TOLGA TÖREN yazdı: “Demirtaş’ta ısrar edenlerin, asıl derdinin Demirtaş olmaktan ziyade, Hazi-ran seçimleri döneminde, AKP’nin ‘yeni Türkiye’si karşısında açığa çıkan ‘yeni yaşam’ umut ve söyleminin, güçlü bir programa dayanıyor olmasına rağmen, bu politikaların Demirtaş ile özdeşleşmiş olmasıdır.”
TOLGA TÖREN
Demirtaş’ın HDP eş başkanlığından ayrılma kararı solda, Hasip Kaplan’ın sosyal medyada yer alan talihsiz ifadeleri de dahil, yeni bir tartışmanın, daha doğrusu tartışmalar dizisinin başlamasına vesile oldu.
Tartışma, Demirtaş’ın başkanlıktan çekilmesine HDP’nin sessiz kalmasını politik ya da ahlaki olarak kabul edilemez bulanlardan, Demirtaş’ın hakkını teslim etmek kaydıyla, olağan karşılayanlara kadar geniş bir zemine yayılırken, Hasip Kaplan’ın sosyal medyada yer alan “HDP kurultayında
Demirtaş’ın yerine sakın bir Türk göz dikmesin, benim naçizane önerim, herkes haddini bilecek..!” sözleri deyim yerindeyse tartışmaya tüy dikti.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki Demirtaş’ın aday olmama kararına verilen tepkinin yüksekliği HDP açışından son derece olumlu bir gelişmedir.
Olumludur, çünkü her şeyden önce, parti tabanının kendi başlarına gelen ve gelebilecek devlet baskısına karşı hazırlıklı iken, bunu bekliyor ve verili koşullarda bunun “yeni Türkiye”nin “yeni normal”i olduğunun farkında iken, Demirtaş’ın çekilmesinin bu kadar kolay kabul görmesine hazır olmadıklarının göstergesidir.
Kuşkusuz bu durum aynı zamanda bir siyasal katılım ve mobilizasyon biçimidir ve bu anlamda olumlu, ileri bir durumdur. Demek ki insanlar partilerine sahip çıkıyor, partilerinin iç işlerine müdahil oluyorlar.
Demirtaş’ın cezaevine konması sürecinde mücadelenin yeterince yükseltilememiş olması ise, parti – taban ilişkisinin çok ötesinde, taban / kitle – devlet arasındaki mücadele pratiklerine ilişkin bir sorunsaldır ve birincisine göre daha karmaşık bir toplumsal süreç bağlamında ele alınmalıdır…
Kuşkusuz ele alınmalıdır, sadece düzlemler farklıdır.
Demirtaş’ın başkanlıktan çekilme kararının HDP’nin siyasi hasımlarını, siyasi hasımlarımızı, yani AKP ve CHP’yi mutlu etmiş olmasına da bu bağlamda dikkat çekmek gerekmektedir. Kuşkusuz bu kendileri, özellikle de AKP açısından bir moral üstünlüktür. “Seni başkan yaptırmayacağız” iddiasından başkanlıktan olmaya giden yolun bu derece kolay kabul görmesi, elbette AKP (ve simbiyotik ortağı CHP) açısından sevindiricidir.
Bu satırların yazarı dahil, Ayhan Bilgen’in talihsiz açıklamasındaki ifadeleri ile konuşacak olursak, “klavye başındakiler”in itiraz ettiği noktalardan birisi tam da burasıdır:
HDP; AKP ve CHP’yi, “yeni Türkiye”nin bu simbiyotik ortaklarını mutlu edecek, onlara psikolojik üstünlük hissi veren bir kararda neden ısrar etsin?
***
Selahattin Demirtaş’ın HDP başkanlığından ayrılacak olması kendisinin tek başına aldığı bir karar mı yoksa doğrudan ya da dolaylı, açık ya da zımni, parti içerisinde / çevresinde çeşitli platformlarda yürütülen tartışmalar sonucunda fiilen açığa çıkan bir sonuç mu, bu işin elbette ayrı bir boyutu. Ancak, Kürt siyasetini izleyenler acısından, bu ayrılık kararının geçmişte kimi işaretleri olduğunu söylemek mümkün.
Öte yandan, evet, siyaseti kişilere indirgememek, kişi kültüne bulaşmamak iyidir.
Evet, her başarılı toplumsal hareket, farklı zamanlarda öne çıkıp dönemin görevlerini üstlenecek liderlerini ve “organik aydınlarını” yaratmayı becermelidir, bu açıdan kişilere takılıp kalmamalıdır, doğru…
Her siyaset gibi HDP ya da daha genel anlamda Kürt siyaseti, Demirtaş da dahil, kişilerle değil, fikri donanımın, programatik yönelimin ve politik doğrultunun doğruluğu ile kendisini var edebilir…
Kabul…
Bu bağlamda daha çok şey söylenebilir elbet…
Bununla birlikte, Demirtaş’ın başkanlıktan ayrılıyor olmasını sadece Demirtaş’ın ne kadar iyi bir başkan olduğu ile değil, Kürt siyasetinin son yıllarda içine girdiği yönelim bağlamında tartışmak gerekir.
Dolayısıyla Demirtaş’ın başkanlıktan çekilmesinin böylesine hayırhah karşılanmasına gösterilen tepkilerin de en geniş anlamda Kürt siyasi hareketinin en önemli becerilerinden birisi olan, “oyun kurma” ve “siyaset belirleme” becerisini son yıllarda Türkiye bağlamında kaybediyor oluşuna ilişkin kaygılarla okumak gerekli.
En genel manada Kürt siyasetinin şimdiye kadar devletin askeri ya da siyasi bütün imha politikalarından büyüyerek çıkmasında, süreci ve karşı tarafın hamlelerini iyi analiz etmekle kalmayıp, karşı siyaset üretebilme becerisi gösterebilmesiyle gerçekleştiği genel kabul gören bir durum.
Ancak, son süreçte, Türkiye dışına, özellikle de Suriye’ye bakıldığında farklı olmakla birlikte,
Türkiye bağlamında, Kürt siyasetinin, “oyun” ya da “siyaset” kuran ve belirleyen olmaktan ziyade belirlenen, siyasete, “oyuna” dahil olan olduğunu söylemek mümkün.
Bununla birlikte, Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt siyasetinin siyaset ölçeğine bakıldığında, sadece önceliklerin değil, zaman zaman yönelimlerin de farklılaşması anlaşılabilir bir şey.
Ancak bu durum, dört parçada siyaset yapıyor olmanın zorunlu kıldığı, özgünlükleri dikkate alma ve her bir parçada bu özgünlüklere uygun siyaset geliştirme zorunluluğunu ortadan kaldırmaz, kaldırmamalı.
***
Demirtaş’ın kararına verilen tepkilerin HDP içerisinde olduğu sır olmayan farklı ideolojik konumlanmalarla birebir örtüştüğünü söylemek de pek mümkün görünmüyor.
Yani, örneğin, HDP içerisinde, var olduğu bilinen Türkiye sosyalist hareketi ile birlikte siyaset yapılmasına pek de sıcak bakmayan kesimler ya da liberal kesimler şu pozisyonu alıyor da bir blok olarak sosyalistler bu pozisyonu alıyor denecek bir durum söz konusu değil.
Öte yandan, hepsi değilse de HDP’yi destekleyen hatırı sayılır bir sosyalist kitle, Demirtaş’ın kararının parti tarafından kabul edilmemesi gerektiği yönünde fikir belirtiyor çeşitli platformlarda.
Bunun önemli açıklamalarından birisinin, Haziran seçimlerinin gösterdiği üzere büyük umutlar yaratan Türkiyelileşme yöneliminin hayata geçmesinde Demirtaş’ın “doğru yerde doğru insan bulundurma” kuralına çok uygun bir kişi olması olduğunu söylemek fazlasıyla mümkün.
Kaldı ki, sadece parti olarak HDP’nin değil; ama birey olarak da Demirtaş’ın AKP’nin bu kadar hedefinde olmasının nedenlerinden birisi de buydu…
İkinci ve daha önemlisi ise, Demirtaş’ta ısrar edenlerin, asıl derdinin Demirtaş olmaktan ziyade, Haziran seçimleri döneminde, AKP’nin “yeni Türkiye”si karşısında açığa çıkan “yeni yaşam” umut ve söyleminin, güçlü bir programa dayanıyor olmasına, bu anlamda, evet, kişilerle ilgili olmamasına rağmen, bu politikaların Demirtaş ile özdeşleşmiş olmasıdır.
Bir başka ifadeyle, ısrar Demirtaş ısrarından ziyade, Haziran seçimleri öncesinde yakalanan ve hepimize büyük umut veren siyasal çizgiye ilişkindir, daha doğrusu oraya dair bir özlemin ifadesidir.
Evet, elbette o dönemden çıkılması AKP’nin masayı devirmesiyle, diz çöktüremediği, başkanlık seçimleri ve Kürt meselesinin sisteme uygun çözümü noktasında istediği çizgiye çekemediği Kürt hareketini tasfiye girişimiyle ilgilidir… Doğru…
Doğru olmasına doğru ama; Haziran seçimleri sonrasında, “masa”nın bu tarafının da yaptığı tespitlere ve Türkiye özgünlüğünde, girdiği yönelimin tartışılmasına olan ihtiyaç, ne kadar yadsınabilir, orası muğlak.
Dolayısıyla, kitle memnun değilken, siyasi hasımlar memnunken, tartışılması gereken kimi şeyler varken, Demirtaş’ın içeride olmasını Kürt hareketini yeniden batıda da meşrulaştıracak bir kampanyaya dönüştürüp, barışın ve çözümün imkanlarını zorlayıp tartıştırmaktansa, bu esnada da Haziran sonrasında masanın bu tarafında yanlış giden şeyler var mı diye tartışmaktansa, Demirtaş’ın başkanlıktan çekilmesine bu kadar kolay yol vermek, doğru bir siyaset gibi görünmüyor.
Yani “mesele Demirtaş değil”.
Kuşkusuz, HDP içerisinde, Demirtaş’ın başkan olarak kalması gerektiğini düşünenlerin önemli bir kısmının da kabul ettiği gibi, bu ısrar Demirtaş’ın eksik bıraktıkları ya da başkanlık biçiminin eleştirilmesi gereken noktaları olmadığı anlamına gelmiyor.
Demirtaş’ın sevildiği, haklı bir şekilde, kabul gördüğü doğru olmasına doğru; ama asıl mesele Demirtaş’ın ayrılmasının bu kadar kolay kabul görmesinin siyaseten doğru bir hamle olup olmaması…
Ve bu bağlamda, hem taban hem de siyasi hasımların söylediklerine, düzünden ve tersinden, kulak vermekte fayda var.
***
Bu noktada bir kaç söz de Hasip Kaplan’ın talihsiz ifadelerine…
Evet, Kaplan’ın ifadeleri, en geniş anlamda Kürt siyasi hareketinin yönelimleri ile de HDP’nin programı ile de uyumlu değildir. Bununla birlikte yıllardır, “demokratik ulus”, ulus devletin reddi, “demokratik modernite” gibi kavramlar çerçevesinde siyaset kuran bir hareketin yaklaşımı ile son derece tutarsız olsa da, Kaplan’ın söylemi, bizlere belki de bir işaret veriyor.
Hasip Kaplan’ın özellikle de Kürt meselesi bağlamında açığa çıkan sorunlarda elini taşın altına koymaktan kaçınmayan sosyal demokrat bir siyasetçi olduğuna kimsenin bir itirazı olmaması gerekir.
Bununla birlikte Kaplan’ın çıkışını, Kürt halkı içerisinde de yaygınlık kazandığı söylenebilecek bir eğilimin, birlikte olacağına dair umutsuzluğun ya da “birlikte olmayacağı”na dair güçlü inancın kazandığı meşruiyetin bir göstergesi olarak okumamak için bir gerekçe bulunmuyor.
Bu, konunun Kaplan’ın ifadesiyle “Türkler” tarafından üzerinde düşünülmesi gereken kısmını ifade ediyor.
Ancak, Kaplan’ın da düşünmesi gereken kısımlar var.
Kürt siyaseti açısından Güney Afrika barış ve çözüm süreci önemli bir örnek ifade eder. Bu satırların yazarı ise, çeşitli akademik ve politik platformlarda uzun zaman üzerine çalıştığı Güney Afrika modelinin Kürt sorununun çözümü için ideal bir örnek olamayacağını dile getirdi uzunca bir süre.
Nedeni açıktı; çünkü Güney Afrika, bizzat Güney Afrikalı eleştirel sosyal bilimcilerin ifadesiyle “ekonomiyi beyazların, siyaseti siyahların yönettiği, pazarlıkla gelen” bir barıştı “bölünmüş bir toplumda bir anayasal mühendislikti”.
Kuşkusuz pazarlıksız barış olmaz… Ancak, neyin pazarlığı olduğu önemlidir: Pazarlık, iktisadi anlamda eski yapının aynı kalması, ve gene Güney Afrikalı sosyal bilimciler arasında yaygın kabul gördüğü tanımıyla “yeni Güney Afrika”nın, ekonomisini beyazların yönettiği, siyasetin ise siyahlar tarafında idare edildiği liberal bir yapı olarak tasarlanması idi.
Bu anlamda, ırkçılığı ortaya çıkaran ve kolonyal geçmişin mirası olan hiçbir şeye dokunulmayacaktı… Öyle de oldu.
Irkçılık karşıtı mücadelenin öncü gücü Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ve onun efsanevi lideri Nelson Mandela, Güney Afrika Komünist Partisi ile birlikte bu sürecin en önemli taşıyıcılarından birisi olurken, ayni zamanda 1990’lı yıllara liberal kimlik kuramlarının, yani ulusal sorunu sınıfsal bağlamından koparan yaklaşımların bir zaferini hediye edeceklerdi.
Bütün bu yaşananların en önemli kanıtlarından birisi ise, 2012 yılında grevci ve silahsız 34 siyah maden işçisinin gene siyah polisler tarafından tarandığı Marikana Katliamı’dır.
Dünyanın en büyük platin madenlerinden birisi olan bu madenin en büyük ortağı ise bir zamanlar Nelson Mandela’nın sağ kolu olan ünlü “siyah kapitalist” Cyril Ramaphosa’dır.
Bütün bunlara rağmen Nelson Mandela haklı olarak efsanevi bir liderdi. Sadece Roben Adası’nda 27 yıl hücrede tutuklu kaldığı için değil. Ülkedeki her beyazı potansiyel düşman olarak gören, “her kolonyaliste bir kurşun” sloganı atan, anti-komünist siyah milliyetçilerinin, ırkçılık karşıtı mücadelenin beyazlarla birlikte yürütülmesine olan itirazlarına karşın şu sözleri sarf edebildiği için:
“Biz Güney Afrika’da yalnızca siyahların hakkı için mücadele etmiyoruz. Güney Afrika, siyah ya da beyaz, üzerinde yaşayan herkesin ülkesidir ve biz hepimizin özgürlüğü için mücadele ediyoruz.”
Mandela’nın bu sözleri ve bu sözleri ile tutarlı politik tutumu, 1990 – 1994 yılları arasında yaşanması beklenen korkunç iç savaşın önlenmesinde, dolayısıyla barışın inşa edilmesinde oldukça önemli bir rol oynayacaktı.
Bugünkü Güney Afrika’nın içler acısı hali mi?
Kuşkusuz Mandela’nın yukarıda aktardığımız sözlerinin değil, mücadelenin öncü örgütü Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) politikaları ile, neredeyse tüm hükmünü kaybederek resmi bir parti halini alan Güney Afrika Komünist Partisi hariç, sol arasında oluşan makastır.
Tam da ülkede yatırımları bulunan yerli ya da yabancı sermayedarların istediği ve dayattığı üzere.
Yani ulusal sorun ile sosyal sorun arasındaki makas…
Cizre ve Sur’u yıkarak ulusal sorunun ulaşabileceği vahşeti ortaya koyanların bir sonraki adımının Cizre ve Sur’u Toledo yapmaktan bahsederek, sınıfsal meseleyi sahneye davet etmeleri bu konuda iyi bir örnekti…