dostları ve düşmanları onu 21. yüzyıla davet ediyor. “filosofi” ile “hilosofi” arasındaki savaşta, neoliberal belagat, 21. yüzyılın zaman ve mekânında, “hilosofi”nin çıktısı olan devrimcilik karşısında “ölü canlardan” medet umuyor. Devrimcilik, felsefenin aritmetik işlemini bir kez daha 21. yüzyılın “konjonktüründe” asiler ve barbarların cebirsel pratiğiyle boğuyor.
Filosofi, tarih felsefesiyle devrimler tarihine aritmetik bir işlemle nüfuz etmeye ve devrimciliği konjonktürün dışına itmeye çalışır. Devrimci durum “an”ından önce devrimcilik başının belasıdır felsefecinin ve bu beladan kurtulmak için, diyalektik, devrimci politikanın karşısına çıkarılır.
Hegel’de idea’nın hareketi bir toplama çıkarma işlemidir; idea istenmeyen hareketi evrensele varıncaya kadar dışlar; idea’nın hareketi, istenmeyeni hep tarih dışına atacaktır ve devlete ulaşacaktır. Ernst Bloch, Hegel felsefesini ,’sistemin iktidarı olarak’ ifade etmektedir. Herbert Marcuse’un deyimiyle Batı felsefesinin akımı Hegel’den sonra tükenir: “Batı felsefesi içinde Hegel’den sonra hiçbir filozof, sistemli bir bütün oluşturamamıştır.”
Hegel’de, idea’nın hareketi aritmetiğin dört işleminden ibarettir, tarihte somut niceliklerin sonsuz birleşimi olarak Tin, rasyonel ve ben bilincine sahip olarak devlette gerçekleşecektir ya da sonlanacaktır. Hegel’de felsefe tesadüfleri dışlar, “aristokrasinin” mutlak zaferini müjdelemekte olan Hegel, insanın türsel varlığını diyalektikte açıklaması onun dinsiz değil ama tanrı tanımaz olduğunu gözler önüne serer.
Nuh’un, tufan günü tanrının ona gönderdiği “işaret” ile kendini, karısını oğullarını ve torunlarını öldürme kararından vazgeçmesi, insanın türsel varlığını tanrı buyruğu olan kıyametin karşına çıkarması gibi Hegel’de bu buyruğa felsefe ile karşı durmaktadır. Hegel’in mutlak din kategorisi tam da insanın türsel varlığını bir kez daha tarihin biricik hareketi haline getirme ve kıyametten kaçınma çabasıdır. “Doğal dini” insanın türsel varlığında öteleyen ve insanın türselliğini tanrı buyruğunun karşısına çıkararak “Mutlak Din”e ulaşan Hegel aydınlama çağının müjdecidir. Hegel, “Mutlak Din” olarak gördüğü Hristiyan inancı karşısında diğer tüm inançları tarih dışına itiyor: Mutlak din karşında diğer inançlar ya politikleşip barbarlaşacaklar ya da “Mutlak Dine” itaat edecekler.
“İlk kaynak” sorusunu sistemleştiren Hegel felsefesi “doğal din”le uğraşmaya yer bırakmayacaktır Marx’a; Manifesto’da anlatı yerini “Devlet Dini”ne bırakacaktır; ‘doğal dinin’ varlığı ya da yokluğu bir kez daha Manifesto’da devletin sönümlenmesine/yıkılmasına bırakacaktır. Ama Marx, Marksist olmadan önce!
Marx, Marksist olmadan önce!
“İnsansız yaratılış olur mu ya da insansız komünizm olur mu?” Bilginin “ilk kaynağı” sorusu, olmayanı sorarak kendini var eder yani ‘soru’ kendini var etmekle eş anlamlıdır. Var olan felsefedir artık, kendini var edenin kategorilerine ya teslim olacaksındır ya da kavramsal düzleme geçeceksindir. Kavramlar üzerinden bir Marksist felsefenin gerekirliğine yapılan vurgu ise, kavramları reddetmekle eştir, ilk soruya tekrar götürür. Bu nedenle ilk soruyu sistemleştiren Hegel Felsefesi’ne karşı materyalizmden bir farklılık kurduğunu düşünen, “meslekten” felsefeci ‘materyalist felsefenin’ kurucusuna da saldırdığını fark edemez.
Marx, felsefede kaldığı sürece hep Hegelci kalacaktır. “Tarih bilimi kavramlarının üzerinden bir Marksist felsefeye ihtiyaç var” fikrinin Hegelci kaldığı/kalacağı gibi.
Althusser, Tarih Bilimi ile ortaya çıkmış bir felsefenin söz konusu olması gerektiğini vurgulamış, bu felsefenin ne olduğuna dair ya da Marksist diyalektiğinin kategorilerinin ne olduğunu cevapsız bırakarak, Marksist felsefeyi sistemleştirememiştir.
Althusser’in Marksizmi, teorik-hümanizmadan kurtarma çabası, yeni bir felsefenin olması gerektiği iddiası nedeniyle sonuçsuz kaldı. Althusserci üretim ilişkilerine tanınan üst-belirlenim anlayışı, politikanın özgünlüğünü ortaya çıkarma çabası, kategorilerin saldırısıyla yerle bir olur. Althusser çok da iyi bildiği bir hataya kendisi düşer, çünkü bilimin kavramları belirlenim ilişkisine kapalıdır.
Sınıf ile politika arasındaki bağ bir kez, felsefe aracılığıyla kurulmuştu ve bu durum “1844 El Yazmaları’nda” “insan doğasının türsel varlığı”na kadar geri götürülerek, felsefe teorik-hümanizma olarak tarih biliminin kavramlarına oradan da politikanın kavramlarına egemen kılındı. Felsefe, yalnızca politik öznenin geleceğine ipotek koymakla yetinmedi, şimdi’ye ipotek koyarak, felsefeci’yi şimdinin efendisi kıldı. Ancak paradoks ortadadır, tarih karşısında efendisini devrimci kılamayanın, kitleleri devrimci kılması mümkün olabilir mi?
Felsefe’nin efendisi şimdi’yi doğrular ve yanlışlar üzerinden kurar, gelecek şimdide doğruların birikimidir, tarihin oluşu ise yanlışı zaten yanlışlayıp ayıklayacağı için, şimdi’de de bizzat kendisinin, efendinin ‘doğru’ dediği için de ter dökmeye gerek yoktur.
Felsefe’nin efendisi şimdi’nin hep yanlışlanmasını bekler, politik özne tarihin yanlışıdır. İşte bu tamda Felsefenin Efendisinin hikâyesidir: “küçük burjuva akıl”; tamda bu akıl “tesadüf eseri” politik özne başarıya ulaşmışsa, ‘oluş’ diyerek mülk edinir.
“Devrimci teori olmadan devrimci politika olmaz” ifadesinde teoriyi politik özneden bağımsızlaştırarak, kendine alan açar. Ama “devrimci teori olmadan, devrimci pratik olamaz” sözlerini politik özne için sarf eden devrimci, politik öznenin içindeki 1905 devrim yenilgisinin hemen ardından “felsefi aklı” şu sözlerle eleştirir: “kırtasiyecilik yapmaktan vazgeçin, o kadar bombalardan konuştuk tek bir bomba atamadık” [Lenin]
Marx’ın ”filozoflar dünyayı sadece farklı yorumladılar; fakat aslolan onu değiştirmektir” Feuerbach Üzerine Tezler’de geçen 11.tezi Marskizm’in felsefeden kopma arzusunu ifade etmekle birlikte, kopuşu yeni bir felsefe ile teorize etme çabası Hegelci sonuçlar verdi.
Materyalist felsefe’ye özerk “teori” statüsü yüklenerek bilim-politika arasındaki bağ yine felsefe aracılığıyla kuruldu. Filozoflar kendilerine ne ad verirlerse versin bu “özerk” alanın iktidarını ellerinden bırakmak istemediler ve gerçeğin günahlarından azade bir hayat sürmek istediler; bu tam anlamıyla Foucaultcu bilgi-iktidar arasında ilişkinin kendisiydi.
Dünyayı değiştirmek işleminin “teorik” tarafından konumlanarak politik alanın “özneleri” arasında güç durumuna göre kendini konumlandıran bu söylem güçlünün sevaplarına ortak olurken, güçsüzü yerden yere vuran bir belagati her alanda üretiverdi.
İçlerinde politik öznelerin sultasına gelemeyenler, işçi sınıfı ve halk arasında buda olmadı kitleler ve çokluk arasından bir ya da bir kaçının yanında konumlanır ve tarihi politik öznelere kapatır: denklem Hegelci diyalektiğin su sızmalığına sırtına dayamıştır; politik “özne” devrim yaptıysa halklaşmış, işçileşmiş vb., yapamadıysa halklaşamamıştır vb… İdea ve oluş bir kez daha görev başındadır. Şükür ki devrimci Marx’ın hiçbir zaman böyle bir dönemi olmadı, çünkü Marx, Marksist olmadan önce Aydınlanmacıydı.
Marx, “politikayı kuran yasayı Hıristiyanlıktan değil, devletin kendi doğasından, özünden çıkarsamamız gerekir; Hıristiyan toplumun doğasından değil, insan toplumunun doğasından” derken politik alanın nesnesine doğru bir geçişi müjdeler. Hegel’i ters-yüz etmek, felsefeden çıkmak, Aydınlanma’nın politik öznesinin yıkmakla mümkündür ve bu artık devlet’tir. Ve böylece Marx yalnızca Hegel’in mutlak dini’ni yıkmakla kalmayacak Hegel Devlet’ini de yıkmış olacaktı.
Hegel’le birlikte bir sistem olarak felsefe kendini tamamlamıştı ve 17. yüzyıl Aydınlanma “filozofları” politik alana özneyi yerleştirmeye başlamışlardır.
“Fransız materyalizm”i politik alanın müjdecisiydi ve selamlanması gerekiyordu. Özne’nin doğuşu politik alanın doğuşuna işaret etmekteydi. “Fransız materyalizm”inde insan aklının yasaları ile doğa yasaları arasındaki gerilim felsefi kategorileri dışarı itmekteydi ve devlet nedir sorusu politik alanın kavramlarını yaratmaktaydı. Eğer cevaplarım seni korkutuyorsa, korkunç cevapları olan sorular sormamalısın. Machiavelli’nin korkunç cevapları Aydınlanma momentinde Hegel tarafından şöyle yorumlanmıştır: “Machiavelli’nin gayesi, yani İtalya’nın bir devlet mertebesine çıkarılması, bu yazarın eserinde tiranlığın haklı gösterilmesinden ve muhteris bir despot için imal edilmiş altın yıldızlı bir aynadan başka bir şey görmeyen bütün görme özürlülerce anlaşılamadan kalmıştır.” Hegel, Machiavelli’nin “mutlak kötülüğü” karşına “mutlak iyilik” ile dikiliveriyordu. Hegel, 18. yüzyıl aydınlanmacılarına mutlak kötülüğü insanın türsel varlığında aramalarını, devlet’te aramamaları gerektiğini öğütlemiş oluyordu böylece.
18. yüzyıl Aydınlanma filozofları, genel olarak, toplumdaki eşitsizliği eleştirmek için insanın ‘doğa durumuna başvurmuşlardır. Eşitliğin kökensel kaynağı genel olarak insanın ‘doğa durumu’na atfedilmişidir. Toplumdaki eşitsizlik, doğa içindeki ve hatta doğanın dışsal olarak etkilediği insan doğasından kaynaklı güdülere, duyumlara ya da ihtiyaçlara, mülkiyete ve akla dayandırılmıştır. Toplumdaki eşitsizlikleri gidermenin yolu, insanın doğa durumundaki doğa yasalarını, toplumsal alanda da akıl yoluyla keşfetmekten geçmektedir. Aydınlanma’da duyumlara dayanan aklın yolu bir olmalıdır. Bu akıl, felsefe, bilim, etik ya da ahlak olabilir. Önemli olan, toplumdaki eşitsizliğe, aklın keşfettiği ‘doğa yasaları’ uyarınca sınırlar çekmektir. Bu sınırlar, felsefi aklın toplum içinde gerçekleşmesidir ya da başka bir deyişle Hegel felsefesi ‘rasyonel devlet’te gerçekleşmelidir.
Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’ya Giriş’te, felsefenin proletaryada kendi özdeksel silahlarını bulduğu gibi, proletaryanın da felsefede kendi zihinsel silahlarını bulduğunu söyler. Marx, Hukuk Felsefesi Eleştirisi’nde tüm ilgisini Hegel’in Rasyonel Devlet’inin “saf mistifikasyon” olduğunu göstermeye çalışırken, henüz “diyalektik yöntemle” proletaryaya ulaşmamıştır. Marx’ın, proletaryayı felsefi kategorilerle keşfetmesi, Marksizm içinde “evrensel bilinç” üzerinde hak iddia edecek tatsız bir sınıf anlayışını ve politika felsefesini doğurdu. Bu anlamda genç-Marx olgun-Marx ayrımı, felsefe ve bilim üzerinden yapılmış olsa da politika üzerinden yapılacak “yegane” ayrım devrimci olmayan (evrimci olan) ve devrimci olan Marx arasındadır. Marksizm’in felsefede kalma çabası nafiledir!
Felsefi aklın ideo/politiği
Evrimci Marx’ımız 1943′te Hegel Hukuk Felsefesi’nin iç-tutarsızlıklarını gösterdikten tam beş yıl sonra, ne oldu da felsefede özdeksel silahlarını bulan proletaryanın “demokratik devletin”den vazgeçti?
1843 ve 1844′te evrenseli ifade eden tek tikel varlığın proletarya olduğunu ileri sürerken, 1948′de proletarya ile evrensel arasına bir araç (komünist parti) sokup, bu araca da devleti yıkmaktan başka bir çaresi olmadığını öğütler?
Devrimci Marx’a musallat olmuş bir Hegel okuması, tarih ve politikanın özdeşliğini diyalektikte bulur. Diyalektik, başta praksis olmak üzere buna her ne Marksizm “yaftası” yapıştırılsa yapıştırılsın, politikanın nesnesi olan devleti yıkmaya yönelen politik devrimciliği dışarıda bırakır.
Komünist Manifesto’nun iki temel önermesi, 1-her sınıf mücadelesi politik mücadeledir 2- sınıf mücadelesi (savaşı) tarihin itici gücü (motordur) arasında kurulmaya çalışılan diyalektik ilişki Hegelci türden bir diyalektik bütünselliği varsayar.
Marksizm’den diyalektik dolayımı ile bir devrim bilimi yaratma çabası, “küçük burjuva siyaseti”ni kodlar. Bu “küçük burjuva siyaseti” devleti yıkma problematikiyle pratik tarzda uğraşmak yerine, Marx’ın hep başlık atıp da “bir türlü zaman bulamayıp” teorize edemediği ve miras bırak[a]madığı Kapital‘deki “sınıflarlar” başlığından tutunda, gerisin geri, emperyalizm, nihai kriz ve çöküş, devlet teorisi, din, kadın sorunu ve oradan ekolojiye ve doğasal olana ilişkin kategoriler Hegel üzerinden yeniden okumaya başlandılar!
Marksizm, Marx’ın eserlerinde dağınık şekilde var olan inşa edilebilir ama bir türlü inşa edilemeyen bir yığın yamalı bir bütünlükler teorisinin bohçası haline getirildi. Ama ne yaparsa yapsın felsefi akıl bir türlü Devrimci Marx’ta teselli bulamaz; çünkü Devrimci Marx, devrimciyi komünist partisiyle birlikte devleti yıkma pratiğiyle baş başa bırakacaktır.
Tarihselciliği, aydınlanmanın ideo/politik yöresiyle karıştıranların vulgar-bohem “zayıf düşüncesi” hem teorik hem de politik olanın yerine ikame edilmeye başlandı ve devrimci Marx’a karşı bir eleştiri silahı olarak kullanıldı. Örneğin Marx’a yönelik din eleştirisi, Marksizm’in içinde öbeklenmiş bir tür “aydınlanma düşünce”si spekülasyonu yarattı. Ancak iş Lenin’in din üzerine düşüncelerine gelince “süt dökmüş kediye dönen” bu akıl Leninizmin çevresinden dolanmayı tercih etti ve ediyor.
Marx’ın devlet diniyle olan mutsuzluğundan bir aydınlanmacılık eleştirisi uydurarak, Marx’a rağmen Marksist kaldıklarını iddia ederek, tikel olanla politik bir evlilik yarattıklarını düşünenler, benzer şekilde aile ve kadın sorununda da “mutsuz nikaha” imza atmaktan nasıl da sakınırlar.
Burada politik bir ideoloji olarak feminizmin mutsuzluğundan bahsetmiyoruz, tamda tikel bir varlık olarak devletle yüz yüze gelen kadın hareketini, din sorununda olduğu gibi “aydınlanmacı” Marx’a karşı bir eleştirisi oku olarak kaçınan vulgarların mutsuzluğundan bahsediyoruz.
Din için bir politik tikellik yaratanların, kadın sorununda, feminizm uğrağını eleştirmesi tamda onların ikiyüzlülüğünü gösterir. O zaman biz açık yüreklilikle şunu söyleyebiliriz felsefi akıl için dert Marx’tan çok Hegel’dir ve Hegel felsefesi ne kadar ateist ise en az o kadar ateisttir, dinsel-toplumsal tikellikten bir politik bütünlük çıkarmayacak ve bu bütünlüğün iç savaş uğraklarından kendini sakınacak kadar da azim devletçidir. Azim devletle karşı karşıya gelen tüm tikellikleri, Aydınlanmacılık eleştirisi potasında eriterek bir kez daha tarihselcilik öğütlenir.
Evrimci Marx’ın insanlar arası eşitsizliği gidermede, ortadan kaldırmada Hegel’in Rasyonel Devleti karşısına çıkardığı “gerçek demokrasi” uğraşının materyalist uğraklarını ancak bir kenara iterek devrimcilik misyonunun, devleti yıkmaya dönük tikelliklerin aktüel varlığıyla ilgilenen ve 1848’in yöresine yerleşen politika pratiğine odaklanan devrimci Marx’tan söz edebiliriz. Marx, 1848′den itibaren devleti yıkmakla “yükümlü” aktüel bir sınıf hareketin içinde yer alır.
Tarihselcilik tamda virtuel bir sınıf hareketinden bahsetmekle malul iken, tüm referansları pozitivizmle muzdariptir. İşçicilik eleştirisi yaparak tarihselciliğin tüm günahlarından sıyrıldığını düşünen felsefi aklın ideo/politik yöresi tıpkı kuru hava ile nemli havanın yoğunluğunun aynı olmasını sağlayan virtuel bir sıcaklık yayar etrafına.
Nemli hava ile kuru hava bir anda eşitlenir. Bu ideolojik eşitlemenin kendisi, felsefeciyi o bilinen tarihselci yatağa çeker. Virtuel durumdaki tüm tikel varlıkları kıymetli kılar. Dert Hegel’de olduğu gibi aktüel olanı değersizleştirmektir. Hegel, tek bir evrensel tikellikten bahseder; evrimci Marx’ın tek evrensel tikel yerine işçi sınıfını ikame etmesi olarak ifade bulan bilindik tarihselciliğin şekil değiştiren hali birçok tikel virtuele gönderme yapar ve böylece virtuelliklerin “sosyolojik analizi” politikanın yerine ikame edilir.
Devletin politik yapılarını hedef alan aktüelliklerin ontolojisi karşısına çıkarılan epistemolojik virtuellikler, içinde bulunan anda aktüelliklerin davayı kaybetmesini beklemekten başka çaresi yoktur. Felsefi akıl, kadim devletin politik yapılarıyla hesaplaşan aktüelliklere denk düştüğünü iddia ettiği virtuelliklerin ideolojik yöresinin yoğunlaşıp yere düşmesini umarken baştan içinde bulunan an’da davayı kaybedilmiş sayar. Böylece felsefi akıl tarafından ileri sürülen her tür virtuellik, ideolojik alanda felsefecinin sultasında azim devlete dert anlatır.