Mahir SAYIN yazdı: “Demokratik bir cumhuriyetin kuruluşuna mecbur kılınabilmesi açısından demokrasiyi köktenci bir biçimde benimseyen güçlerin mümkün olan en geniş cephesinin oluşturulması bugün verdiğimiz bu mücadelenin amorti edilememesinin yegane güvencesini oluşturur.”
Bugünün Türkiye’sinde, sosyalistler olarak birbirinden ayrı ele alınmaması gereken üç temel sorunla yüz yüze bulunuyoruz:
Biri, iktidarı gasp etmiş ve hukuk tanımazlık hevesi içerisinde faşizmi kurumlaştırma peşinde olan faşist iktidar blokunun devrilmesi;
İkincisi onun yerini demokratik bir cumhuriyetin alması;
Üçüncüsü de bu sürece önderlik edebilecek ve bu demokratik cumhuriyetin sosyal bir karakter kazanarak sosyalizme ilerlemesini sağlayacak işçi sınıfı hareketi de içinde olmak üzere antikapitalist muhalefet hareketinin ve sosyalist hareketin yeninden yapılanması.
Birinci ile üçüncü arasında doğrudan bir bağ yokmuş gibi, faşist iktidarın uzaklaşması/uzaklaştırılmasıyla normalleşilebileceğini/demokratikleşilebileceğini düşünenler yanında antikapitalist güçlerin burjuva muhalefet güçleriyle herhangi bir ilişkiye ihtiyaç duymadan sosyal bir cumhuriyeti kurabileceği düşüncesinde olanlar da vardır.
Tarih yanılgılı/aldatıcı her iki görüşün de örneklerini çoktan bol miktarda sergilemiş bulunmaktadır.
Aslında bu iki görüş bir anlamda birbirinden de türemiştir denilebilir. Her iki görüşte de, faşizmi hafife almak, faşizmin demagojik karakteriyle iktidara ulaşsa bile orada tutunamayacağı ve kendi ağırlığı altında çökeceği düşüncesi vardır. Bu düşünce burjuva muhalefette faşistler nasıl olsa komünistlerle Yahudilerle/Kürtlerle uğraşıyorlar dolayısıyla “bize göre hava hoş!” vurdumduymazlığına (Papaz Niemüller sendromu) yol açıp, faşizmin siyaset dışı kalışıyla birlikte kendilerine iktidar yolunun açılacağını “resmen beklerken”, kimi komünistlerde de yine aynı hafife alma sonucu kendilerine başka düşmanlar bulup faşist tehdidin işini kolaylaştırmışlardır.
Almanya’da faşistlerin iktidara gelişini Sosyal Demokratların iktidar oluşundan daha az tehlikeli gören zamanın 3. Enternasyonal önderleri, faşizmin iktidara gelişiyle birlikte demagojisi içerisinde boğulacağını ve kısa sürede gözleri açılacak olan yığınların komünist harekete yöneleceğini beklerken, Hitler’in tüm muhalefeti tasfiye edip iktidarını pekiştirmesi karşısında fena halde yanılmış olduklarını görüp bu kez de denize düşen yılana sarılır misali her türlü ittifakı, iktidar talebinden vazgeçecek ölçüde arar duruma sürüklenmiştir. Alman ve İtalyan faşizmlerini toptan çöküşü dünya çapındaki bir savaşla gerçekleşmemiş olsa idi bu politikaların da tek tek ülkelerde verecekleri sonuçlar İspanya’da elde edilen sonuçtan pek farklı olmayacaktı.
Faşizme karşı tüm potansiyeli harekete geçirebilmek gerekir
Savaşa giren her taraf kendi temel güçlerini, yedeklerini, müttefiklerini ve tarafsızlaştırabileceği güçleri iyi hesaplamaz ise bu hesabı daha iyi yapmış olabilecek olan karşı tarafın zaferini kolaylaştırmış olur.
Faşist blokun bugün önderliğini yapan Erdoğan’ın bu söylediklerimizi nasıl titizlikle uygulamakta olduğunu siyaset sahnesine atladığı ilk günlerden beri hep birlikte izlemekteyiz. Yürüttüğü savaşın değişik aşamalarına göre son derece esnek bir biçimde, temel güçlerini pekiştirirken, müttefiklerini anın gereklerine göre yenilemekte, karşısındaki cepheyi zayıflatmak üzere tarafsızlaştırmayı düşündüğü güçleri o konuma sürükleyebilmek için neredeyse stratejik gibi görünen adımlar atmaktan geri kalmamaktadır. Barış süreci ya da 15 Temmuz darbe girişimleri bu türden taktiklerin başarılı örneklerini sergilemektedir. Sadece bu kadarla kalmamakta, karşısındaki muhalefet güçlerini en gerici yanlarından yakalayarak (sınır ötesi savaş sorunlarında olduğu gibi) muhalefetlerinin en etkisiz konuma sürüklenmesine, aralarında ilişkinin birbirinin hareketini nötralize edecek biçimlere sürüklenmesine neden olacak taktikler geliştirmektedir. Şimdiye kadar başarılı bir kurmaylık sürdürmüş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Ne var ki bu faşist blokun karşısında konumlanan güçler asla bu stratejik ve taktik hesapları gerektiği esneklik içerisinde uygulayabilecek bir ortak kurmaylık oluşturamamaktadırlar. Muhalefetin iri gövdesini oluşturan Millet ittifakı Papaz Niemüller sendromuna yakalanmış olarak, tavanda asılı su damlasının büyümesiyle birlikte nasıl olsa belli bir anda düşeceğinin garanti olması gibi, faşist blokun yapacağı hataların büyümesiyle iktidarın kendi ağırlığı nedeniyle yere düşeceği momenti beklemekte ve müttefik demokrasi güçlerini tarafsızlaştırılacak bir güç yerine bile koymadan kullanmaya kalkışmaktadır.
Bu berbat stratejinin daha da kötü yanını, kendi hayat alanını yaratmak yerine, düşmanının hayat alanında yeteri kadar tutarlı olmadığı, kendisinin o alanlarda da daha tutarlı olacağını iddia edebilecek kadar ideolojik ve politik bir darlık içerisinde bulunmaktadır. Bu, o kadar kötü bir noktaya sürüklenilmesine neden olmuştur ki; şu anda, faşist blokun seçim döneminde kullanmayı hesapladığının ayan beyan olduğu iki yıllık savaş tezkeresinin reddini bile ancak sabahlara kadar tartışıp son anda kararlaştırabilmiş bir CHP ve bunu bile göremeyecek kadar milliyetçilikle beyni sulanmış olup tezkereye ‘evet’ diyen bir İYİP kurmaylığı ile karşı karşıya bulunuyoruz.
Bu kadar stratejik ve taktik hesaptan yoksun bir ittifakın önderliğine hitap ederek varılabilecek bir yer olmadığı aşikardır. Bunlar ancak tabanlarından gelen bir basınç ve iktidarın kendilerine karşı uygulayacağı basınçla bu aymaz stratejik-taktik çizgiden çıkıp doğru bir hesaba yönelebilirler. Hele yerel seçimlerde elde edilen başarının faturasının kimlerce ödendiğinin hiç farkında olmadan hep aynısının tekrarlanabileceğine olan inançla, bir gün söyledikleri doğruya yakın bir lafın ertesi gün tersini söylemekten kendilerini alamamaktadırlar. Daha kısa süre önce, Kürt meselesinin parlamentoda çözülmesi gerektiği ve bunun oradaki muhatabının da HDP olduğunu söyleyen Millet İttifakı önderlerinin birkaç gün önce de, “Kandil’i yerle bir etmek”ten, “HDP’yi PKK’nin uzantısı olarak gördükleri”ni söylemekten kendilerini alamamaktadırlar.
Bu noktada söz konusu önderliğe hitap etmek yerine tabanda faşizm tehdidini üzerinde hisseden yığınlara hitap eden bir demokrasi programının yaygınlaştırılması, izlenen aymaz yolun deşifre edilmesi ve itmeden gitmeyecek olan faşist blokun seçimleri gasp etmesini engelleyecek bir seçim güvenliği ittifakının oluşturulması için çabaların yoğunlaştırılması yerinde olacaktır. Sokaktaki bu mücadelede başarılı olduğumuz ölçüde seçimlerden beklenenden öteye bir başarı elde edip, faşist blokun Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaptığı gibi şiddet gösterileriyle iktidar gaspının önüne geçip, faşist iktidar sonrası gelişmelerin hem parlamenter düzeyde hem de parlamento dışı gelişmelerde belirleyici öğesi olma imkânını HDP ve müttefikleri olarak elde etmek mümkün olabilir. O zaman müttefik olarak bir yerlere koyamadıkları demokrasi güçlerinin desteğini hükümet kurabilmek amacıyla alabilmek için yapacakları manevralara teslim olmadan, Lenin’in dediği gibi “idam halkasının asılan kişiye verdiği desteğe benzer bir desteği” onlara sunma imkânına da kavuşmuş oluruz. Elbette ki, düzen içerisinde elde edilen böyle başarıların kamçıladığı ikbal hesapları da peşimizi bırakmayacak ve “iktidarın bu kadar yakınına gelmişken bir iki bakanlık kapmanın da fena bir şey olmayacağı”nın propagandalarının yaygınlığına tanık olacağız. Ama bilmeliyiz ki bu sözünü ettiğimiz o idam halkasına kendi boynumuzu da geçirmek olur.
Restorasyona karşı demokratik cumhuriyet
Faşist iktidar yerinden edilse bile, bütün “güçlendirilmiş parlamenter sistem” iddialarına rağmen, bugünkü ilişkiler ve muhalefetin ana gövdesini oluşturan Millet İttifakı’nın yapısı göstermektedir ki, söz konusu olan “RTE usulü başkanlık sistemi”nin yerine (bundan bile endişe etmek için nedenlerimiz vardır) geleneksel “Türk usulü parlamenter sistem”in geçirilmesi olacaktır. Bunu tek bir kritere bağlı olarak bile söyleyebilmek mümkündür. Günümüzde demokrasinin en temel kriterini oluşturan anti şovenizm, bir bileşeni zaten faşist kökenli olan bu Millet İttifakı’nın yanına bile uğramamış durumdadır. Geçmiş yüzyıllık tarihi bir yana, 40 yıldır kendisini silahlı boyutlarıyla birlikte kesintisiz bir halk mücadelesi olarak dayatmış olan özgürlük hareketin varlığına rağmen hala terör paradigması çerçevesinde soruna yaklaşıyor olmak ve faşist iktidarın bir türlü başaramadığına talip olup faşistlere şirin görünebilmek için de “Kandil’i yerle bir etmekten” söz eden Kılıçdaroğlu’nun halleri bunların demokrasi açısından nerede durduklarını göstermeye yeter de artar bile. Bu konuda hastalıklı olan bu ittifakın demokrasinin diğer meselelerinde sağlıklı olduğunu söylemek elbette ki, mümkün değildir. Zaten genel bir demokrasi düşüncesi içerilmiş olsaydı, bu, kaçınılmaz biçimde kendisini şovenizm konusunda da “Ulusların kaderlerini tayin etme hakkı”nın tanınması olarak ortaya koyardı.
Bu nedenledir ki, faşist blokun düşmesinin ardından iktidarın alternatifi olarak görünen Millet İttifakı’nın bir restorasyon değil de demokratik bir cumhuriyetin kuruluşuna mecbur kılınabilmesi açısından demokrasiyi köktenci bir biçimde benimseyen güçlerin mümkün olan en geniş cephesinin oluşturulması bugün verdiğimiz bu mücadelenin amorti edilememesinin yegane güvencesini oluşturur. Bunun başarılamadığı durumda, dönüp dolaşıp yıkılmasını istediğimiz eski yarı askeri sistemin yeni baştan kuruluşuna dönmüş oluruz. Elbette ki, böyle bir restorasyon bunca yaşanan deneyden sonra sanıldığı kadar kolay olmayacaktır ama demokrasiyi dayatan güçlerin gücüyle de orantılı olan bir gelişme söz konusu olacaktır.
Sosyal-demokratik bir cumhuriyet için
Antikapitalist sınıf ve tabakaların çıkarlarını temel alacak sosyal-demokratik bir cumhuriyetin kuruluşu esasında bir ihtilal sorunu olsa da küresel konjonktüre de bağlı olarak Türkiye’nin bugün yüz yüze getirildiği çıkmaz ve yüksek gerilimli siyasal bölünme bu doğrultuda ileri adımlar atılabilmesinin imkânlarını da peşi sıra sürüklemektedir.
Eğer eskiyi şu ya da bu ölçüde diriltecek bir restorasyonun gerçekleşmesinin önüne geçmek istiyor ve bunun için en radikal demokrasi güçlerinin bir araya gelmesini sağlamak düşüncesinde isek bunun oluşumunu zorlayacak, yol gösterecek, önündeki engellerin temizlenmesinde rol sahibi olacak, bir anlamda mıknatıslık görevi görecek olan bir sosyalist hareketin/yapılanmanın varlığına ihtiyacımız vardır. Böyle bir yapılanmanın Kürdistan özgürlük hareketiyle gerçekleştireceği bir “Türkiye demokratikleşme ittifakının” sözünü ettiğimiz görevleri yerine getirmesi mümkün olabilir. Bu konuda bütün gerekleri yerine getirilememiş olsa bile bu doğrultuda yol gösterici bir örnek durum oluşturulmuş bulunmaktadır. HDP ile bugüne kadar başarılmış olanlar çok açık şekilde ortaya koymaktadır ki, tüm bir Türkiye’nin kaderinin değiştirilmesinin yolu bu doğrultuyu benimseyerek döşenebilir.
Geçen yüzyılın 70’lı yıllarının ortasında Türkiye İşçi Partisi’nin %3 oyla parlamentoya 15 milletvekili sokabilmesi kimilerini yoldan çıkarırken, toplumun tümüne de sosyalizmin, devletin suç dosyasından çıkarılıp, siyasal bir hareket, bir kurtuluş yolu olarak tanıtılabilmesinin ve sınıf mücadelesini çok önemli bir kaldıracı haline gelebilmesinin imkânını sundu. Bugün de HDP ile farklı bir düzlemde TİP’in o zaman başlattığı ancak bizler tarafından doğru değerlendirilemeyen büyük girişiminin yeni bir safhasına ulaşmış bulunuyoruz. O zaman sosyalist hareket yeniden yapılanmayı bütünlük içinde gerçekleştirme becerisini gösteremeyip, oluşan muazzam potansiyelin çoğu zaman enerjisini birbirine karşı tüketen hareketlere bölünmesi ve nihayetinde 12 Eylül darbesinin bunların her birini teker teker yakalayıp esas olarak ortadan kaldırmasıyla sonuçlandı. 12 Eylül, dünyada süren egemen neoliberal politikalara yaslanarak yarattığı iktisadi, siyasi ve toplumsal dönüşümle de sosyalist hareketin TİP ile başlattığı büyük kalkışmayı bir daha tekrarlayarak eski gücüne geri dönmesine imkân tanımadı. Ne var ki, sosyalist hareketin uğradığı bu büyük gerileme Kürdistan’da güçlü bir yükselişle paralel gelişti ve özgürlük hareketi içinden çıkıp geldiği Türkiye sosyalist hareketine bir rakip değil bir yakın müttefik olarak elini uzattı ve bugün bu imkân halen daha gelişmiş ilişkileriyle sürmektedir. Şimdi 60 yılların orasında Türkiye İşçi Partisi’nin başlattığı büyük kalkışmayı özgürlük hareketinin varlığında yeniden üretebilecek bir koşulların ortasında bulunuyoruz.
Böyle bir hareketin gerçekleşmesi bugün var olanların aritmetik, geometrik, cebirsel, (ne derseniz deyin) bir toplamından asla çıkamaz. Zira bugün var olan sosyalist yapılanmaların hemen hemen hepsi geçtiğimiz yüzyılın artık taşınması imkânsız bagajlarıyla yüklü bulunmakta ve birbirine yaklaşmak isteyenlerin önüne bu bagajlar birincil engeller olarak dikilmektedir. İkincisi ise geçen yüzyılın bütün belirlenmeleri artık her anlamda aşılmakta ve yepyeni bir dünyaya doğru ilerlemekteyiz. Dün sadece reel ilişkiler dünyasında yaşamakta idik ve doğru yanlış her şey buna göre kurgulanmıştı. Ancak artı dünyamız iki katına çıkmış bulunuyor. Artık hayatımızın tek gerçekliği reel ilişkiler değil, sanal, virtual, dijital, ağsal, genişletilmiş gerçeklikler, vb. vb. diye değişik kavramlarla ifade edilmeye başlanan, temelini, dördüncü denilen ama aslında ikinci büyük sanayi devriminin oluşturduğu iki katlı bir dünyadır. Bu dünyanın ilişkileri reel dünyanın ilişkilerini tümünü – kendisi de onlardan kuşkusuz etkilenerek- temelden değişikliğe uğratır. Artık sosyal gerçekliğimiz farklılaştığı gibi siyasal gerçekliğimiz, örgütsel gerçekliğimiz, çalışma tarzımız ve devrim anlayışımızın tümü birden değişikliğe uğrar. Eğer bu bir gerçeklik ise 20 yüzyılın herhangi bir biçimdeki uzantısı olma durumunda olan her türlü örgütlenmenin ve ilişkinin de buna göre değişikliğe uğratılması gerekir. Tüm bir antikapitalist hareketin, işçi sınıfı hareketinin ve onun öncüsü/sözcüsü/koordinatörü olma iddiasında olan yapıların hepsinin yeniden değerlendirilmesini ve kurulmasını zorunlu kılar. Bu basitçe bir birleşme değil, bir yeniden kuruluştur.
Türkiye İşçi Partisi bu anlamda sosyalist hareket açısından bir paradigma değişikliğiydi. Yerine getirebileceği görevleri gerçekleştiremeden yapısal olarak telef oldu gitti. Eğer o gelişim bütünlüğü içerisinde 71’in ihtilalci hareketini kapsama becerisini gösterebilmiş olsa idi muhtemeldir ki çok farklı bir Türkiye ve Kürdistan’da, hatta Ortadoğu’da yaşıyor olurduk. Bu gün de 21. yüzyılın koşullarında yeniden kuruluş için önemli bir imkân önümüze düşmüş bulunuyor. Bunu iki temel şartından biri gemileri yakmak, diğeri ise çağın gereklerini içeren Marksizm-Leninizm yorumunu geliştirebilmektir. Henüz bu yeni ilişkiler tüm dünyaya egemen olmadan bunun bilincine vararak önceden onun gereklerine uygun adımları atabilir ve gerekli paradigma değişikliğini yaratabilir isek, faşist iktidardan kurtuluşu gerçek bir sosyal-demokrat cumhuriyetle de taçlandırma imkânını elde edebiliriz.