Mehmet ÖZGEN yazdı – Halkın doğrudan doğruya kendini yönetmesine dayanan demokratik sosyal bir cumhuriyet ve onun anayasası, aşağıdan gelen, ezilen ve sömürülen emekçilerin, kadınların savaşım organları olarak Halk Meclislerine dayalı bir özgürlük mücadelesinin ürünü olabilir.
Selahattin Demirtaş’ın Diken’de yayınlanan ‘Umut Olmadan Yaşanır mı?’ başlıklı yazısı bir tartışma başlattı. Kapitalizmin dünya çapındaki krizinden, emekçilerin, işsizlerin, derin bir yoksulluk içinde ve kölelik koşullarında yaşamasından hareketle şu öneride bulunuyor:
‘’Sol parti ve hareketlere önemli, tarihsel görevler düşüyor. AKP sonrası Türkiye’de demokrasi inşa edilecekse eğer, sol olmadan, emeğin sesi olmadan yeni rejimin inşasına göz yumulmamalıdır. Hem demokrasinin inşası sürecinde hem de emek mücadelesinin yükseltilmesi için şimdiden yapılacak hazırlıklar hayati derecede önemlidir. Bunun için parti, hareket, kişi ayırımı yapmaksızın tüm sol ve sosyalist güçler, bir konferansta bir araya gelerek hem seçime kadar nasıl ortak bir mücadele yürüteceklerini hem seçimlerde nasıl ortak bir tutum alabileceklerini tartışabilir. Sol ve sosyalist güçler, hem seçimlerin ardından demokrasinin inşasında nasıl roller alabileceklerini ve hem de emek mücadelesini yeni dönemde nasıl başat hale getirebileceklerini tartışıp netleştirmek ve emekçilerin huzuruna ortak bir tutum belgesi, bir yol haritasıyla çıkmayı başarmak zorundadır.’’ sözlerine şöyle devam ediyor: ‘’Eminim, HDP de bu tür çalışmaların içinde yer alacak ve tüm gücüyle destek olacaktır.’’
Öncelikle bu söylenenlerin, Sungur Savran’ın eleştirdiği HDP politikalarını aşmaya yönelik bir adım olduğunu görmek ve ikinci olarak, daha önce yazdığım gibi (yazının sonundaki nota bakınız), HDP’nin 3. İttifak olarak yeniden-genişleterek üretilmesinde bir imkanı olarak değerlendirmek gerekir. Sol blok çağrısı ve HDP’nin de bunu destekleyeceğine inancı bu imkanın gerçekleşmesi için motivasyon sağlayabilir. Demirtaş’ın bu çağrısı, solun bürokrasiye katılmak, ‘tüm demokratik partilerin içine dağılmak’ gibi önerilerini saymazsak, kitlelerin devrimcileşmesi açısından da değerlidir. Ağırlıkla kent yoksullarından, emekçilerden oluşan Kürt halkına, sadece ulusal-demokratik hakları için değil, sınıfsal çıkarları için de mücadeleye çağrıdır.
Devrimci Durum
Karşımızdaki devlet yeni bir biçime dönüştü. Faşist devlet. Hatta -bütün yüklemleri ve tanımları anlamında ve bu tanımlara özünü veren değerler açısından söylersek- burjuva devlet tipini aşan bir karakter edindi. Çünkü devletin, eğitim sisteminden orduya hemen tüm ideolojik ve bürokratik aygıtları siyasal İslam ideolojisine göre, burjuvazinin ‘’kendisine zıt olan her şeyi kendisiyle beraber aşağı çeken agonisi*’’[1] üzerinde yeniden inşa edildi. Bu yüzden onu sultanizm diye nitelendirenler de var. Son zamanlarda narko-devlet sıfatını da kazanmış bulunuyor.
2013 Gezi isyanından bu yana faşistleşme yolunda ilerleyen, 7 Haziran seçimlerinden sonra AKP-MHP ittifakı ile açık terörist yöntemlere, katliamlara başvuran, Kürt halkına zalimce saldıran, 2016 Temmuz darbesiyle bütün demokratik hak ve özgürlükleri budayan, grevi yasaklayan, hileli 2017 referandumu ve 2018 seçimlerinin ardından cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile tek-adam diktatörlüğü kuran bu rejimin şimdi hızı kesildi. Pandemi koşullarında derinleşen ekonomik kriz toplumsal krize, depresyona ve nihayet siyasal krize ya da yönetememe krizine dönüşmüş durumda. Ezilen, sömürülen, derin bir yoksullaşmaya, açlığa maruz bırakılan kitleler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar.
Aslında bu tablo devrimci bir durum’un varolduğunu gösteriyor. Düşünün; orduyu İslamileştirirken hiyerarşik yapısı, disiplini bozuluyor. Kuzey Suriye’de işgal bölgelerindeki ordu birliklerinde cihatçılara kol kanat olmayı reddeden komutanlar istifa etmeyi bir direniş yöntemi olarak gündeme getirdi. SADAT’tan TÜGVA’ya devlet aygıtlarına paralel yapılar söz konusu.
Lenin devrimci bir durum için şu üç göstergeyi sıralar:
“1) Egemen sınıflar için egemenliklerini değişmez bir biçim altında sürdürme olanaksızlığı; “doruk” bunalımı, egemen sınıf siyasasında ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin kendine yol açacağı bir çatlak oluşturan bir bunalım. Devrimin patlaması için, genellikle “tabanın’’ eskisi gibi yaşamayı “istememesi” yetmez, ama “doruğun artık bunu yapamaması” da gerekir. 2) Ezilen sınıfların yoksulluk ve sıkıntısının, her zamankinden çok kötüleşmesi. 3} “Barışçıl” dönemlerde kendini ses çıkarmadan soyduran, ama çalkantılı dönemde genel olarak bunalım tarafından olduğu denli, “doruk”un kendisi tarafından da bağımsız bir tarihsel eyleme doğru itilen yığınların etkinliğinde, yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü görülen artış.’’[2]
Lenin aynı yerde öznel etkenden şöyle söz eder: ‘’devrim her devrimci durumdan değil, ama yalnız yukarıda sayılan nesnel değişikliklere öznel bir değişikliğin, yani: devrimci sınıfa ilişkin olarak, hatta bunalımlar çağında bile, eğer “düşürülmezse’’, hiçbir zaman “düşmeyecek” olan eski hükümeti tamamen (ya da kısmen) yıkacak denli güçlü yığınsal devrimci eylemler yürütme yeteneğinin de gelip eklendiği durumdan doğar.’’
Görüldüğü gibi Lenin, öznel etkeni partiye indirgemiyor, kitlelerin devrimci eylemine dayandırıyor. Yani ‘ama proletarya partisi henüz yok’ bahanesine sığınmak için bir dayanak da yok.
‘’Zamansız’’ olanın zamanı gelir mi?
Burada bir parantez açalım. Kimi okurların aklına şimdi devrimin zamanı mı sorusu gelebilir.
Marx’ı örnek verelim; soyut belirlenimlerden hareketle somutu inşa etmesini. Burada somut nedir? Mesela, kapitalist üretim ilişkilerinin karakterini, üretim sürecini analiz ediyor, artı-değer sömürüsünü ortaya koyuyor. Somut bu. Daha Kutsal Aile’de proletaryanın özgürleşmesi için ‘sınıf olarak kendi kendini ve karşıtını (özel mülkiyeti) ortadan kaldırmalıdır’ diyor. Bu nedir? Proletarya Devrimi. Somutun vargısı bu. Ama buraya istek koyuyor. Demek ki, devrimci potansiyel orada dururken ‘’öznel şartlar oluşmadı’’ söyleminin tükenmesini beklemek devrimci tutum değildir. Hele içinde bulunduğumuz şartlarda hiç değildir. Çünkü arzu ettiğimiz ölçüde o (subjektif) şartlar oluşur. Adı üstünde ‘’subjektif/öznel’’diyoruz. Bu, hangi yönde bir tercih yapmışsak, o yönde iradi kararlılık, bir müdahale, mümkün olanı gerçekleştirmek için harekete geçmek demektir. O halde sosyalistlerin görevi, kendiliğinden ortaya çıkması mümkün olmayan öznel koşulu sağlamaktır. İşimiz nesnel durumu anlayıp açıklamaktan ibaret değildir. Çünkü Marx, yığınların sefaletini dert edip bu sefaletin nedenlerini ve dolayısıyla kapitalist üretim ilişkilerinin doğasını keşfetmeyi arzu etmeseydi bu keşfi gerçekleştirebilir miydi? Proletaryanın sefaletinde yalnızca sefaletin kendisini değil, ‘’eski toplumu altüst edecek’’ devrimci yanı da görebilir miydi? Ya da Lenin, sürekli olarak devrimin imkanlarını kollama isteğinde olmasaydı, devrimin güncelliği perspektifinde kararlılık göstermeseydi Ekim devriminin yolunu açabilir miydi?
Tarihsel materyalizmin odağında bir toplumsal sistemin değişim ve dönüşümünün itici gücü nedir sorusu yer alır. Toplumsal gerçekliğin biçimleniş ve dönüşüm (özdeşlik ve özdeşmezlik olanaklarını araştırır.
Lukacs şöyle diyor: ‘’Bundan ötürü tarihsel maddecilik -teorik olarak bile-, önkoşul olarak proleter devrimin evrensel güncelliğini içermektedir. Bu anlamda, tüm dönemin nesnel temeli ve aynı zamanda onun kavranmasındaki bakış açısı olarak, proletarya devriminin güncelliği Marksçı öğretinin canalıcı noktasını oluşturur.’’[3]
Bu nedenle objektif koşullar var ama subjektif koşullar yeterli değil, dolayısıyla devrimin zamanı değil. Peki ama ‘’zamansız’’ olanın zamanı gelir mi hiç?
Devrimci siyaset kurulu düzen içinde ‘’daha iyi bir toplum’’ mücadelesi yürütmek değildir. Böyle görüldüğünde mücadele ve siyaset rutin bir prosedüre ya da protestoculuğa indirgenmiş olur. Devrimci siyaset verili olanı daha iyiye taşıma mücadelesi değil, ondan kopuş olarak sürdürüldüğünde devrimci olur.
***
Devrimci durumun devrimci bir seçeneğe doğru olgunlaşmasını engellemeyi de siyaset tarzında içeren burjuva muhalefet Millet İttifakı içinde örgütlü. Ve kendisini doğal olarak burjuva demokrasisinin en geri biçimiyle sadece seçime dayalı parlamenter sistemle sınırlıyor. Kılıçdaroğlu her fırsatta ‘’devletimiz bakidir ve devletimizi tüm kurumlarıyla birlikte yeniden ayağa kaldıracağız’’ diyor. Yani programı, Siyasal İslam ya da İslam-Türk sentezine göre faşist bir devlete dönüşen devleti restore etmek.
Öte yandan, faşist blok ulaşmak istediği hedefe tam ulaşmış değil. Eski burjuva düzeni köklerinden koparıp yerinden etmiş ve kendi düzenini fiilen kurduğu halde henüz resmiyete ulaştırmış ve garanti altına almış değil. MHP’nin hazırladığı anayasa tasarısı bunu hedefliyor. Kriz ve kitlelerin kısmen öfkeye dönüşen hoşnutsuzluğunun yaygın bir şekilde dışa vurması, siyasal ve toplumsal muhalefete ivme kazandırması, sonuçta toplumsal hegemonyasını zayıflatarak şimdilik savunmaya itiyor.
Rejim Gezi isyanından bugüne kararsız bir denge içinde geldi. Einstein’ın bir fizik kuralını açıklamak için kullandığı bisiklet metaforu gibi, devrilmemek için bisikletin sürekli sürülmesi zorunluluğunu andırır biçimde. Şimdi ise bu kararsız dengeden-uzaklaşma eğiliminde kritk bir eşiğe gelmiş durumda. Toplumu ayrıştırıp cepheleştirerek hakimiyetini tahkim etme, toplumsal kesimleri sindirme ve biata zorlama politikası, içerden çözülmelerle de akamete uğruyor. Kitleler, kapitalizmin vahşice sömürüsüne ve siyasal baskıya katlanmaları için kullanılan dinin narkoz etkisinden uyanıyor.
Devrimci durumun bir diğer ifadesidir bu.
Temel halka: Emek Cephesi
‘’Faşizmin konsolidasyonu açısından işçi sınıfının denetim altında tutulması ne kadar hayatiyse bu krizden devrimci-demokratik bir dönüşüm ile çıkmak isteyen güçler açısından da temel halka sınıfın egemen sınıf fraksiyonlarından koparılması olmak zorunda.’’(Mert Büyükkarabacak, Kriz, öncülük, devrim: Birliğin haznesi olarak ortak kampanya, Siyasi Haber)
İşte mesele bu. Ama nasıl koparılacak. Sosyalistler açısından temel soru bu ve ne var ki bunu ‘’temel halka’’ görmemesinde.
Oysa Marksizmi ayırdedici kılan neydi? ‘’Farklı bir dünya görüşü, özgün bir felsefi kavrayış olması mı, yoksa etkin bir analiz yöntemi oluşu mu? Başat olan bunlardan biri midir? Hayır. Başat olan ve bütün bunlara anlam kazandıran şey, Marksizmin, kapitalizmin tarihsel bir sistem oluşundan hareketle, insanlığın sömürüden ve baskıdan kurtuluşu için proletarya devrimini öngörmesidir, bunun için de devrimci bir sınıf hareketi inşa etmeyi öncelikli hedef olarak belirlemesidir.’’[4]
Kayaoğlu, ‘’Türkiye solu ve sosyalistleri, parti, cephe, blok, platform, güç birliği, eylem birliği türünden birlik formlarının tümünü geçen üç on yıl boyu olabildiğince kullanmış ve hatta tüketmiştir. Buna karşın sosyalist hareketin mensupları karşılaştıkları sorunları hâlâ birliğin şu ya da bu yepyeni tarzıyla aşacağını sanmaktan kurtulamadı.’’ gibi doğru bir saptama yaparken ‘Halkların Birleşik Devrim Hareketi’, ‘Birleşik Mücadele Güçleri’ ve ‘Demokrasi İçin Birlik’ gibi oluşumlarda Türkiye solunu oluşturan politik kesimlerin önemli bir kısmı yer alıyor’ diye devam ederek bu sorunun aşıldığını söylüyor. (Metin Kayaoğlu, Ankara’da HDP Var, Siyasi Haber)
Oysa sorun sosyalistlerin birliği değil, işçi sınıfının politik birliği sorunudur. Sınıftan kopuk bir şekilde ele alınan birlik sorunu, ikameci bir anlayışın sürdüğüne işarettir. Sosyalistler, temel faaliyetlerini, on yıllardır işçi sınıfının politik birliğini sağlamaya, devrimci bir proleter hareketin inşasına değil, esas itibariyle politik toplum içinde devlete ve onun aktüel biçimlerine karşı ama demokrasi mücadelesi ile sınırlı olarak yürütegelmiştir. İşçi sınıfı ise genellikle bu alanın dışında, emek-sermaye çelişkisinin nüksettiği iktisadi-sosyal alanda kalmıştır. İşçi sınıfı ile bağları ise kendi gruplarına işçi tabanı edinmekten, onları kendi mülkü gibi görmekten öteye geçmiyor. Bir başka deyişle, işçi sınıfı adına, ama onu özne haline getirmek, dolayısıyla politik alanda rol oynama düzeyine yükseltmek için değil, onun yerine kendilerini özne olarak ikame etmektedirler.
Bu noktada ana sorunlardan biri örgütlenme anlayışıdır. Bilindiği gibi, burjuva devriminde, burjuvazi, köylülüğü ve proletaryayı aristokrasinin egemenliğine ve iktidarına karşı yedeklemişti; yani proletaryayı bir güç olarak kullanmıştı. Ekim devrimi ve onu izleyen devrimlerde sovyetleri, işçi demokrasisini iğdiş ederek, dolayısıyla işçi denetimini etkisizleştirerek partinin ve devletin bürokratik aygıtı haline dönüştürülmesinde bu anlayışın izini görüyoruz.
‘’Bu nedenle işçi sınıfının, bütün emekçilerin örgütlenmesine bakışımızın temeli ve çalışma tarzımızın içeriği, üreten proletaryanın, bugünden hem egemen sınıf, hem de yöneten sınıf olarak örgütlenmesidir. Kapitalist toplumun ilişki biçimine alternatif ilişki tarzı, sosyalizmin bir alternatif olması, geleceğin toplumunun şimdideki nüvesi böyle gelişebilir. Böyle bir anlayışla örgütlenme hayat bulmazsa geçmiş sosyalizm deneylerinden ders çıkarılmamış olacak, bürokratik egemenliklerin ufku aşılmamış olacaktır.’’ Dolayısıyla, proletaryanın üretim sürecini, çalışma alanlarını ve üretim ilişkilerini denetim altına almasının biricik aracı olarak proleter demokrasi anlayışı içinde işçi sınıfının politik birliğini inşa etmek yerine, kendi ideolojik-politik çizgisine sınıf içinde temel oluşturmak, bölücülük olarak nitelenmeli, küçük-burjuva ideolojisi ve nihayet gericilik olarak mahkum edilmelidir.
Büyükkarabacak aynı yazıda şu soruyu soruyor: ‘’İşçi sınıfının kopuşunu ve kendi bağımsız politik özne konumunun inşasını mümkün kılacak bir politik irade yaratılabilir mi?’’
Yaratılabilir. Her bir siyasi grubun içinde ve çeperindeki bilinçli işçiler, öncü işçiler üzerinden proleter demokrasi anlayışı içinde bir Emek Cephesi inşa edilebilir. Sosyalistler bunun için elbirliği yaparlarsa işçi sınıfının politik birliği içinde kendileri de yanyana gelmiş olurlar; kendi bayraklarından vazgeçmeden proleter demokrasi içinde. İşçi sınıfının devrimci politik bir özne olmasının başka yolu yok. Paris Komünü, Sovyetler, İtalya’daki işçi konseyleri ortada.
‘’Öznel koşul’’un sağlanmasının ana halkası budur.
***
Halkın doğrudan doğruya kendini yönetmesine dayanan demokratik sosyal bir cumhuriyet ve onun anayasası, aşağıdan gelen, ezilen ve sömürülen emekçilerin, kadınların savaşım organları olarak Halk Meclislerine dayalı bir özgürlük mücadelesinin ürünü olabilir. Bu mücadelenin ve örgütlenmenin ulusal çapta beliren iradesi ise Kurucu Meclis’tir. Türkiye’de devrimci durumdan söz ediyorsak ve öznel etkenin inşasının kaçınılmaz bir görev olduğunun altını çiziyorsak, Emek Cephesinin motor güç olacağı, olması gerektiği örgütlenme biçimleri de gereklidir. 1. Meclisin, 1792’deki konvansiyonla kıyaslanabilecek bir Kurucu Meclis olduğunu düşünüyor ve öneriyorum. Bu Türkiye tarihinin en demokratik meclisiydi. Kürt de temsil ediliyordu Türk ve Çerkez de, komünist de vardı İslamcı ve Alevi de. İlk Anayasayı (1921) bu meclis yaptı. Cumhuriyetin temellerini atan bu meclisti.
Kurucu Meclisi başka siyasi çevreler de öneriyor. Bu iyi bir gelişme. Bu çevreler ortak bir kampanya yapabilirler..CHP nin başını çektiği burjuva muhalefetin ‘seçimi bekleyin, gidecekler’ söyleminde içkin, halkın örgütlenmesini, inisiyatif almasını öncelemeyen bir demokrasi anlayışına karşı böyle bir örgütlenmeyi geliştirmek bir alternatif olabilir, olmalıdır.
Not: Kurucu Meclis konusunda daha geniş bir tartışmayı, Kurucu Meclis, Halk ittifakı ve HDP başlıklı yazıda bulabilirsiniz. (https://siyasihaber6.org/kurucu-meclis-halk-ittifaki-ve-hdp)
*Agoni: can çekişme
[1] Ernest Bloch, Umut İlkesi-1, iletişim yayınları, s. 21, çeviri: Tanıl Bora
[2] Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm yayınları, 5. Baskı, 1989, Çeviri: Kenan Somer
[3] Gyorgy Lukacs, Lenin’in Düşüncesi / Devrimin Güncelliği, s.10; Belge y. ç.Ragıp Zarakolu, 1979
[4] Mehmet Özgen, Marksizmi Ayırdedici Kılan Nedir? Sosyalist Forum-2, 2007