Son zamanlarda TV haber kanallarında yeni bir moda var. Hemen her zaman erkek programcıların-tartışmacıların eline orta boy bir çubuk verip tahtaya kaldırıyor ve çeşitli harita ya da yazıların önünde konuşturuyorlar. Hangi kanala geçsem aynı manzara. ‘Slaytlı’ akademinin TV-gazeteci versiyonu gibi. ‘Konuşunca anlamazlar, hem konuşup hem gösterelim’ düşüncesinin ürünü olmalı. O çubuklu ve genellikle bıyıklı adamlar, ellerinde çubukla ‘devlet aklı’ anlatıyor şimdilerde. Devletin bir aklı var, biz fark edemiyoruz ve onlar bu aklı bilip anlıyor; çünkü bıyıklılar ve çubukları var.
‘Devlet aklı’ kavramı en özet/sığ haliyle devletlerin hayatta kalma refleksini anlatır. ‘Raison d’etat’ ya da yerli ve milli haliyle ‘hikmet-i hükümet.’ Buna göre devlet, bekasını korumak, varlığını sürdürmek için gerektiğinde ‘bir şeyler’ yapabilir. O bir şeyler ‘hukuk dışı’ işler olabilir; beklenmedik tedbirler, siyaset değişiklikleri… (Konuya ilişkin akademik bir yazıyı buraya bırakıyorum.)
Milliyetçiler/sağcılar için biraz büyülü ve olumludur da, devlet ile sınıf mücadelesi arasında bağ kuranlar için ise pek muteber bir olgu sayılmaz. Hukuk devleti/yasa karşısında eşitlik ilkesinin başat değer olduğu liberal demokrasilerde, hukuk dışılığı, bir başka söyleyişle ‘yasa’nın dışına çıkılmasını anlatır. İlk kadın başbakanımızın, “Bu millet uğruna, bu ülke uğruna kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için her zaman saygıyla anılır, şereflidir” derken kastettiği devlet, bu ‘akıl’ladavranan devletti.
Devlet hem soyut bir kavram, hem somut bir örgütlenme. Devletin bir aklı olduğunu düşünmek, belki soyut niteliğiyle açıklanabilir. İnsansız, salt devlet olduğu için değerli ve yaşaması gereken devlet. Bu haliyle, liberalizm ve sosyalizm için bir şey ifade etmeyen bir kurgu. Devlet, devlet olabilmek, yani ‘buyurabilmek’ için her ne kadar toplumunun üzerinde bir yerde, ondan göreceli bağımsız bir varlık olarak yer almalıysa, da devletler eninde sonunda insan topluluğundan oluşur. ‘Hâkim sınıf’ da üretim araçlarına sahip ‘insanlar’dır. Devlet adına davranan, devlet adına karar alan, devlet adına uygulayan, devlet adına yöneten ve savaşan, hep insanlardır.
Hal böyleyken, devlet aklı denilen ‘olgu’yu fazlaca ciddiye almak, yönetenlerin ‘o anki’ iradesini ‘yazılı’ yasaların üzerinde kabul etmek, devleti yöneten kişi ve sınıfların çıkarını, ‘varsayımsal’ yüce bir amaç için görmezden gelmeyi kabullenmekle, açıkçası, yurttaşlık hakkından feragat etmekle mümkündür.
Bu haliyle ‘devlet aklı’ kavramına iltifat, bir cumhuriyetteki sade yurttaşın ‘cumhurun ferdi’ sıfatından ödün vermesi anlamına gelir. Devletler (devleti o esnada yönetenler ve bürokrasi) yapıp ettikleri her şeyi açık etmezler, doğru, ancak bu tarihsel veri, ne yurttaşın denetim hak ve görevini, ne de devletin hesap verme zorunluluğunu ortadan kaldırır.
Türkiye’deki son tartışmaların, bilinen haliyle ‘devlet aklı’ kavramıyla ilgisi çok tartışılır. Daha ziyade toplumu yönlendirmenin, propaganda ya da iknanın bir aracı olarak iş görüyor. Olup biten her neyse onu bir sır perdesi arkasında belirsizleştirmenin, bazen korkutmanın, bazen bir acayipliği sıradanlaştırmanın, bazen apaçık gerçeklerin üzerini örtmenin aracı. Biraz trajik biraz komik bir vaziyet olsa da iş gördüğünü kabul etmek gerekir ki komplo severlikle arasında bir bağ olduğunu düşünmek de mümkün. Bazı görünmez eller, üst akıllar, dış güçler… Eh, günü geldiğinde devlet aklı devreye girmeyecekse bunca melanetle nasıl başa çıkılabilir!
Doğrusu, burada her ne oluyorsa sıradan yurttaş ‘aklı’yla rahatlıkla kavranabileceğini ve kavrandığını düşünüyorum. Türkiye’de, yıllardır, herkes her şeyin farkında. Konuşmamak ya da karnından konuşmak, gördüğünü dile getirememek, suskunluk, itiraz edememek… Hiç biri bilmemekten değil; başta ‘endişe’ olmak üzere, çoğu olumsuz kültürel-toplumsal alışkanlıklardan kaynaklanıyor. Aynı farkındalık, hâlihazırda ‘devlet aklı’na ihale edilmeye çalışılan gelişmeler için de geçerli.
Ülkede, iktidarın anayasa değişikliğiyle esasen neyi amaçladığını tahmin etmeyen biri yoktur herhalde. Değişikliğin kabulü için asgari seçmen rızasının üretilmesi gerekli. Bu süreçte yurttaşı şaşkınlığa uğratan bazı söz ve davranışların olağanlaştırılması için ‘devlet aklı’ ifadesine başvuruluyor. Türkiye’de ifade özgürlüğüne sahip nadir insanlardan Bahçeli’nin söyledikleri çoğu insanı ‘şoke’ edince, söz konusu ‘öneri’nin devlet aklının bir gereği olduğu anlatılmaya başlandı. ‘Devlet aklı’ bir düğümü çözmek için harekete geçmişti ve biz ölümlüleri çok şaşırtan çıkışların nedeni buydu. “Nasıl yani, TBMM’de mi konuşacak hakikaten?” gibi şaşkın mı şaşkın bir yurttaş sorusuna yeteri kadar açık bir yanıt verilemeyeceği için ihtiyaç duyulan bir sis perdesi.
Yıllar önce Mülkiye’nin geleneksel İnek Bayramı etkinlikleri, dönemin dekanlığınca iptal edilmişti. “Neden?” sorusuna, “Çünkü Bülent Ecevit çok hasta” yanıtı verildi. Bu son derece sürreal gerekçe ikna edici olmadığı için, dekan yardımcısına gerçek nedeni sordum. Makul bir şey söyleyemedi ve sonunda “Bilmediğiniz, söyleyemeyeceğimiz bazı durumlar var” dedi. Bir gizeme ihtiyaçları vardı. Daha doğrusu, mantıklı bir gerekçeleri yoktu. Hemen her zaman ikisi bir aradadır; durum absürtleştikçe, sis perdesi koyulaşır. (Yeri gelmişken, o yıl öğrenci kendi bayramını yaptı ve tahmin edilebileceği gibi hiçbir şey olmadı!)
Devletlerin kısa ve uzun vadeli siyasetleri-tercihleri, tarihsel yönleri vardır; hükümetlerin tercihleriyle bazen dış ve iç politikada değişiklikler yapılır, o değişikliklerin –doğru ya da yanlış- anlaşılabilir gerekçeleri olur, vesaire… Bunların tümü görülebilir, anlaşılabilir. Sıradan ‘yurttaş aklı’yla.
Muhterem okur, sizin anlamayıp da o çubuklu ve bıyıklı erkeklerin anladığı herhangi bir şey olmadığından kuşku duymayalım. Her şey göründüğü gibi, gördüğümüz basitlikte. Aklımıza ve algımıza güvenelim, ‘yurttaş aklı’nı küçümsemeyelim.
Not: Açık Radyo, internet yayınıyla geri geliyor. Radyomuz yeniden açılana dek, her yazının sonuna Açık Radyo sayfasını ekleyeceğim: ‘https://acikradyo.com.tr/‘