TOLGA TÖREN yazdı: “Türkiye kapitalizmi, yeniden yapılanmasında önemli bir eşiği atlatmış görünüyor. Devletin bütün aygıtlarının yürütmenin, yani Cumhurbaşkanlığı’nın, yani Saray’ın, yani “yerli ve milli Bonapart’ın” etrafında toplandığını, bunu yaparken de ekonomi ve güvenlik kurumlarının ilk çembere yerleştirildiğini görmek gerekiyor.”
TOLGA TÖREN
Bu yazı 24 Haziran 2018’in gece yarısında aşağıdaki satırlar ile başladı:
“Cumhuriyet’in kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi, 24 Haziran 2018 seçimlerinin sonuçlarını kabul ettiği takdirde bu unvanını Cumhuriyet’i sonlandıran parti olarak değiştirmek durumunda kalacaktır. Keza, adına ‘yeni Türkiye’ denen bu cumhuriyet, o Cumhuriyet olmayacaktır”.
Gece yarısını biraz geçe ise Muharrem İnce’nin, AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “başarı”sını kabullendiği ve ortalarda görünmediği haberi düştü sosyal medyaya.
İnce’nin estirdiği “dip dalgası”na umut bağlayanların İnce ve Kılıçdaroğlu’ndan açıklama beklediği süre zarfında Erdoğan, Bonapartist “yeni Türkiye”nin zaferini ilan edeceği balkon konuşmasına hazırlanıyordu.
Dün Cumhuriyeti kuran, bugün oyunu kuramadı
CHP’nin kuruculuğunun yerini sonlandırıcılığa bırakışının ilk adımı, 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MHP ile birlikte Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi ile atıldı.
Hatırlayalım. Seçim, Tayyip Erdoğan’ın yüzde 51, Selahattin Demirtaş’ın yüzde 9, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yüzde 38 oy alması ile tamamlanmıştı. Yani sağa açılma, sağın tartışmasız lideri Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile sonuçlandı.
İhsanoğlu’nun, bir sonraki durak olan 7 Haziran 2015 seçimlerinde, yani bir yıl gibi kısa bir sürede, yuvaya dönerek MHP’den İstanbul milletvekili seçilmesi de cabası.
Öte yandan CHP’nin İhsanoğlu tercihinin bugünkü seçimlere kadar uzanan bir sonucu olacaktı. Örneğin CHP, 24 Haziran 2018 seçimlerinin hemen öncesinde kamuoyunu, uygun adayları olduğuna ikna etmek için İhsanoğlu’nun aslında yanlış bir tercih olduğunu açıklamak zorunda kalacaktı. Kendi kalesine gol atmak misali… İhsanoğlu da 24 Haziran 2018 seçimlerinde oyunu Tayyip Erdoğan’a vereceğini açıklayacaktı.
Haziran 2015: Bir umut!
Hatırlanacağı üzere 7 Haziran 2015 seçimleri, toplumsal muhalefet açısından bir umut oldu.
Bünyesinde çok sayıda sosyalisti de barındıran HDP’nin bağımsız girdiği seçimlerden yüzde 13 oy alarak çıkması, kuşkusuz umudu büyüten faktörlerden birisi idi.
Öte yandan Haziran 2015 seçim kampanyaları boyunca, tıpkı 24 Haziran 2018’de olduğu gibi, CHP kitlesi ile HDP kitlesi arasında, özellikle de Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı sonrasında önemli bir bağ kurulmuştu. Bir başka ifadeyle CHP uzun zamandır arasının açıldığı Kürt seçmene dokunabilme imkânı elde etmişti.
Sonuç ise, AKP’nin önemli bir gerileme ile karşı karşıya kalmasıydı. 2011 genel seçimlerinde yüzde 50, 2014 yerel seçimlerinde yüzde 46 oy alan AKP, o umudun da etkisiyledir ki yüzde 40’a gerilemişti. Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hülyalarının en azından bir süre için ertelenmesi de cabası.
Kasım 2015: Top yeniden AKP’de
AKP’nin Haziran 2015 yenilgisini kabul etmeyerek savaş eşliğinde tekrarladığı seçimlerin CHP tarafından, örneğin boykot edilmeyerek kabul edilişi, CHP’nin Cumhuriyet’in sonlanmasına dair bir başka adımı oldu.
Bu kabul, inisiyatifin yeniden AKP’ye geçmesi, dolayısıyla oyunun AKP’nin istediği zeminde kurulması anlamına geliyordu. Barış görüşmelerinin sonlandırılması, savaşın ve dolayısıyla milliyetçiliğin kışkırtılması, HDP üzerinde estirilen şiddet, Cizre ve Sur, AKP’nin kendi taktik/stratejileri doğrultusunda attığı diğer adımlardı.
Bu süreçte CHP, savaşa ve yükselen milliyetçiliğe karşı tutum al(a)madıkça, fiilen oluşan milliyetçi cephenin doğal, ama etkisiz bir parçası haline geldi.
Demirtaş’ın tutuklanmasına yol açacağı aşikâr olduğu halde ve Muharrem İnce, Fikri Sağlar, Sezgin Tanrıkulu gibi isimlerin itirazlarına rağmen dokunulmazlıkların kaldırılmasında AKP ile birlikte davranılması ise bir adım ötesiydi.
Sonuç, sadece HDP tabanı ile makasın açılması değil; aynı zamanda oyunun bir kez daha AKP’nin belirlediği zeminde kurulmasıydı.
Elde kalan“olağanüstü hal”
15 Temmuz 2016 darbesi ise bu sürecin son ve en önemli adımını oluşturdu.
Darbe sonrası oluşan atmosfer, CHP’ye bugüne dair de sonuçları olabilecek bir zemin sundu. Parlamenter sisteme sahip çıkarken AKP-Gülen cemaatinin geçmişteki ilişkilerini teşhir etmek gibi örneğin. Ama elde kalan “olağanüstü hal” oldu.
CHP yönetimi, AKP’nin Yenikapı mitingine giderek Kılıçdaroğlu’nun AKP kitlesi tarafından yuhalanması pahasına, sözünü gene AKP’nin hazırladığı zeminde kurarken belki de bugünkü sonucun taşlarını da döşüyordu. Oysa yapılması gereken açıktı: AKP’nin Yenikapı’sına karşı, parlamenter sisteme sahip çıkan, alternatif ve kitlesel bir kampanya örgütlemek.
Böyle bir kampanya, laiklik konusunda haklı kaygıları olan kadınlardan Gülen cemaati kadrolarının yürüttüğü KCK operasyonlarını unutmayan Kürtlere, Gülen yargısı eliyle kotarılan davalarda haksızlığa uğrayan cumhuriyetçilere kadar geniş bir kesimi içine alabilirdi. Ol(a)madı ve bugüne gelindi.
Sağa giderek sola çıkış yok!
24 Haziran 2018 seçimlerine bakıldığında söylenebilecek şeylerden ilki, Muharrem İnce ve Selahattin Demirtaş’ın oyları toplamının yüzde 40 civarında olmasıdır. Bu Türkiye’de geleneksel kabul edilen, en geniş anlamda, yüzde 30 sol yüzde 70 sağ dengesinde solun lehine bir rakamdır.
Muharrem İnce’nin aldığı oy pekâlâ CHP’nin yakalayabileceği üst çıta olarak düşünülebilir. Bu rakama, Haziran 2015 seçimlerinde olduğu üzere, HDP ve CHP tabanlarının birbirine yakınlaştığı, CHP’den HDP’ye, batıdan doğuya, dolaylı da olsa barış mesajları verildiği bir dönemde ulaşıldığı düşünüldüğünde, ders açıktır: CHP ve HDP’nin yakınlaşmasının gerçek hayatta bir karşılığı vardır; bu yakınlaşma CHP’ye gelebilecek oyları azaltmamaktadır.
Dolayısıyla CHP’nin “sağa açılma” politikalarına son vermesi, piyasa ekonomisini ve sermaye hâkimiyetini kısıtlamanın yanında, güçlü bir barış söylemine yaslanan bir “demokratik ve sosyal cumhuriyet” programına yönelmesi elzemdir.
Nitekim, CHP’nin daha sol bir söyleme sahip olduğunda açığa çıkan ivme, adalet mitingleriyle; kısıtlı da olsa barış söyleminin etkisi ise İnce’nin Diyarbakır mitinginde görülmüştür. Bir başka ifadeyle, sağa giderek sola çıkış, dahası Cumhuriyet’i korumak da mümkün değildir. Sola dönmek ise büyütmektedir.
Sermaye seçimi “satın aldı”!
Seçim sonuçları ile birlikte, “kriz gelecek, AKP gidecek” ya da “sermayenin AKP’yi gözden çıkarmış olması” gibi, aslında çoktan hükmünü kaybetmiş söylemlerden uzak durulmasının önemi bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bir başka ifadeyle “demokrasi” ile “sermaye” arasında pozitif ilişki kuran söylemlerin geçersizliği tartışmasız bir hâl almıştır.
Nitekim, sermaye örgütleri seçim sonuçlarını “satın almış” durumdadır.
Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) “…Cumhur İttifakı’nı ihracat ailesi olarak tebrik ediyoruz”; MÜSİAD’ın ise “…halkımız bu seçimde de güçlü Türkiye’den, güçlü liderden, istikrardan, adaletten ve kalkınmadan yana oyunu kullanmıştır, hayırlı uğurlu olsun” ifadeleri bu durumun bir göstergesidir.
TÜSİAD’ın açıklaması da benzer bir yöndedir: “Türk halkı büyük sağduyusu ile bir kez daha fırtınalı ve belirsiz yollar yerine, istikrarlı ve güvenli rotayı tercih etmiştir”.[i]
İçsel dinamikler önemli
Ömrünü dolduran bir başka söylem ise, ABD’nin ya da Avrupa Birliği’nin “Türkiye’yi gözden çıkardığı”na dönük, içsel toplumsal dinamikleri ihmal ederek dışsal belirlenime gereğinden fazla anlam yükleyen yaklaşımlardır. Bu bağlamda Guardian muhabiri Simon Tisdall’in şu sözlerine kulak kabartmakta fayda var:
“…ABD birçok nedenle Türkiye’nin yardımına ihtiyaç duyuyor… Türkiye’nin Güney batısında, kendisine bölge çapında erişim sağlayan önemi bir askeri üssü, İncirlik Üssü’nü kullanıyor. Ankara’nın onayı olmadan Suriye’de kalıcı bir uzlaşma sağlanamayacağını biliyor. Aynı zamanda Türkiye, en azından geçmişte, Rusya’nın Karadeniz, Kafkaslar ve Balkanlardaki yayılmasına karşı önemli bir tampondu… Avrupa, Erdoğan’ın iç siyasetteki suiistimallerinden ve Avrupa karşıtı çıkışlarından kaynaklı derin mutsuzluğunu, Suriyeli mülteci akışını durdurmadaki ve IŞİD teröristlerini takip etmekteki işbirliğini devam ettirmek için yatıştırmak zorunda.”[ii]
Muarızı küçümsemek!
Kaçınılması gereken bir başka olgu da, “muarız”ı küçümseyen, bir projelerinin olmadığı, ne yapacaklarını bilemedikleri argümanına yaslanan, bir parça üstenci bir parça da apolitik yaklaşımlardır.
Bu noktada ilk olarak, Deniz Baykal’ın 2003 yılında Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılarak milletvekili olmasına destek vermesindeki beklentisinin “Tayyip Erdoğan’ın hükümette iki ay bile dayanamayacak” olduğunu hatırlatalım.[iii]
Ne büyük bir siyasi öngörü! 2023’e kadar iktidardalar…
Ayrıca, bu küçümseyici yaklaşım sahiplerine 20 Haziran 2018 tarihli Birgün’de[iv] yayımlanan “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı” belgesini incelemelerini tavsiye etmek gerekiyor. Devletin bütün aygıtlarının yürütmenin, yani Cumhurbaşkanlığı’nın, yani Saray’ın, yani “yerli ve milli Bonapart’ın” etrafında toplandığının, bunu yaparken de ekonomi ve güvenlik kurumlarının ilk çembere yerleştirildiğinin görülmesi açısından.
“Küresel olağanüstü hal”e uyum için önemli bir eşik
Türkiye kapitalizmi, kapitalist sistemin 2008 krizi sonrasında içine girdiği “küresel olağanüstü hal” ile tutarlı bir biçimde seyreden yeniden yapılanmasında önemli bir eşiği atlatmış görünüyor.
Bir başka ifadeyle, kapitalist sistemin içine girdiği bu yeni yönelim paralelinde, ülke içindeki aktörlerin konumlarının yeniden karılmasına; devletin de, ekonomik, ideolojik ve baskı aygıtlarındaki dönüşüm aracılığı ile bu karılmanın açığa çıkardığı ilişkiler bütününü sürekli kılacak bir karaktere bürünmesine şahit oluyoruz.
“Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı” şemasında Cumhurbaşkanı’na en yakın organlar arasında “Eğitim Öğretim Politikaları Kurulu”, “Ekonomi Politikaları Kurulu”, “Güvenlik Politikaları Kurulu” gibi devletin ideolojik, ekonomik ve baskı aygıtlarını düzenleyecek kurulların yan yana bulunması, tam da bunun bir göstergesi olsa gerek.
Egemenin kaskı, ezilenin sabrı!
Yukarıda alıntıladığımız Guardian muhabiri Tisdall, yazısını “Erdoğan yeniden kazanırsa, bir kask kapın ve emniyet kemerinizi bağlayın” sözleriyle bitiriyor. Görünen o ki, yerli sermaye ve uluslararası sermaye emniyet kemerlerini takarken gereksinim duyulan koruyucu kask “yeni Türkiye’nin devleti”ne mündemiç olacak.
- İş kazalarının bu denli arttığı, enflasyon, işsizlik, güvencesiz çalışma, kamusal mekânlara el konması, yeni özelleştirmeler gibi, “sosyal sorun”un bütün öğelerinin içinde yaşadığımız coğrafyanın her köşesine bu denli sirayet ettiği bir zaman diliminde,
- Ülkede ve bölgede savaşın bu kadar yakınımıza geldiği bir ortamda,
Walter Benjamin’in tanımıyla “ezilenlerin geleneği”ne tek bir yol kalıyor: Bir “demokratik ve sosyal cumhuriyet” programını güçlü bir muhalefet dinamiği haline getirebilmek için; demiri ve taşı ince ince işler gibi sabırla çabalamak.
Dipnotlar:
[i] Dünya, 25 Haziran 2018, “İş dünyası ‘güçlü yürütmeden’ hızlı kararlar bekliyor”, https://www.dunya.com/ekonomi/is-dunyasi-guclu-yurutmeden-hizli-kararlar-bekliyor-haberi-420318
[ii] Simon Tisdall, Guardian, 24 Haziran 2018, “Saviour and sultan, ally and foe – west in a bind over Erdoğan”, https://www.theguardian.com/world/2018/jun/24/saviour-sultan-ally-foe-west-in-bind-over-erdogan
[iii] Sol, 29 Haziran 2011, “Erdoğan nasıl milletvekili oldu?”, http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-nasil-milletvekili-oldu-haberi-44063
[iv] Birgün, 20 Haziran 2018, “Erdoğan’ın çember modeli: ‘Tek adam çemberi’, https://www.birgun.net/haber-detay/erdogan-in-cember-modeli-tek-adam-cemberi-220178.html