Tuncay Yılmaz, Demokratik Halk Direnişini Örmek adlı yazı dizisinin 2.sini yazdı: Demokrasi Cephesi ve Anti-faşist Direniş
Demokrasi Cephesi ve Anti-faşist Direniş
İçinde bulunduğunuz durumu nasıl tarif ettiğiniz siyasal ve örgütsel konumlanışınızı da belirler. Devrim mücadelesinin hangi konağında olduğunuzu düşünüyorsanız ona göre taktikler, örgütler, ittifaklar ve araçlar devreye sokarsınız.
Bu yazının birinci bölümü sayılabilecek “Demokratik Halk Direnişini örmek” yazımda durumu şöyle özetlemiştim: “Erdoğan, iktidarını garantiye almak ve kalıcılaştırmak için ülkeyi adım adım faşizme sürüklüyor… İktidarını garantiye almanın ve kalıcılaştırmanın yolu olarak ise başkanlık sistemine geçişi içeren bir anayasa değişikliğini hedefliyor.” Ve Erdoğan’ın arkasındaki, karşısındaki güçleri, izlediği stratejiyi, kullandığı taktikleri analiz etmeye çalışmıştım.
Elbette bu çok özel ve ilk kez yazılan bir tespit değil. Erdoğan karşıtı çevrelerin çok büyük bir kısmı bu tespitte ortaklaşıyor. Peki, tespitte ortaklaşılmasına rağmen neden birlikte hareket edilemiyor? Bu soruyla gerçekçi bir yüzleşme yapmadan önümüzü açmamız mümkün görünmüyor.
Demokrasi cephesi neden kurulamıyor?
Başta HDK/HDP olmak üzere çeşitli çevrelerce sık sık dile getirilen “CHP’nin bir bölümünden Haziran hareketine, Emek örgütlerinden HDP’ye” kurulması gerektiği savunulan geniş bir “Demokrasi Cephesi” bir türlü gerçek bir hareket olarak hayat bulamıyor. En son Rıza Türmen’in “Bir demokrasi cephesine gereksinim var” yazısıyla epey geniş bir kesim tarafından yeniden tartışılmaya başlayan bu mücadele cephesi neden kurulamıyor, ön girişimler neden işlevli hale gelemeden kadükleşiyor?
Şüphesiz bu cephenin gerektiği gibi kurulamaması ve kurulanların da işlevlenememesinin nedenlerinin başında cephenin müstakbel bileşenlerinin bir bölümünün hala “Kürt gerçekliğini” kabullenememesi, içselleştirememesi gelmekte. Kürt hareketiyle yan yana durma kaygısı farklı tonlara sahip bu kesim, AKP mezalimine karşı demokrasi güçlerinin birleşmesini istiyor, hatta Kürtlerin de bu bileşim içerisinde yer alması gerektiğini düşünüyor ama bu cephe içerisinde Kürt Halk hareketinin etkin bir bileşen olmasını, “Kürt sorununun çözümü” başlığının görünürleşmesini istemiyor. Oysa hiçbir toplumsal dinamik kendi sorununa çare aramayacak bir siyasal hamlenin parçası olmaz. Hele hele yıllardır adeta “feleğin çemberinden” geçen, devasa bedeller ödeyen örgütlü Kürt Halkı asla ve asla “Önce demokrasiyi kurtaralım, sonra sizin meselelerinizi gündeme alırız” yaklaşımına meyil vermez. Artı, böyle bir aşamalama doğru ve mümkün de değildir zaten.
Varlığı, mücadelesi ve oluşturduğu güç alanıyla Kürt Özgürlük Hareketinin faşizme doğru gidişatın karşısında başlı başına bir barikat oluşturduğu tartışmasız bir gerçek. Kürt halk hareketi yarattığı değerler ve örgütlülükle sadece Türkiye’nin değil, tüm Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi mücadelesinin vazgeçilmez parçası. KÖH’ün çeşitli dolayımlarla müdahil olmadığı bir Suriye-Irak ve Ortadoğu’nun şimdiye çoktan IŞİD cehennemine dönmüş olacağını görmek için uzmanlığa gerek yok. KÖH’ün tüm tez ve yaklaşımlarını doğru bulmuyor olabiliriz ancak bugün için, Kürt halkını ve onun örgütlü gücünü kendi mücadelesine ikna edememiş, onların birikim ve enerjisiyle buluşamamış hiçbir hareketin somut durum içerisinde ne Türkiye’de, ne Ortadoğu’da egemen akımlar dışında bir mücadele aksı yaratma imkânı yoktur. O yüzden, hesap “Kürt hareketini nasıl dışarıda bırakırız, ondan nasıl ayrışırız” üzerinden değil, “Kürt hareketini nasıl katabiliriz, onunla nerede buluşabiliriz” üzerinden yapılmak zorundadır.
AKP’ye karşı demokrasi cephesi lafını ağzına alan her güç/kişi önce bu gerçeklikle yüzleşmeli, bu durumu görerek önerisini tamamlamalı. Türkiye’de faşizme/diktatörlüğe/tek adamlığa gidiş durdurulup demokrasi geliştirilmek isteniyorsa bu Kürt halkı ve onun örgütleriyle birlikte gerçekleşe(bile)cektir. Demokrasi mücadelesini Kürtlerle birlikte vermeyi içselleştiremeyen her özne şu an fiili olarak CHP yönetiminin düştüğü duruma düşmekten kurtulamayacak, lafta faşizme karşı demokrasi savunurken icraatta AKP’nin faşizm yürüyüşünün payandası haline düşecektir.
Ancak Demokrasi Cephesinin kurulamamasının tek sorumlusu “Kürt halk gerçekliğiyle yüzleşemeyenler” değil elbette. Erdoğan’ın iktidarını garantiye almak için Ergenekon’la ittifak yaparak müzakere masasını devirmesiyle başlayan çatışma süreci de Demokrasi Cephesi’nin kurulmasının önündeki önemli engellerden biri durumunda.
İktidar, Kürt savaşı ve Kürt düşmanlığını bir numaralı “tehdit” olarak öne çıkartarak çatışma sürecini Türkiye’nin batısını konsolide etmenin, çelişki ve çatlakları sıvamanın, bir “beka” endişesi yaratmanın manivelası olarak kullanıyor. Bu taktiğiyle bir yandan MHP, CHP ve diğer düzen içi güçleri açmaza alarak kendine eklemlerken diğer yandan da 7 Haziran’daki HDP başarısının ima ettiği demokratik bir cumhuriyetin müstakbel kurucu bileşimini dağıtmayı hedefliyor. . Bu nedenledir ki, yeni rejim ve iktidar bloğu Türkiye'nin toplumsal muhalefet güçleri ile Kürt Özgürlük Hareketini ayrıştırarak yalnızlaştırmak ve ikincisini salt Kürdistani bir çerçeveye hapsetmek için elinden geleni yapıyor. Suruç ve Ankara katliamlarında görüldüğü gibi, buna canlı bombalarla mesaj vermek dâhil.
Savaşı ve çatışma sürecini Erdoğan ve şürekâsının başlattığına şüphe yok. Bir ucu IŞİD’e kadar uzanan Siyasal İslamcı/cihatçı zihniyetle aşılanmış Türkçü Ergenekon aklı, Ortadoğu’daki kaostan cesaret alarak ve soykırımın 100. yıl dönümünde yeni bir tarihi fırsat yakaladığını düşünerek Kürtleri 100 yıl daha yokluğa mahkûm etmeye girişti. Şayet müzakere sürecinin gereğini yerine getirerek Kürt sorununun demokratik çözümünün önü açılsaydı hiç başlamayacak olan bir savaş/çatışma ortamı böylece başlamış oldu. Büyük sermaye ise, olursa böyle bir başarının nimetlerinden faydalanmayı, olmazsa bu dönemi sınıfa dönük en saldırgan yasaların çıkartılmasında değerlendirmeyi hesap ederek bu plana evet demiş durumda.
Çatışmasızlık sürecinin belki de en önemli kazanımı olan Gezi Ayaklanması benzeri bir ayaklanmanın mayalanmakta olduğunu düşünebileceğimiz bu süreç, Erdoğan’ın istibdat rejiminin yanı sıra başlayan çatışmalar ve savaşın da etkisiyle baskılanmış halde. Erdoğan’ın bile isteye hazırladığı, oluşturduğu bugünkü atmosferde okul müdürüne sırtını dönen liselilerin eylemleri dahi “bölücülük/terörizm” parantezine alınmakta, ele geçirdikleri medya kanalıyla harekete geçme potansiyelindeki dinamik adeta felç edilmek istenmekte.
Erdoğan’ın masayı devirme hamlesine karşı Kürt Özgürlük Hareketinin Cizre, Nusaybin ve Sur’da belki de Cumhuriyet tarihinin bu güne kadar gördüğü en yüksek düzeyde bir direniş başlatması, çıtanın batıdaki direniş güçlerinin henüz ulaşamayacağı (hatta büyük oranda anlayamayacağı) bir seviyeye konulmasına yol açtı. Gezi’de parçalanan korku duvarından topladıklarıyla ancak kısa bir süreliğine barikatlar kurabilen isyan nüvesi, birden bire karşısında devasa bir “Devrimci Halk Savaşı” hamlesi buldu.
Erdoğan, AKP, devlet, polis, asker, sermaye bütünselliğini henüz kafasında sistematize edememiş, polise taş atmayı, “en büyük asker bizim asker” demekten vazgeçip askerle karşı karşıya gelmeyi yeni yeni anlamlandırmaya başlamış bir kitle, elinde kleşlerle Skorsky helikopterlere kafa tutan bir feda mücadelesiyle yüz yüze kaldı. Sonuçlarından bağımsız olarak insanlık tarihinin “büyük direnişler” sayfasına kendini yazdıracak bu direnişler Kürt Özgürlük Mücadelesinin tarihinde şimdiden bir milat durumuna geldi. Şunu söylemekte hiçbir beis yok ki, Kürt Özgürlük Hareketi’nin Cizre, Sur, Nusaybin direnişleriyle geldiği mücadele düzeyi, Batı’nın Geziyle birlikte yeni yeni kıpırdanmaya başlayan halk hareketinin kaldırabileceğini düşündüğü çatışma düzeyine göre fazla geldi. Kırk yıllık kesintisiz mücadele, en küçük mezraya kadar uzanmış örgütlülük, neredeyse Kürdistan’da yaşayan her bireye tek tek dokunan ödenmiş bedellerle belki de dünyanın en politikleşmiş halkı olan Kürt Halkının dahi kaldırmakta zorlandığı, önderliğinin kendisinden beklediği refleksleri gösteremediği ve PKK’li Duran Kalkan’ın dahi “Bu düzeyde saldırı beklemiyorduk; yanılmışız, hata yapmışız “ dediği bu düzeyde bir savaş karşısında Batı’nın afallaması şaşılacak bir durum olmasa gerek.
Demokrasi Cephesi’ni tartışmak üzere toplanılan masanın orta yerinde duran “Devrimci Halk Savaşı” çağrısı, bu cephenin tereddüde düşmesine, süreci yönseyecek ve kitleleri arkasından sürükleyebilecek bir önderliğin oluşturmasında kararsızlaşmasına yol açmakta. Faşizme karşı Demokrasi Cephesi’nde birleşmeye çağırılanlar atacakları bu adımla tam olarak neyle yüz yüze kalacaklarını kestiremiyor, çağrının asıl olarak Demokrasi Cephesi’ne mi Devrim Cephesi’ne mi olduğu yönündeki kafa karışıklığıyla sürece tam boy giremiyorlar.
“Devrimci Halk Savaşı” taktiğiyle “Demokrasi Cephesi” taktiği arasından kurulamayan korelasyon Barış Bloku, Demokrasi Cephesi, Diyalog Grubu, Demokrasi İçin Birlik Platformu ve benzeri girişimlerin önünde ortak “hendek” haline geliyor.
Kamuoyuna yapılan açıklamalar, kendi kitlelerine konuşmalar, karşı cepheyi bölmeye çalışmalar bir kenara bırakılıp durumun yalın hali konuşulmaya başlandığında sorulan gerçekçi soru “Demokrasi Cephesi mi kuracağız, Devrimci Halk Savaşı’na mı katılacağız?” oluyor. Bu soru kimilerimizi kızdırabilir ama gerçeklik bu!
Gerçekçiliğin batağında boğulup gitmeyeceğiz elbette ancak taktik ve politikalarımızı da gerçeklikten azade kurmayacağız. Devrimci önderlik payesi “en devrimci, en radikal, en keskin” hattı savunmakla değil, somut durumun gerçekçi tahlilini yaparak kitleleri bir ileri mücadele düzeyine taşıyacak taktik, ittifak, politika ve örgütlülüklere öncülük etmekle kazanılabilir.
Biraz daha somut konuşalım.
İki taktik
Erdoğan rejimine yedeklenenleri ve geriye çekilenleri bir kenara bırakırsak bugünkü siyasal dizilime baktığımızda Erdoğan iktidarına karşı direnme kararlılığında olanların iki ana taktik etrafında kümelenmeye çalıştığını görebiliriz.
Bunlardan birincisi yaşananı faşizm, ilerlemekte olan süreci ise bir “devrimci durum” olarak okuyor ve konumlanışının ana eksenini bu tespite göre yapmaya çabalıyor. İkincisi ise yaşananı “faşizme doğru gidiş”, süreci ise “ileriye sıçramanın önünün kapanmaması için bedel ödenerek kazanılmış demokratik mevzilerin korunması” olarak görüyor ve ona göre konumlanıyor. Yazıya döküldüğünde çok fark yokmuş gibi görünen bu iki tespit pratikte bambaşka konumlanışlara yol açıyor.
Baştan belirtmek gerekirse her iki konumlanış çabası da mevcut duruma teslim olmayıp direnme, değiştirme cüretini gösterdikleri için devrimcidir, değerlidir. Ancak mücadelede etkili, sonuç alıcı olabilmek için devrimci olmak yetmez. Aynı zamanda isabetli analizlere dayanan doğru konumlanışları da yapabilmek gerekir.
“Devrimci durum” içerisinde miyiz?
Bu başlığı irdelemeye başlamadan önce bir gerçekliğin altını çizmek durumundayız. Her ne kadar bir bütün olarak “Türkiye” üzerinden analizler yapıyor olsak da “Türkiye ve Kuzey Kürdistan” şeklinde işaret edilebilecek iki ayrı durum ve gerçeklik içerisinde yaşıyoruz. Bu duruma Suriye, Irak, Rojava’daki gelişmeler de eklendiğinde birbirinden farklı düzeylerde, aynı taktik, örgüt ve araçlarla ele alınamayacak ancak stratejik ve hatta konjonktürel olarak da birbirine bağlı, birbirini etkiyen bir bölgesel gerçeklik üzerine konuştuğumuzun da farkında olmak durumundayız. Kuzey (ve Güney/Batı) Kürdistan’da hem öznel, hem de nesnel olarak Türkiye’nin diğer bölgelerinden bambaşka bir saat ve gerçeklik işlemekte. Bu iki coğrafyada mücadelenin ritmi, çıtası o kadar farklı ki tek kalemde her ikisini birden değerlendirmek neredeyse mümkün değil. Yaptığımız değerlendirmelerde bu gerçekliği atlamak bizi bütünsel bir değerlendirme açısından yanlış sonuçlara götürecektir.
Farklı mücadele düzeylerine ve eşiklerine gelmiş bu coğrafyaların ürettikleri mücadele biçimleri meşruluğunu ve doğruluğunu kendi gerçekliklerinden üretecektir. Bu ayrılık ve birbirine bağlılık aynı uzamda farklı mücadele biçimlerinin gelişmesine ve meşruluğuna imkân tanımakta. Bu coğrafyaların özneleri bir yandan kendi mücadele düzey ve biçimlerini diğerleriyle etkileşime zorlarken aynı zamanda her bölgenin ancak kendi özgünlüğü ve gerçekliğine uygun mücadele biçimleri geliştirerek bu stratejik bütünleşmeye katılabileceğini göz ardı etmemelidir. Hiçbir özne nesnellikleri atlayarak sadece iradi bir yaklaşımla diğerinin mücadele ritmini ve düzeyini hızlandırmak ya da yavaşlatmak suretiyle kendini onun yerine ikame edemez, kendi doğrusunu genelleştiremez. Yapılması gereken bu bölgesel farklılıkların senkronizasyonunu, eşgüdümünü, bakışım ve birbirini beslemesini sağlayacak taktik esneklikleri, stratejik ustalıkları ve tutarlı örgütsel hamleleri gerçekleştirmektir.
Yazının asıl konusuna devam edecek olursak; “Devrimci durum” tanımının Marksist-Leninistler nezdinde ortak kabul gören üç kriteri mealen şöyle özetlenebilir:
1- Yönetenler eskisi gibi yönetememektedir ve bir değişikliğe ihtiyaç duymaktadır.
2- Ezilenler eskisi gibi yönetilmeye razı değildir.
3- "Barış zamanında" kendilerinin soyulmasına hiç ses çıkarmadan razı olan kitleler mevcut yönetime/sisteme isyandadır ve kendiliğinden hareketler gözle görülebilir, ölçülebilir düzeyde yükseliştedir.
Elbette bu en genel tanıma dayanarak bir tek yorumun çıkmayacağının, öznelliklerin bu kriterleri de kendi ihtiyaçlarına göre ele alacağın farkındayız. Ama biz başkasının ne dediğini değil, kendimizin bu kriterler üzerinden sürece nasıl yaklaştığımızı anlatmaya çalışalım.
Egemenlerin (büyük sermaye+siyasal iktidar+ordu/bürokrasi) mevut haliyle iktidarlarını sürdürmekte zorlandıklarını söylemek mümkünse de bunun oligarşinin tüm bileşenleri için aynı anlama gelmediğini de belirlemek gerek. Mevcut tıkanıklık finans kapital için başka anlama, Erdoğan ve şürekâsı için başka anlama ve Ordu/bürokrasi (yani eski statükonun yönetici erki) için daha başka bir anama gelmekte. Ama her ne olursa olsun tamamlayamadıkları statüko değişiminden dolayı yönetenler eskisi gibi yönetmekte zorlanmaktadırlar.
Bu zorlanma iktidar blo��u içerisinde çeşitli farklılaşmalara, çatlamalara ve ayrışmalara imkân tanısa da sürecin bu yönde gidip gitmeyeceği tamamen karşıt güçlerin mücadele performanslarına bağlı.
Erdoğan’ın kitle desteğini düşündüğümüzde ezilenlerin (en azından büyük bir kısmının) durumlarından hoşnutsuzluğu ve bu şekilde yönetilmek istemiyor oluşları tartışma götürür. Tartışma götürmeyecek olansa yükselen bir mücadele dalgası içerisinde olmadığımız gerçeğidir.
Devrimin sadece ideolojik değil fiili öncüsü olarak da işçi sınıfını görenler açısından bir “devrimci durum” tespiti yapmak için sınıfın kendiliğinden ve örgütlü hareketlilik düzeyi önemli bir barometre olsa gerek. Bu tespiti yapabilmek için elbette sokakların dolup taşmasını, sınıfın/kitlelerin kendiliğinden eylemliliğinin en üst düzeye ulaşmasını beklemek yersiz olacaktır. Ancak en azından sınıf/kitle eylemlerinin -anlık parlamalar dışında- normalden öteye bir yükseliş eğiliminde ve devam edebilir olduğunu bir takım gözle görülebilir, ölçülebilir olgulara dayandırmak zorundayız.
İşçi sınıfına yönelik en ağır saldırıların yaşandığı bu dönemde sınıfın eylemleri, direnişleri, grevleri ve örgütlülüğü (sadece sendikal olarak değil!) artar durumda mı? Üniversiteliler sistemde demokratik bir dönüşümü zorlayan eylemlilik ve örgütlülük içerisinde mi? Kadınlar her gün bir yenisi gündeme giren fiziki ve ideolojik saldırganlığa karşı egemenleri köşeye sıkıştıracak tarzda sokaklarda mı? Aleviler nerdeyse açıktan yeni Maraş ve Sivasların örgütlendiği bu süreçte güçlü bir karşı koyuş mu gösteriyor? Gıda tekellerinin, yasal düzenlemelerin ve vicdansız tüccarların cenderesinde sıkışan yoksul köylülük mücadeleyi yükseltme eğiliminde mi?
Fiili-Meşru-Demokratik Direniş hattı
Sorduğumuz bu sorulara olumlu yanıtlar verebilecek potansiyele sahip olduğumuz konusunda en ufak bir şüphemiz olmasa da bugünkü durumda “devrimci durum” tespiti ve ona göre bir konumlanış yapılamayacağını düşünüyoruz. İçinde bulunduğumuz aşamayı “ileriye doğru sıçramanın önünün kapanmaması için bedel ödenerek kazanılmış demokratik mevzilerin korunması” olarak tanımlıyor ve buna göre konumlanıyoruz.
Ve egemenlerin “eskisi gibi yönetememe” durumunu gerçekten de kitlelerin “eskisi gibi yönetilmek istememe” durumuna taşıracak bir taktik, politik, eylem ve örgütlülük düzeyini yaratmaya çabalıyoruz.
Demokrasi mücadelesinin devrimci savaşıma dönüşmesi bir aşama değil iç içe geçen olgunlaşma meselesidir. Demokratik Cephe’yi kurarken aslında devrimci halk savaşının önünü açmış oluruz. Ancak o “Demokrasi Cephesi”nin kurulabilmesi için de kitlelerin peşine takılabileceği, içerisinde kendini var edebileceği, içinde değişebileceği ve içerisinden değiştirebileceği mücadele taktik ve stratejisine ihtiyaç vardır. Burada önemli olan birini diğerinden üstün/devrimci gören bir tarzın değil, kitleleri örgütlenmeye ve harekete geçmeye, devrimci dönüşümün parçası (aslında garantisi!) olmaya teşvik edecek tarzın bulunup uygulanabilmesidir.
Bizce bu tarz ve taktik, kitleleri temel hakları için ve anti demokratik uygulamalara karşı fiili-meşru demokratik mücadele alanlarına çekecek olan “demokratik halk direnişi”nin örülmesidir. Sınıfı ve diğer ezilen kitleleri sadece ideolojik olarak değil fiiliyatta da demokrasinin, devrimin, değişimin özneleri olduğuna inandıracak/güvendirecek araç ve mücadele tarzlarını tercih etmek zorundayız.
Kitle hareketini öldürücü bir bekleyişe sokan, harekete geçmekte tereddüde düşüren ve kendisini ikincilleştirmesine yol açan bir çeşit dışarıdan gelecek “kurtarıcı/öncü” beklentisi yaratmak, kendi cephemizden baktığımızda bugün gerçek bir “devrimci halk savaşı” yaratmanın önündeki en büyük engel olacaktır.
Şimdi, bugün, hemen ihtiyacımız olan, taleplerimizi, araçlarımızı, sloganlarımızı, ittifaklarımızı faşizmin yükselişine karşı toplumun (öncelikle onun öncülerinin/temsilcilerinin) en geniş kesimini kapsayacak, en geniş Demokrasi Cephesi’ni toparlayabilecek tarza “gerçekten” uygun hale getirmektir.
Anti-Faşist Direniş
Bugün bunu yapabilmek sadece taktikte esnemeyi değil aynı zamanda örgütte de sıkılaşmayı gerektirmektedir. Hesap vermekten (kendi dünyalarından bakıldığında “kurban” seçilmekten) kaçabilmek ve iktidarını kalıcılaştırmak için bir iç savaşı, faşizmi kurumsallaştırmayı göze almış Erdoğan Rejimi her türlü antidemokratik, faşizan, militer ve paramiliter yol ve yöntemi devreye sokmaktan geri durmuyor, durmayacaktır.
Dengesi bozulduğu an bir daha kalkamayacak şekilde düşeceğinin farkında olarak “ölülerimizin üzerine basarak” kendini ayakta tutmaya çalışıyor.
Fiili-meşru-demokratik halk direnişini örmek aynı zamanda bu saldırganlığa karşı temel savunma mekanizmalarını geliştirmekle mümkündür. Savunma sadece saldırı anında değil aynı zamanda saldırı planını yapanları ve tetikçilerini erkenden boşa düşürmekle mümkün ve başarılı olabilir. Açık ki Erdoğan rejimi ve arkasındakiler her türlü saldırı ve çatışmayı göze almış, kitleleri sindirerek sokağı boşaltmak, ele geçirmek yoluna girmiş durumda. Tarihsel deneyimler bir yana, son bir yıl içinde yaşanılan bombalama, linç, infaz ve saldırılara bakıldığında dahi faşizmin kurumsallaşmasını durdurmanın hiç de kolay olmadığı görülecektir. Faşizmi engellemek isteyenler en az faşizmi kurumsallaştırmak isteyenler kadar cesur ve atak olmak; faşizme karşı nefsi müdafaanın ve her türden sivil itaatsizliğin bir yükümlülük ve hak olduğu bilinciyle davranmak zorunda.
Demokrasi savunucusu her birey, birim, örgüt, blok aynı zamanda öz savunma aklını, yeteneklerini, örgütünü ve mekanizmalarını geliştirmelidir. Bu güçleri bastırma, sindirme yönlü niyetleri olan resmi ve sivil çeteler attıkları her taşa karşılık verileceğini hissetmeli, elini kolunu sallaya sallaya alanlarımıza girebileceklerini düşünememeliler. Öz savunmada kullanacağımız enstrümanların düzeyi hem karşımızdaki güçlerin bize yönelim biçimine hem de bizim kitlesel direnç düzeyimize bağlı olacaktır.
Bir yandan temel demokratik talep ve haklar etrafında mücadele cephesini geliştirip genişletirken, diğer yandan da devletin militer/paramiliter yapılarına ve İslam-Türk ideolojisi donanımlı sivil faşist çetelere karşı meşru müdafaa refleks, yetenek, örgüt ve uyanıklığını geliştirmek zorundayız. Erdoğan’ın bizi uzaklaştırmaya çalıştığı demokratik mücadele alanını terk etmeyecek, elverişli her çatlağa sızacak, her çelişkiyi değerlendirecek ve büyütülebilir her kıpırdanışa anında odaklanacak kadar uyanık; sokağa saldığı çetelere prim vermeyecek kadar refleksif; resmi ya da gayri resmi saldırılara yanıt verecek kadar yetenekli ve tüm bunları bir stratejiye bağlı olarak yapacak şekilde örgütlü davranmak sorundayız. Başka bir yolumuz yok!
Son söz
Son sözü, ciddiye almıyoruz algısı oluşmaması için, Devrimci Parti’nin yayın organı Umut gazetesinin internet sitesinde yayınlanan yazıya ilişkin söyleyeyim. Devrimci Parti “Faşizme karşı en geniş cepheyi” örmeye çalıştığımız bu günlerde her zamankinden daha fazla bizim yoldaşımız, mücadele ortağımızdır. Mücadele tarzlarımızda, araç ve yöntem tercihlerimizde farklılaşabiliriz ancak bugünün mücadele diziliminde pek çok açıdan siper yoldaşı durumundayız. Birikim, enerji ve yeteneklerimizi hep birlikte düşmana yöneltmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz bu süreçte dönüp en yakınımızdakilerden birinin ayağına sıkmak asla tercih etmeyeceğimiz bir yol ve yöntemdir. İdeolojik, politik, taktiksel tartışmalara sonuna kadar evet! Kendini haklı çıkartmak için faşizme karşı birlikte mücadele ettiklerini harcamaya yeltenmeye sonuna kadar hayır! Bu tarz bizden uzak olsun…