“Biz hiçbir savaşı kaybetmedik.
Çünkü uğrunda savaştıklarımızdan hiçbir zaman vazgeçmedik.”
Ernesto Che Guevara
Mustafa Kemal KAÇAROĞLU’nun 2021 yılında Siyasi Haber’de yazdığı yazıyı yeniden yayılıyoruz…
6 Mayıs 1972.
Kahramanlar çağının üç önderinin Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edildikleri tarih!
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) üç önderi. Yoldaşlarını idam sehpasından kurtarmak için Kızıldere yollarına düşen Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledilmesiyle 1971 direnişinin perdesi kapanmıştı. Evet hareket politik ve örgütsel bir yenilgiye uğramıştı. Ama oligarşi kana doymamıştı! Geriden gelenler bir daha ayağa kalkmasın, yılsınlar diye Denizler’in idamıyla zalimliklerini perçinlemeyi düşündüler. Ama tam tersi oldu! Kızıldere’de oligarşinin ‘teslim ol’ çağrısına Mahir’ler “biz teslim olmaya değil, ölmeye geldik” diyerek kararlılıklarını ifade ederken ölümüne bir yoldaşlığın örneğini ortaya koyuyorlardı!
Denizler de idam sehpasında sanki Mahirler’e nazire edercesine gözlerinde en küçük bir korku belirtisi göstermeden “Yaşasın Marksizm, Leninizm’in yüce ideolojisi”, “Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği” diye haykırarak cellatlarına fırsat vermeden kendi sehpalarını kendileri tekmelediler. Evet, hareket yenilmişti ama Mahirler ve Denizler isyan ve direnişin meşalesini yakarak, gelecek kuşaklara önemli bir miras bırakmışlardı. Aynı zamanda Mahir ve arkadaşları Kızıldere’de yoldaşları için ölümü göze alırken büyük bir dayanışma geleneğini günümüze taşıyacak bir fedailiğin manifestosunu yazıyorlardı.
Marks, yenilgiye rağmen komüncüler için “göğü fethetmeye çıkan kahramanlar” diyordu. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’nın önderliğini yaptığı 1971 Direnişi yenilgiye uğramış olsa da Türkiye Devrim Hareketinde bir yol ayrımı yaratmıştır. Bu nedenle 1971 Direnişçileri de bizim için Marks’ın komüncüler için söylediği gibi “göğü fethetmeye çıkan kahramanlardır.”
Katliamlarıyla devrimci hareketi yıldırıp toplumsal muhalefeti dağıtacağını düşünen oligarşi 12 Mart sonrası pratikte tam tersi bir durumla karşılaştı. 70’lı yılların devrimcileri “Onlar karanlığı yırttı biz aydınlığı getireceğiz” diyerek faşist kurşunlara göğüslerini siper ettiler ve faşizme geçit vermediler. Ve 70’ler toplumsal muhalefetin yükseldiği ve devrimci hareketin sınıfla bağlarını geliştirerek kitleselleştiği yıllar oldu.
Burada Deniz’e özellikle değinmek istiyorum. Deniz, gerçek bir gençlik önderiydi. Bugüne kadar değişik dönemlerde gençliğin önderleri olmuştu, ama hiçbiri Deniz’in yerini tutamaz. Kararlılığı, inisiyatifi, heyecanını ve kitleyle buluşturan bir elektriklenmeyi sağlama becerisi, kitleyi sürükleyecek ateşli hitabeti onu tartışılmaz kılıyordu. Tabii tevazuu, yoldaşlarıyla kendini eşitlemesi…
Yetmiş yılının Eylül ayıydı sanırım. Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) amfisinde Dev-Genç’in bir kitle toplantısı vardı. Dev-Genç’in Türkiye genelindeki toplantıları polisiye nedenler ve şehrin merkezindeki uygun konumu açısından SBF’de yapılırdı. Deniz, Filistin’den yeni gelmişti. O sırada kaçak ve aranıyordu. Üzerinde hâki renkli gerilla elbisesi, başında kepi ve ayaklarında gerilla ayakkabısı ve yakasında Mao rozetiyle kürsüye çıkışındaki hava çok karizmatik ve etkileyiciydi! O günlerde anti-faşist mücadelenin sıcaklığından olsa gerek gençlik içinde askeri bir havanın estiği ve Dev-Genç’lilerin çoğunluğunun Amerikan mallarının satıldığı Ulus’taki bitpazarından temin ettiği askeri Amerikan parka ve postallarıyla gezdiği düşünüldüğünde gerilla savaşının içinden gelmiş olan Deniz’in gençlik üzerindeki etkileyiciliği ve çekiciliğini tahmin etmek zor olmaz.
71 Direnişine uzanan politik ve toplumsal süreci kısaca özetlersek;
1968 baharında Paris sokakları işçiler ve gençler tarafından işgal edilir. İşçiler ve gençler kapitalist ve bürokratik sosyalist nizama başkaldırırlar. Bu hareket tüm Avrupa ve dünyaya eşzamanlı yayıldı. 68 hareketi, Türkiye’ye Anti-emperyalizm olarak yansıyor ve bu dönemde işçi sınıfının yükselmekte olan sınıf mücadelesiyle kendiliğinden bütünleşiyordu. Anti-emperyalist eylemler FKF’yle başlayan ve daha sonra Dev-Genç ismini alan gençlik örgütünün öncülüğünde tüm Türkiye’ye yayılıyordu. İstanbul’da Deniz Gezmiş’in öncülüğünde Dolmabahçe’de Amerikan altıncı filosundan çıkan Amerikan bahriyelilerinin denize dökülüşünü, Türkiye’ye Büyükelçi olarak atanmış Kommer’in arabasının ODTÜ’de devrimci gençler tarafından yakılması takip etti. Kommer, Vietnam’da komünist direnişini kırmak için görevlendirilmiş ‘honço’ (kasap), ‘‘Vietnam kasabı’ da denilen bir pasifikasyon uzmanı! Bu dönem özellikle Türkiye’de gelişmekte olan anti-emperyalist hareketlerin pasifize edilmesiyle görevlendirilmiş birisi. Yine bu eylemlerin yanında İzmir’de Kordonboyu’nda Altıncı filoya karşı yapılan eylemler ve Balgat’ta Amerikan İktisadi Yardım Teşkilatı’na (AİD) düzenlenen sabotaj o dönemin önemli anti-emperyalist eylemlerinden.
Bu arada Alpaslan Türkeş’in önderliğinde komando kamplarında eğitilen faşist çeteler kontrgerillanın da desteğiyle devrimcilere karşı saldırılarını okullarda ve diğer alanlarda yoğunlaştırıyordu. Artık mücadelenin boyutları bir proletarya partisinin öncülüğü söz konusu olmadığından bir gençlik örgütü olarak Dev-Genç’in boyutunu aşmaya başlamıştı.
Bu nedenle Dev-Genç içinde konumlanmış gruplar da bir arayış içine girmişti. Filistin’e gerilla eğitimine gidenler yanında, Türkiye içinde Ege Bölgesinde Beşparmak dağlarında, Karadeniz’de ve Akdeniz’de Toroslar’da gerilla eğitimleri yoğunlaşmıştı. MDD stratejisi gereği “kırlardan şehirlerin kuşatılması” şeklinde ifade edilen Halk Savaşının ilk aşaması hazırlıkları hızlanmıştı. Artık doğum yakındı!
Burada Dev-Genç’in konumu için şunlar söylenebilir. Dev-Genç hareketi öğrenci hareketi olarak doğmuş, gelişmiş ve bir tarihsel döneme damgasını vurmuştur. Demokratik muhalefetin en solunda yükselirken, Türkiye’de revizyonizme ve geçmişe hem tepki, hem de bir alternatif olarak gelişmişti. Dev-Genç, Marksist-Leninist bir partinin öncülüğünün olmadığı o günün Türkiye koşullarında Türkiye sosyalist hareketinin öncüsü ve sözcüsü durumuna geldi.
MDD stratejisi, işçi sınıfının fiili önderliği yerine ‘ideolojik önderliği’ öngörmekteydi. Bu da proletaryanın olmadığı veya zayıf olduğu Çin gibi ülkelerde devrimin köylü ordusu temelinde gerçekleşeceği düşüncesine dayanır. Sosyalist saflarda ilk kırılma 15-16 Haziran İşçi direnişiyle gerçekleşir. Binlerce işçi sendikal hakları için sokağa dökülür. Hayat durur. Ülkede sıkıyönetim ilan edilir. Yüzlerce işçi, öğrenci tutuklanır. MDD stratejisi sorgulanmaya başlar. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) gurubu yollarına devamla kır gerillasını örgütleme çabalarına hız verirler.
Özellikle Mahir Çayan, teorik kıvraklığıyla Türkiye’nin emperyalizme bağımlı bir kapitalist ülke olduğunu ve Çin’e değil, bir Latin Amerika ülkesine benzediği tespitini yapar. Bu tespit ışığında ülkemizde emperyalizmin Çin’deki gibi ‘dışsal bir olgu değil, içsel bir olgu’ olduğundan hareketle ‘gizli işgal’den söz eder. Ve birkaç ay içinde devrim stratejisi değişir. Kırlar temel iken, şehirler temel hale gelir. 1970’lere değin Türkiye solunda ayrı ayrı görünümler olsa da tek bir çizgi egemendir. Türkiye solunda egemen olan bu çizgi genel olarak “kendi sağındaki güçlerden medet umma” anlayışıdır. Bu çizgi reformizmin çizgisidir. Sorun ‘devrim anlayışında’ yatıyordu. Bütün bu çizgi proletaryanın devrim yapabileceğine inanmıyor ve devrime payandalar arıyordu. 1965 sonrasında özde birtakım değişiklikler ortaya çıkmaya başlamış, 70’lerde bu açık bir çizgi olarak kendini ortaya koymuştur. Biz buna Türkiye Devrim Hareketinde YOL AYRIMI diyoruz. 71 Direnişine damgasını vurarak bir Yol Ayrımı yaratmış olan üç hareketten söz edilebilir. THKP-C, THKO, TİKKO. Bu üç hareket işçi sınıfının özgücüne dayanarak devrim yapma anlayışını’ hayata geçirmeye çalıştılar.
Hapishanede buluştuk
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yakalanmalarından sonra idamlarına uzanan süreç, Ulucanlar hapishanesinde başlar. Bizler, Mahir Sayın, İlhami Aras ve ben onlardan önce Ulucanlar’a düşmüştük. Bizler, ocak ayının sonunda Siyasal Bilgiler Yurduna (SBF) polis baskınından birkaç gün sonra baskına misilleme olarak bir Amerikan hedefine eylem düzenlemekten yakalanmıştık.
12 Mart Faşist Muhtıra Darbesi bizi içeride yakaladı. 16 Mart‘ta Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan Sivas Gemerek’de yakalanarak, Ulucanlar’a getirildi. Ondan bir hafta kadar sonra da Hüseyin İnan, Kayseri Sarız’da dayısının ihbarıyla yakalanıp, Ulucanlar’a getirildi. Yusuf yaralı ve sonda bağlanmış bir halde cezaevi revirine konmuştu. Yusuf’u revirde ilk ziyaret edenlerdendim. Çok zayıflamıştı. Deniz ve Hüseyin’i, bizim kaldığımız dokuzuncu koğuşun yanındaki hücreler bölümünün üst katı olan müşahede bölümüne koymuşlardı. Alttaki hücreler kocaman lağım farelerinin ortalıkta gezdiği ve insanların yaşayamayacağı yerlerdi. O hücrelere idamlık adli mahkumları koyuyorlardı. Müşahede bölümünde sorun yoktu. Deniz’ler, havalandırma yerine, müşahedenin koridorunda voltaya çıkıyorlardı. Bizim koğuş on beş kişi civarında, siyasiler için bir tecrit koğuşuydu. Hapishanenin diğer bölümlerinden kopuktu. Denizler’le volta sırasında yukarıdan pencerelerinden konuşuyorduk. Bir de denk gelirse avukat veya normal görüşme günlerinde ayak üstü konuşma fırsatı buluyorduk. Bizim koğuşta birkaç da adli mahkum vardı. Muhtemelen cezaevi idaresi siyasi mahkum olan bizlerden bilgi almak için onları bizim yanımıza koymuştu.
Bu arada bizim koğuşa, 12 Mart sonrası “dokuz Mart cuntası”nı ihbar ettiği için, Genelkurmay sekreteri Atıf Erçıkan’ın evine bomba koydukları iddiasıyla Atilla Sarp başkanlığındaki Dev-Genç’in genel sekreteri Ruhi Koç ve Sarp Kuray’ı da getirdiler. Bir ay sonra Denizler’i ve bu arada Yusuf da iyileşmişti; artık güvenlik nedeniyle Kayseri cezaevine götürdüler. Nisan sonunda da Nihat Erim’in balyoz hareketiyle sıkıyönetim ilan edilince, Kayseri’den Mamak’a götürdüler. Hacettepe, ODTÜ yurtlarına yapılan baskınlar ve bizim gibi münferit olaylardan tutuklanan yüzlerce arkadaşı da, 71 Haziran’ında Mamak’a taşıdılar. Ulucanlardan sonra Mamak’ta tüm Dev-Gençliler tekrar buluşmuştuk. Üç ay boyunca koğuşlar arası gidiş gelişler serbestti. Sonra Deniz’lerin ısrarıyla, idarenin bıyık ve saçların subay statüsünde kesilmesini protesto edip üç günlük açlık grevine gidince, tümden bıyıklardan olduğumuz gibi saçlardan da olduk! Saçlar üç numaraya vuruldu idare tarafından. Bunun yanı sıra, koğuşlar arası geliş gidişler de yasaklandı.
THKO davasından yatan arkadaşlar koğuş statüsünde ön hücrelerde kalıyorlardı. Deniz, Nazım’ın Tanya şiirini gür sesiyle ezbere tüm hapishaneyi inleterek söylerdi. Ne yalan söyleyeyim; Tanya şiirini ondan duymuştum. Ve ne zaman o şiiri duysam, hep Deniz aklıma gelir.
THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, cepheden Mahir Cayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz, Maltepe Askeri Cezaevinden firar edince, hapishanede büyük bir sevinç yaşandı. Dışardan Mahirler’in Deniz’leri kurtarmak için eylem koyacakları haberleri gelmeye başlayınca büyük bir moral yaşamaya başlamıştık. Fakat Kızıldere katliamı ve sonrasında uçak kaçırma eylemi başarısızlığa uğrayınca, artık umutlar tükenmeye başlamıştı. Bu arada İsmet İnönü’nün CHP adına Anayasa Mahkemesine idamların durdurulması başvurusu da reddedilmişti. 4 Mayıs’ta Jandarma Genel Komutanı Kemalettin Eken’in kaçırılma girişimi akamete uğradı. Dev-Genç’ten arkadaşlığımız olan Niyazi Yıldızhan (Keko Niyazi) eylemde sağ ele geçirildiği halde kurşuna dizildi.
“Kaçar biz gidiyoruz ha, biliyorsun”
Artık Denizler’in idam edilecekleri kesinleşmişti. İdam edilmelerinden on beş gün önce, bizlerle vedalaşmak için cezaevi idaresinden izin aldılar. Deniz bizim koğuşta biraz fazla kaldı. Mahir Sayın’la ODTÜ’de kaçaklık günlerinde arkadaşlıkları farklı bir boyut kazanmıştı. Benimle de SBF’ye geldiği zamanlar ilişkimizde sıcaklık yaşıyorduk. Mahir’le Deniz, havalandırma penceresine yakın ranzanın üstünde bağdaş kurarak oturdular. Ben de ranzanın yanında ayakta onlara eşlik ediyordum. Deniz sanki yakında idam edilecek biri gibi davranmadığı gibi, birlikte yaşadıkları bazı muzip olayları dile getirip Dev-Genç tabiriyle “mavra” yapıp kahkahayla gülüşüyorlardı. Bende onlara katılıyordum. Bir ara bana dönüp normal bir şey söylüyormuş gibi “Kaçar biz gidiyoruz ha, biliyorsun” şeklinde bir söz sarf etti. İdamı kesinleşen birisine bu söz üzerine ne denebilirdi! Şaşırmıştım, gayri ihtiyari “Dur bakalım, nereye gidiyorsunuz” diyerek cevap verdim. Söylediğime ben de inanmamıştım ama durum buydu.
On beş gün kadar sonra, sabah saatlerinde Nafiz Gardiyan (Denizleri severdi, fakat idare anlamasın diye bizlere sert davranırdı) yüzü simsiyah olmuş biçimde mazgala yaklaşıp alçak sesle “Denizleri bu akşam götürüyorlar” dedi, çok üzgün ve ağlamaklı idi. Bütün koğuşlara haber yayıldı. Anlaşılan İdareye infaz kararı gelmiş ve personel alarma geçirilmişti. Günlerdir tedirginlikle beklediğimiz an gelmişti. Yoldaşlarımızı koparıp götürüyorlardı. Artık Tanya‘yı söyleyen olmayacaktı! Yine avukat görüşünde veya normal görüşe çıkarken, Deniz’in gardiyanları atlatıp mazgaldan muzipçe takılmalarını özleyecektik. Tüm hapishane, sessiz ve tedirgin bir bekleyişe bırakmıştı kendini. Henüz uyumamıştık ki, koridorda bir hareketlilik başladı. Hücre kapılarının açıldığını gürültüden anlıyorduk. Ardından pranga sesleri gelmeye başlamıştı. Mahir koridora bakan ranzada yatıyordu. Mahir hemen ranzadan atlayarak cep aynasını mazgaldan dışarıya tuttu. Böylece onların götürülüşünü görmüş olduk.
Gece saat 03.00 gibi yattık. Tedirginlikle sabah altı civarı uyandım. Transistörlü radyonun kulağını çevirdim, Denizler’in idam edildiği haberini veriyordu. Önce Mahir’i uyandırdım ve diğerlerini tek tek kaldırıp bu haberi verdim. Karavana saati olduğu için tüm hapishane uyanmıştı. Sabah sayımında idare normal sayımların dışında, sessiz bir sayım yaptı. Tüm hapishane sessizliğe bürünmüştü. Bugün geriye dönüp baktığımda, neden sessiz kaldığımızı ve neden bir slogan bile atmadığımızı hâlâ anlamış değilim. İdareden çekindiğimizden veya ürktüğümüzden olmadığını biliyorum. Belki de sessiz kalarak yaptığımız protestonun daha anlamlı olacağını düşünmüştük. Havalandırmalarda da aynı sessizlik gün boyunca devam etti. Hüznün yanında gözler “Bu iş burada bitmedi, bayrak yere düşmedi yüreğinizi ferah tutun yoldaşlar” der gibi kararlılık ifadesini taşıyor gibiydi!
71 direnişçileri birer kahramandılar. ONLAR, bizlere İSYAN, DİRENİŞ ve DAYANIŞMA geleneğini miras bıraktılar. ONLAR, idam sehpasında cellatlarına aman vermeden vakur, kararlı duruşlarıyla bir devrimcinin idealleri için gözünü kırpmadan nasıl ölüme gidilebileceğini göstermiş oldular. ONLAR, kalbimizde ve mücadelemizde yaşıyor ve devrime kadar yaşamaya devam edecekler.
Deniz’in severek okuduğu şiirdeki Tanya’nın idam sehpasındaki son sözlerinden;
“Kardeşler
Hoşça kalın.
Kardeşler
Kavga sonuna kadar.
Duyuyorum nal seslerini
Geliyor bizimkiler!”
SELAM OLSUN ONLARA!