Roni GÖREN yazdı: Suriye’de cihatçı çeteler için savaşmış, askeri personelden eğitim görmüş “sağlık çalışanı” olarak hayatını sürdüren bir katilden bahsediyoruz. Bu saldırı, Suriye’de işgal savaşına katılan ve eğitim alan binlerce katilin aramızda dolaştığının en net kanıtıdır. Bununla birlikte saldırının defalarca yapılan keşifler, silah ruhsatı için izlenen yol ve yöntemler bakımından oldukça planlı bir şekilde organize edildiği açıktır.
Ülke siyaseti için dönüm noktası niteliği taşıyan 7 Haziran genel seçimlerinden bu yana işçi sınıfına, emekçilere ve ezilen halklara dönük sayamayacağımız kadar fazla saldırı gerçekleşti. Suruç ve Ankara Garı katliamlarıyla iktidar, halklara dönük bir savaş konseptini devreye sokarken bunun siyasal saldırı ayağını 4 Kasım operasyonuyla HDP eş başkanları ve milletvekillerini tutuklayarak sürdürdü. AKP-MHP iktidarı bu 6 yıllık süreç içerisinde Kürt Hareketi başta olmak üzere, HDP’ye, sosyalistlere ve hak arayışında olan bütün toplumsal kesimlere dönük saldırılar gerçekleştirdi. Bu saldırılar asimetrik bir seyir izlese de AKP-MHP iktidarının nihai hedefleriyle mutlaka bağlantılı bir şekilde gerçekleşmektedir.
31 Mart yerel seçimlerinin kaybedilmesinin ardından iktidar ilişkilerinde belirli değişimler açığa çıktı. Özellikle rantiye ilişkisiyle belirli gruplarla kurulan bağların zayıflaması gittikçe küçülen pastadan pay alacakların birbiriyle olan kavgasına dönüştü. Bununla birlikte küçük ortak MHP’nin hem politik olarak hem de yönetsel olarak kendini yer yer tek başına iktidar alternatifi görmesi bu çelişkilerin hızla birer kavga unsuruna dönüşmesine sebep oldu. Yaklaşık bir buçuk yıl önce bu ilişkilerden tasfiye edilen ve son haftalarda adını sıkça duyduğumuz çete lideri Sedat Peker’in ifşaatları bu çelişkileri ve iç dinamikleri bir başka yönüyle açığa çıkarmış oldu.
Bir süredir Kürt halkına ve seçilmişlerine, sosyalistlere, emekçilere, kadınlara, LGBTİ+’lara ve gençlere dönük siyasal saldırıların yeniden hız kazandığı bir dönem içerisindeyiz.
Bu dönemde saldırıların boyutu her ne olursa olsun bu saldırılara karşı bizim cephemizde önemli bir dayanışma ve ortak eylem anlayışının geliştiğini söylemek mümkündür. Özellikle Boğaziçi direnişiyle birlikte sokak eylemliliklerindeki artış tüm ezilenler açısından bir motivasyona dönüştü. Lokal olarak gerçekleşse de işçi direnişleri bu süreçte yeni mücadele biçimleri yaratabildi. Yine kadın hareketinin sokak eylemlerindeki ısrarı ve kitleselliği direnişin bir diğer boyutunu oluşturmuştur.
İktidarın yönetsel gücünün zayıfladığı böylesi sancılı bir süreç içerisindeyken HDP İzmir İl binasına yapılan saldırı ve İzmir’deki yurtseverlerin ve sosyalistlerin yakından tanıdığı Deniz yoldaşımızın katledilmesi ciddi bir anlam taşımaktadır. Bu saldırının, gerek organize ediliş biçimi, gerek faşist katilin kimliği, gerekse katliamda kolluğun rolü açısından üzerinde dikkatle durmamız gereken bir saldırı olduğu açıktır.
Suriye’de cihatçı çeteler için savaşmış, askeri personelden eğitim görmüş “sağlık çalışanı” olarak hayatını sürdüren bir katilden bahsediyoruz. Bu saldırı, Suriye’de işgal savaşına katılan ve eğitim alan binlerce katilin aramızda dolaştığının en net kanıtıdır. Bununla birlikte saldırının defalarca yapılan keşifler, silah ruhsatı için izlenen yol ve yöntemler bakımından oldukça planlı bir şekilde organize edildiği açıktır. Bu planlı saldırıdan devletin övündüğü istihbarat örgütlerinin haberinin olmaması, olduysa da harekete geçmemeleri ayrıca değerlendirilmesi gereken bir diğer durumdur. Saldırı sonrası ise katilin kendisini polisin şefkatli kollarında bulma görüntüleri bizlere bir hayli şey anlatmaktadır.
İktidar sahiplerinin 20 yıldır elde etmiş olduğu ayrıcalıklı durumu, talan ve yağma düzeniyle elde etmiş olduğu serveti kolay kolay bırakmayacağı açık. Bunun yanına bir de son yıllarda işlenmiş olduğu savaş suçlarını ve katliamları koyduğumuzda iktidarın kimseye altın tepside koltuğunu bırakacağını söyleyemeyiz. Düzen içi muhalefet güçlerinin iktidarın bu gerileyişinden çıkardığı tek sonuç erken seçim talebidir. Oysa biz sosyalistler bu kadar girift bir tablodan bu kadar basit sonuçlar çıkarmaktan imtina etmeliyiz.
Son yıllardaki saldırı dalgalarının karşısında biz sosyalistler bütünlüklü bir anti-faşist cephe kurmayı başaramadık. Bu cephenin yakın gelecekte kurulabileceğini söylemek de iyimserlik olacaktır. Ancak her ne kadar bu cepheyi tanımlı olarak kuramasak da kimi seçim süreçlerinde ve güncel politik olaylarda AKP-MHP iktidarına karşı sürdürülen mücadelenin iktidarda kısmi gerilemelere yol açtığını söyleyebiliriz. Tam da bu gerilemenin hız kazandığı anda gerçekleşen İzmir saldırısı iktidar açısından kavganın yeni bir düzeye taşınacağına işarettir.
7 Haziran-1 Kasım süreçlerinden bildiğimiz gibi saldırının yoğunluğu ve şiddetine bağlı olarak bir seçim kurgulanmış ve AKP burada tek başına iktidar olmayı başarmıştı. Tarihi olayların ikinci kez gerçekleşmesiyle ilgili Marx’ın sözünü hatırımızda tutarak gelişebilecek bu sürece karşı önlemler almayı ve bir cephe siyasetini örgütlemeyi başarma sorumluluğu üzerimizdedir.
Deniz’in katledilmesinin ardından ülkenin hemen her yerinde yapılan eylemler son dönemdeki en kitlesel gösteriler olarak tarihteki yerini almıştır. Bu kuşkusuz önemli bir gelişmedir. Ancak AKP-MHP iktidarının bu saldırılarını gerçek anlamda engelleyebilmek için reaksiyonel bir eylem ve hareket anlayışındansa daha sistematik ve örgütlü bir mücadele anlayışını ortaya çıkarmak zorundayız. Bu mücadele anlayışı içerisinde seçimlerden meşru militan kitle eylemlerine kadar sayısız formda eylem biçimleri olmalıdır. Bu anlayış stratejide ortaklığı sağladığı ölçüde taktiksel farklılıklar zayıflığa değil üstünlüğe dönüşür.
Özellikle biz sosyalistlere düşen görev meşru militan mücadele hattını desteklemek ve geliştirmektir. Meşru militan mücadele hattı, iktidarın, tüm kurumlarıyla ve gayrinizami harp teknikleriyle saldırılar karşısında güçlü bir direniş cephesini kurma gücüne sahiptir. Taktik olarak bizden üstün olan devlete karşı onun istediği zeminde kavga etmek yenilgiyi koşullayan en önemli etkendir. Meşru militan çizgi siyaseti kitleler tarafından ne kadar kavranırsa sosyalist hareket o ölçüde maddi güce sahip olacaktır. Burada önemli olan “taşı delen suyun kuvveti değil sürekliliğidir” prensibiyle kesintisiz bir eylem hattını örgütleyebilmektir.
Hiç tereddüt etmiyoruz, mücadeleyi başarıya ulaştırana kadar bu koşuda durmayacağız. Denizlerden bugüne sürdürdüğümüz mücadele Deniz Poyraz yoldaşımızla en tepe noktasına ulaşmıştır. Dün söz verdiğimiz gibi bugün de yineliyoruz: Denizlere sözümüz devrim olacak!