‘SEÇTİKLERİMİZ-ERTUĞRUL KÜRKÇÜ’nün yazısı’ Felaketin nedenleri, depremden yalnızca birkaç gün önce gazetelerin birinci sayfalarını kaplayan Cumhurbaşkanının aile fotoğrafında özetlenebilirdi: Demirel, muhterem refikaları, burjuvazinin üç mümtaz üyesi Cavit Çağlar, Kamuran Çörtük, Ali Şener…
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ
Bu yazı 17 Ağustos 1999 depreminden yalnızca bir hafta sonra Radikal 2'de yayımlanmıştı. O günden bu yana, merkezi, bölgesel ve yerel düzeyde, olası depremler ile toplumsal sonuçları arasında hiçbir nedensel ilişki kurulmaksızın bugüne gelindi. Birkaç güncelleme dışında, o gün denilebilenleri bir kez daha hatırlatmak hiç değilse birkaç kişinin daha söz almasına yardımcı olabilirse ne ala…
Sosyo-ekonomik çürüklük
17 Ağustos depremi Türkiye'nin gördüğü ilk deprem değildi, sonuncusu olmayacağını da birkaç ay sonra öğrendik hep birlikte. Gene de deprem denince hep onu hatırlıyoruz. "Körfez Depremi"nin özgünlüğü yalnızca kayıplarının büyüklüğünde değildi.
Bu deprem, Türkiye'nin sosyo-ekonomik tabiatının "çürüklüğü"nü başka hiçbir depremde olmadığı kadar sergiliyor; kayıpların günahını yalnız başına "doğa"ya yıkmayı imkansızlaştırıyor, böylece, devlete olduğu kadar topluma da kendisini düşünmesi için bir ayna tutuyordu.
Önceki depremler -geçen yılki Ceyhan – Adana depremini saymazsanız- hep nispeten gerice yörelerde olmuştu. Kayıplar, hep yerel halkın "cehalet"ine , "ilkel" yerleşmelerde yaşama ısrarına; geleneksel kerpiç, yığma taş ve tuğla yapıların dayanıksızlığına; yoksulluğa, ve nihayet yerel ulaşım ve iletişim olanaklarının zayıflığının kurtarma çabalarını güçleştirmesine bağlanmıştı. Bu depremlerde canları yananlar, "Avrupa Türkiyesi"nin dışladığı, yok saydığı, gerçekliklerine kolayca arkasını dönebildiği kırların yoksul insanlarıydı hep. Acıları yalnızca kendilerini yakmış, felaketleri bir iki "hayırseverlik" gösterisine sahne olup bir süre ağızda gevelendikten sonra "genel ilgi"nin dışına savrulmuştu. Kurbanları gibi, depremler de unutulmuş gitmişti.
Otuz beş yıllık yalan
Oysa "tabiat" bu kez darbesini"kalkınan Türkiye"ye , Türkiye'nin "küreselleşen" coğrafyasına indirmişti.
Nüfusun yüzde 25'inin, sanayinin yüzde 45'inin yığıldığı, kişi başına ortalama yıllık gelirin 4.500-5.000 dolar -depremin merkez üssü İzmit ve çevresinde 7.000 dolar- olduğu, milli gelirin yüzde 35'inin, gayri safi milli hasılanın yüzde 8'inin üretildiği bütün bir bölgeyi; sanayinin, ticaretin, medyanın kalbini vurdu. "Küreselleşen" Türkiye , mahmurluk içinde uykuya dalarken korku ve acı içinde, beton yıkıntıları ortasında dehşetle uyandı:Meğer, Türk modernleşmesinin "üstü" de "altı" da çürükmüş. Depremle yıkılmak yalnızca yoksul Türkiye'nin kaderi değilmiş.
35 yıllık modernleşme rüyasının ardından, aldatılmışlığının da kabarttığı gazap içinde Türkiye idrak etmeye başlıyordu: Meğer, en "cahiller" en çokbilmişlermiş; meğer "modernleşme"nin timsali diye "ilkelliğin" kurdeleleri kesilmiş 35 yıl boyunca; meğer hayatlarımızı emanet ettiğimiz kurumlar, kendilerinden başkasını düşünmezmiş; meğer devlet vatandaşına dayak atmaktan başka bir işe yaramazmış; meğer müteahhitler dolandırıcıymış; meğer sağcılar bu müteahhitlerin adamlarıymış. Meğer… meğer…
Türkiye, bu "afet"in sorumlularını aramaya başlamış; tek tek yanlışlıklar ve kötülüklerin birbirine bağlanabileceğini farketmişti: Ama nerede? Bütün her şeyden sonra yalnızca bir tek müteahhtit Veli Göçer, tutuklanmıştı ve geçenlerde serbest bırakıldı. Büyük yıkımdan iki yıl sonra felaket ve nedenleri arasında hiçbir operasyonel bağ kurulmamış, buna dair bir eylem planı ortaya konulmamış olması artık toplumsal gündemin soruları arasında değil. Türkiye inanılması olanaksız bir cehalet ve vurdumduymazlıkla geleceğin zincirleme felaketlerinin zemini üzerinde elleri bağlı beklemeye devam ediyor.
Felaketin en "baba" simgesi
Felaketin nedenleri tek bir simgede özetlenebilseydi eğer, depremden yalnızca birkaç gün önce gazetelerin birinci sayfalarını kaplayan Cumhurbaşkanı'nın "aile fotoğrafı"nı gözlerimizin önünde canlandırmakla yetinebilirdik: Ortada bütün bu "moderinleşme" ve "böyüme" hamlesinin amirali Cumhurbaşkanımız ve muhterem refikaları; arkada her biri ayrı ayrı kamu kaynaklarını dolandırmak ve soymakla suçlanan Türk burjuvazisinin üç mümtaz üyesi, İnterbank'ın eski sahibi Cavit Çağlar, Bayındır Holding'in sahibi Kamuran Çörtük ve eniştemiz, her alanda iş adamı "Tatilya"nın sahibi Ali Şener…Yalnızca Cavit Çağlar'ın götürdüğü 1.2 katrilyon, hükümetin deprem için Meclis'ten istediği ek bütçenin 2 katından fazlaydı…
Ancak, Demirel'in 35 yıllık serüveninde yalnızca bir an, bu fotoğraf. Bu tek kare kendi başına Türkiye'nin 1960'ların başında seçtiği ve üzerindeki cila depremle kazınan "kalkınma modeli"nin bütün oyuncularını kapsamıyor. Bunun için belki de "Morrison Süleyman"ı "Cumhurbaşkanı Demirel" kılan son 35 yılı bir belgesele sığdıracak yetenekli sinemacıların, tarihçilerin, iktisatçıların, sosyologların ortak çabasına ihtiyaç var.
Plan ve pilav arasındaki mücadele
Bu bakış açısından çekilecek bir belgesel, Adalet Partisi Genel Başkanı olarak girdiği 1965 seçimlerinden parlamentoda mutlak çoğunluğu sağlamış Başbakan olarak çıkan Süleyman Demirel'in selefi Ragıp Gümüşpala'nın bugün Marmara Bölgesi'ni yerle bir eden afetin yolunu döşeyen şu sözleriyle açılabilirdi: "Millet plan değil, pilav istiyor!"
35 yılın ardından geri dönüp bakınca Türkiye'nin bugünkü gerçekliğini, 1960'ların "plan"-"pilav" kavgasının sonuçlarının şekillendirdiğini görmek mümkün.
Basitçe özetlemek gerekirse "plancılar" -yani "sol"- Türkiye'nin geleceğini kaynakların dışa ve ithalata bağımlılığa son verecek şekilde ağır sanayiye tahsis edilmesinde; geri yörelerin kalkındırılması gözönünde tutularak sanayinin ülkede dengeli bir biçimde dağıtılmasında; tarımın kamu kaynaklarından desteklenmesinde; böylece kırdan kente göç yavaşlatılarak planlı bir kentleşme sağlanmasında; ulaşım ve taşımacılıkta karayolunun yerine demir ve deniz yoluna ağırlık verilmesinde ve bunlara paralel, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik uygulamalarına geçilmesinde ve bu amaçla sınai yatırımların kamu yararı doğrultusunda planlanmasında, bu süreçte kamu işletmelerinin öncülük yapmasında görüyordu.
"Pilavcılar" yani, başını Süleyman Demirel'in çektiği sağ ise, ülkenin geleceğini sermaye sınıfının güçlenmesinde; bireysel sermaye sahibinin kâr maksimizasyonunun hiçbir gerekçe ile sınırlanmamasında; tersine kamu kaynaklarının sermayeye tahsis edilmesinde ; sınai yatırımların çapı, niteliği ve yerinin saptanmasında kamu yararının değil, bireysel sermayedarın kârlılık düzeyinin belirleyici olmasında; toplumsal zenginliğin kapitalist üretim ve tüketim hacmiyle -pilav- ölçülmesinde vb. görüyordu.
300 kilometrelik fabrikalar zinciri
1969 seçimleri dönüm noktası oldu. "Pilavcılar" kazandı. Marmara bölgesi Demirel'in ikinci başbakanlığında yükselen sermaye sınıfının üretim ve yatırım merkezi oldu. "Patates tarlaları" otomobil, oto lastiği fabrikalarıyla dolmaya başladı. Koç'un Ford montaj fabrikalarını, Sabancı'nın lastik fabrikaları, İPRAŞ rafinerisi, yabancı şirketlerin yatırımları izledi. İzmit Körfezi, çevresi, Bursa, Adapazarı, Gebze, İstanbul, Çorlu hiç hesapta yokken apansız sınai üretimin can damarı haline geldi. Tek bir karayolu üzerinde 30 yıl içinde 300 kilometre boyunca uzayacak bir megapolün birbirlerine eklenen çekirdekleri kök salıyordu.
"Plancılar" muhalefette anlatmaya çabaladılar dertlerini, "kamu kaynakları"nı sermayeye peşkeş çekerek, ham madde ithalatına dayalı bir sanayileşmeyle yalnızca bunalım üretilebilirdi. Sanayinin İzmit Körfezi'ne yığılması bölgesel eşitsizliği artıracak; göçler için çekim merkezi olacaktı. Burası birinci derece deprem bölgesiydi . Bir yıkım toplumsal sonuçları bakımından felaket olacaktı. Deniz kirleniyor, hava kirleniyor, akar sular kirleniyordu. Artan nüfus sağlıksız koşullara mahkûm ediliyordu…
Her türlü plan kaygusundan azade , yatırımlarını bu bölgeye yığan "sanayiciler"se bireysel olarak en rasyonel kararı verdiklerinden yüzde yüz emindiler. Kâr yüzde bindi çünkü. Toprak bedava fiyatınaydı, vergi indirimleri gani ganiydi. Denizyolu, karayolu, havayolu, demiryolu hepsi buluşuyordu bu bölgede. Kamyonu üretiyor, lastiğini takıyor, benzinini dolduruyor, pamuklu dokumayı, çimentoyu yüklüyor, Avrupa'ya yolluyorlardı. Boğaz geçişleri sorun oluyorsa hükümet ne güne duruyordu, köprüyü yapar onlar da üstünden geçerlerdi. Türk "sanayileşmesi" yolunu almıştı. Hacı Ömer Sabancı ve Vehbi Koç'un önündeki bütün engelleri yıkan "Çoban Sülü" Türk sermayesinin gözbebeği, "Süleyman Bey"di artık.
Gecekondular fabrikaları çevreledi
Sanayi, işçi emeği olmadan olamayacağına göre, Türkiye'nin yoksul yörelerinden işsiz insanlar akmaya başladı bölgeye. En düşük ücretlerle her tür işi yapmaya hazır bu işsizler ordusunun kentte çok cılız ve kesintili gelirlerle varlığını sürdürebilmesi için çok düşük standartlı ve düşük bedelli bir yaşam biçiminin gelişip yaygınlaşması gerekliydi. Menderes döneminde kente göçen birinci kuşak ömrünü fabrikalar çevresindeki gecekondularda tamamladı.
Demirel dönemindeyse, yalnızca fabrika işçileriyle sınırlı kalmayan nüfus yığılmaları sonunda, artık imar aflarıyla yasallaşan önceki gecekondu çekirdeklerinin çevresini yeni gecekondu çemberleri alırken imara açılan bölgelerde düşük vasıflı konut üretimi talebi de patladı. Yaygın bir konut piyasası oluştu. Her dört yılda bir ilan edilen imar aflarıyla talep kudurdukça, Süleyman Demirel'in piri olduğu inşaat sektörü, bu birinci derece deprem bölgesine, imarsız, denetimsiz, projesiz konutlar arzetmekte gecikmedi.
Kamusal denetim eşittir komünizm
Sonuç: 35 yıl içinde Kuzey Marmara'ya, yani Kuzey Anadolu fayının bitiş noktasına, Türkiye nüfusunun dörtte birinin yığılmıştı bile. Sanayiciler yalnızca kârlarını maksimize etmeyi hesap etmişlerdi, ama bunun için fabrikalarında çalışan işçilere, yani aileleriyle birlikte milyonlarca insana onurlu ve sağlıklı yaşama koşulları sağlanması onların sorumluluk alanına girmiyordu. Süleyman Demirel -hakkını yemeyelim daha sonra da Özal- başlarında oldukça, hiç kimse onlara toplumsal sorumluluk yükleyemezdi. Konut sektörüne kamusal denetim dayatmak sermaye üzerinde baskı kurmaktı, yani komünizmdi. Piyasa kendi kendini kontrol ederdi. Kaliteli konut isteyen parayı sökülür, parası olmayan da ucuz konutta yaşardı.
Arazi rantının, ya da genel olarak rantın kontrolü de "komünizm"di . Çünkü rant olmasa inşaat sektörü olmaz, inşaat sektörü olmasa, onlara boru, tuğla, cam, pimapen satılamazdı. Konutlar kalitesiz olsun ucuz olsundu, çünkü konut alana, önce beyaz ev eşyası, ardından bir de araba satılacaktı. Bütün parayı konuta yatıran emekliye araba nasıl satılabilirdi? Hepsi çok mantıklıydı.
Marmara'da fay hattı hep vardı
Türkiye büyük sermayesi, devleti ve hükümetiyle birlikte 35 yıl boyunca, Kuzey Marmara'nın altından bir fay hattı geçtiğini biliyorlardı elbet. Ama gene de devasa yatırımlarını buraya yığarken rasyonel davranmışlardı. İlk iki yılda yatırımlarını amorti etmiş, üçüncü yıl kâra geçmiş, 30 yıldır da maksimum kârlâ çalışmışlardı. İşletmeleri sigortalıydı. Hükümet en küçük bir hasarda vergi indirimi, vergi muafiyeti sağlardı. Bir kez kâra geçtikten sonra isterse atom bombası patlasın, onlara koymazdı. Üstelik her deprem ve onu izleyen imar hamleleri inşaat sektörü ve ardından bütün sektörler için yeni bir atılım ve canlanma çevrimi olmaz mıydı? Odalar Birliği Başkanı daha o günden, sırf depremzedelerin "yaraları sarılsın" diye "depreme dayanıklı" 5.000 konut ithal etmek üzere harekete geçmemiş miydi?
Peki, depremin kurbanları? Bütün o sanayi çarkını çevirenler? "30-40 bin işçi nedir ki, şu 65 milyon nüfuslu 'büyük ülke'de. Yerlerini almak için hazır bekleyen şu kadar milyon işsiz varken?"
Büyük Deprem'in ardından Türkiye doğa olaylarının ve sonuçlarının "tanrı iradesi"ne bağlanamayacağı konusunda bütün modern tarihi boyunca hiç olmadığı kadar aydınlandı belki, depreme karşı konulabileceğine dair bir bilinç edindi, üstünkörü de olsa. Ama felakete karşı koymanın yalnızca "teknik", "teknolojik" bir boyutu olduğuna ilişkin yaygın bir yanılsamayı da besledi "bilim"in bu medyatikleşmesi.
Süpermenlere ihtiyaç yok
Türkiye "felaket"in bir sosyo ekonomik süreç olduğunu, bunun üretim tarzıyla dolaysız bağlantıları bulunduğunu hala tartışmıyor. İçinden geçmekte olduğumuz büyük kriz, belki şimdi kendini ta en içinden düşünmekte olan Türkiye'ye bunun için bir imkan daha sunuyordur.
Depremin yaralarını bağlamak için yıkıntıların altından doğrulmaya çabalayan Türkiye'de bir "plan" hâlâ mümkün. Ama 1999'da bir "plân" bütün karar mekânizmalarından, kurtarma çabalarına kadar, sokaktan ve işyerinden başlayarak halkın kendisini, sahiden, katmadıkça tasavvur bile edilemez. Bu plan bir kez gerçekleştiğindeyse, artık halk ne "devlet"in "depremde yere gömülecek" kulu; ne de "göçükten çıkarılmak" için sermayenin "süpermen"lerinin himmetine muhtaç bir zavallı olacak. (NA)
(Bianet)