Duvar’dan Anıl Mert ÖZSOY’un haberi: Yaklaşık beş yıldır Edirne F Tipi Cezaevi’nde tutulan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la ‘Efsun’u konuştuk. Demirtaş, “Hapishanede yazmak gerçekten de bir direniş biçimidir” dedi.
Halkların Demokratik Partisi(HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, yaklaşık beş yıldır Edirne F Tipi Cezaevi’nde tutuluyor. Sosyal medya hesapları aracılığıyla kamuoyuna açıkladığı düşünceleri ve sanatsal üretimleriyle reel politik hayatın içinde olan Demirtaş’ın cezaevinde yazdığı yeni romanı ‘Efsun’ Dipnot Yayınları tarafından yayımlandı.
Siyasi arenadan aşina olduğumuz mizah ve keskin hicvi romanına da taşıyan; dayanışma, barış ve ortak üretimden bir an olsun geri adım atmayan ve “Elimdeki tüm imkanları kullanarak her açıdan ayakta kalmaya, beni yok etmeye çalışanlara karşı, ‘Buradayım ve eskisinden de fazlayım’ demeye çalışıyorum” diyen Demirtaş’la edebiyat yolculuğunu konuştuk.
Son romanınız ‘Efsun’la ‘içeri’den ‘dışarı’yı yazmaya devam ediyorsunuz. ‘Seher’den ‘Efsun’a geçen süreçte motivasyonunuzu nasıl korudunuz?
Baskılara, hukuksuzluklara ve saldırılara karşı direnmek dışında hiçbir seçeneğin olmaması temel motivasyonumdur, diyebilirim. Elimdeki tüm imkanları kullanarak her açıdan ayakta kalmaya, beni yok etmeye çalışanlara karşı, “Buradayım ve eskisinden de fazlayım” demeye çalışıyorum. Aksi takdirde kendime olan saygımı, inancımı yitirirdim ve bunun faturası sadece bana çıkmazdı, siyasi mücadelemize de olumsuz yansımaları olurdu.
Hapishanede yazmak gerçekten de bir direniş biçimidir. İradenizin, akıl ve ruh sağlığınızın bırakın çökmesini, güçlendiğini ispat etmenin en etkili yoludur. Bu eylem, yani yazmak, hapishanede öz benliğimize dair bir varlık yokluk savaşının somut yansımasıdır. Yazmanın hem bana hem dışarıda direnenlere iyi geldiğini görmek beni ‘Seher’den, ‘Efsun’a taşıdı sanırım. Ben ‘Seher’i yazarken içeride çok sayıda kitap yazmayı planlamamıştım. Ancak baskılar arttıkça yazma isteğim de eylemim de buna bağlı olarak arttı.
“Ben edebiyatıma politikayı karıştırmam diyen bir edebiyatçının tavrı bile esasında politiktir”
‘Efsun’da eşiniz Başak Demirtaş ve kızlarınızın yazım sürecine olan katkılarından bahsettiniz. Bakınca kolektif bir çabanın ürünü ‘Efsun’… Politik olarak da kolektif hareketi savunuyorsunuz. Edebiyat ve politik tavır yan yana geldiğinde ortaya ne çıkıyor? Kızlarınız ve Başak hanımla birlikte çalışmak nasıldı?
Asıl, edebiyat ve politik tavır yan yana gelmezse ortaya ne çıkıyor diye bakmak gerekir. Benim cevabım, pek de bir şey çıkmıyor olur herhalde. Terry Eagleton, edebiyat kuramı hakkında yazarken politika ile edebiyat arasındaki ilişkiye dair mealen şöyle bir tespit yapar: “Ben edebiyatıma politikayı karıştırmam diyen bir edebiyatçının tavrı bile esasında politiktir.” Yani politiklikten kaçış mümkün değil. Esas mesele ise politikliği bilinçli bir tavır olarak edebiyatınıza, sanatınıza yansıtıp yansıtmadığınızdır.
Bu açıdan ele aldığımda, benim tavrım kesinlikle taammüden politik edebiyatçılıktır. Ve politik edebiyat ve sanat, tek kişilik örgüt gibidir. Örgütlü bir siyasi faaliyettir ama örgüt tek bir kişiden oluşur. Kalanlar sempatizandır. Bir politikacı için edebiyat, çok daha özgürce mücadele yürüttüğü, toplumla yeni ilişki biçimleri geliştirebildiği güçlü ama son derece kişisel bir örgüttür.
İronik biçimde, bu örgütün en çok mücadele ettiği kişi de yazarın bizzat kendisidir. Edebiyatçı ilk mücadeleyi kendisine karşı yürütmelidir ki kendisi bir örgüte dönüşebilsin. Bu da politik bilinç ve duyarlılık gerektirir. Tersini yani politik tavırdan ayrışarak yazmaya çalışan çok yazarı okudum, tek birinden keyif aldığımı ya da etkilendiğimi hatırlamıyorum. Hastanelerdeki perhiz yemeğine benziyordu çoğu. Kendini zorlamanın, kasmanın bir anlamı yok, hayat politiktir ve sanatta ve edebiyatta politiklikten kaçmak, yağmurda ıslanmamak için amuda kalkarak yürümeye benzer. Yine ıslanırsınız ama bir şeyler terstir.
Başak ve kızlarımızla roman üzerine çalışmak hakikaten çok keyifli ve harika bir deneyimdi. ‘Efsun’un yazım sürecinde çok mutluydum. Kızlarımız için de farklı bir deneme yapmanın doyurucu yanı vardı ki, bu beni fazlasıyla sevindirdi. Güzel ve özel bir süreçti hepimiz için.
‘Efsun’da geriye çekilen bir yazarla karşı karşıyayız. Hikâyeye biat ettiğinizi söyleyebilir miyiz? Yazarların ilk kitapları merakla, ikinci kitapları mesafeyle beklenir. İlk iki sınavdan geçtiğinizi düşünüyor musunuz? Son kitabınızla birlikte edebiyatta pişmiş bir yazarla karşı karşıyayız diyebilir miyiz?
Evet, ‘Efsun’da sadece edebiyata sığındım ve edebiyatın kuralları içinde kalarak kendi sesimi olabildiğince geri çekmeye çalıştım. Bu açıdan ‘Efsun’, benim ilk ciddi edebiyat denememdir. İlk üç kitabımda az çok ben vardım, istesem de bundan kaçamıyordum. Politik kimliğimi edebiyatın ardına tümden gizlemek geri adım atmak gibi geliyordu bana. Yanlış veya doğru ama kendimi buna mecbur hissediyordum. Benim siyasi kimliğime saygı duyan ve beni destekleyen insanlara karşı bir vefa gibiydi o duygu. O kitapları yazmadan ‘Efsun’u da yazmazdım galiba.
Edebiyat sınavından geçip geçmediğime gelince, buna karar verecek olan ben değilim sanırım. Kaldı ki, dört kitabım yayımlanmış olmasına rağmen, ailemi ve avukatlarımız saymazsak, henüz tek bir okurumla göz göze gelebilmiş değilim. Bir yazar olduğumu hissettirecek hiçbir değişiklik yok hayatımda. Beş yıldır iki kişi, 12 metrekarelik bir hücrede haksızlıklara karşı direniyoruz. Tek ve yalın gerçekliğimiz bu. Ama edebiyatta piştim diyecek kadar kendimden geçmiş de değilim tabii. Bildiğim tek pişme hali, ‘Efsun’u yazarken gündüz 40, 50 dereceye varan yaz sıcaklarında hücrede pişme haliydi.
Şehirlerin içinden geçen bir roman ‘Efsun’… Sokak sokak, cadde cadde ‘gezen’ ‘Efsun’u cezaevinde geçirdiğiniz sürece karşı bir başkaldırı olarak okuyabilir miyiz?
Yazarken tam da bunu hissettim. Hatta bazen cezaevi görevlileri sayıma geldiğinde beni bulamayabilirler, o sırada Beyrut’ta, Girit’te, Lapseki’de olabilirim diye içten içe alay ettiğimi hatırlıyorum.
“’Efsun’, bir gerçeğe farklı pencerelerden bakaraki hakikatin aslında ne olduğunu sorgulamaya davet ediyor”
Sinemada da edebiyatta da üzerinde durulan meselelerden biri ‘aile’… ‘Efsun’, bu ‘aile’yi iktidar mefhumuyla ele alıyor. Kudretli yazar Tolstoy, ‘Anna Karenina’ romanının açılış cümlesinde “Bütün mutlu aileler birbirine benzer ama her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” der. ‘Efsun’un kendine özgür mutsuzluğu, çelişkileri nelerdir?
Ben tüm edebi denemelerimde yaşamın bir bütün olduğunu; zamandan, mekandan, doğadan, toplumdan, tarihten ve kişisel geçmişimizden yalıtılarak ele alınamayacağını anlatmaya çabalıyorum. Bu açıdan mutluluk da mutsuzluk da; acı, keder, trajedi veya mizah da aynı yaşamın hakiki birer parçaları olarak ele alınmalıdır. Hayat bütün çelişkilerin ve çelişmezlerin toplamıdır. İnsanları değerlendirirken, yargılarken veya haklarında kesin hükümler kurarken anlık bir görüntüye veya ilk görünen şeye bakarak karar vermek bizi yanıltabilir. Bu yanılgıların toplamı, bizi gerçekliğin çarpıtılmış haliyle yaşayan birine dönüştürebilir. ‘Efsun’ buna da dikkat çekmek istiyor. Herkesin kişisel hikâyesi özgündür, farklıdır ve değerlidir. Bunları bilmeden, anlamaya çalışmadan dış dünyayla sağlıklı ilişkiler kurmakta zorlanırız bence. Özellikle de kutsallık atfedilen aile kavramı ve bu kavram etrafında inşa edilen ilişkiler çoğu zaman yanıltıcı, sınırlayıcı veya kısıtlayıcı bir özellik oluşturabilir. ‘Efsun’, bir gerçeğe farklı pencerelerden bakarak hakikatin aslında ne olduğunu sorgulamaya davet ediyor.
Adalet, dayanışma ve aşk; ‘Efsun’un sac ayağını oluşturan meseleler… Sizce adalet, dayanışma ve aşk nedir?
Doğrusu, bu ve benzeri kavramlara yüklediğim anlamı hem siyasi söylemlerimde hem de edebi çalışmalarımda sıkça açmaya çalıştım. Zaten bir “röportaj soğukluğunda” anlatmaktansa “edebiyat sıcaklığına” sığınmamın nedeni de budur. Bu kavramlar ve daha fazlası elbette, kuramsal bir bakışla, akademik olarak veya bilimsel titizlikle açıklanamayacak ölçüce grift ilişkiler ağını ya da duygular bütününü ifade ediyor. O nedenle bu kavramları hayatın içinde, tam da yaşandığı biçimlerde anlatmaya çalışmak en doğrusudur. İşte o zaman, bütün kavramların yaşamdan yaşama ne denli göreceli hale geldiğini ve her hayatın içinde, her zamanın ve her mekanın sınırları dahilinde yeni ve farklı anlamlar kazandığını idrak edebiliyoruz. Sonuç olarak, bu kavramların mutlak bir tanımı yok ve hayatın dinamizmi içinde sürekli değişen, gelişen, farklılaşan hareketli kavramlardır bunlar. Önemli olan, bunun farklında olmaktır.
“Sanat ve edebiyat, ancak mücadelenin parçası olarak değiştirici, dönüştürücü rolünü oynayabilir”
‘Efsun’, aynı zamanda ataerkil sisteme dair de bir eleştiri sunuyor. Sizce edebiyat yahut sanatın farklı alanları toplumdaki bu vahşiliği yenebilir mi?
Eril zihniyetle baş edebilmek tek başına edebiyat veya sanatın harcı değil. Fakat en önemli mücadele araçlarıdır. Ekonomik ilişkiler ağı, üretim ve kazancın paylaşımına dair süreçler, siyasi karar alma mekanizmaları, eğitim süreçleri gibi şeyler demokratikleşmeden, kadının gücü ve özgürlüğü bu alanlara eşitçe, hakça dahil olmadan eril zihniyette hiçbir gerileme olmaz.
Sanat ve edebiyat ancak bütünlüklü bir sistem eleştirisi veya mücadelesinin parçası olarak değiştirici ve dönüştürücü rolünü oynayabilir. Aksi taktirde elit bir entelektüel faaliyetin ötesine geçemez. Buradan bakınca sanatçının, edebiyatçının politik mücadelelerin tam da merkezinde olmak, ezilenden yana bir pozisyon alarak sisteme karşı radikal dönüşüm mücadelesinin içinde olmak gibi ahlaki bir görevi var bence. Peki bunu yapmayana sanatçı, edebiyatçı demeyecek miyiz? Ben dememeyi tercih ederim. Diyene de saygılı bir suskunlukla yaklaşırım, emeğine hürmeten yani. Her gün yeryüzünde binlerce kadın vahşice katledilirken, milyonlarcası şiddete maruz kalırken, milyonlarcası sömürülüp, istismar edilip aşağılanırken eril zihniyetin keyfini ve konforunu sürene sanatçı, edebiyatçı demeyelim bi’ zahmet. İlle de bir şey diyeceksek “iş adamı” diyelim de herkesin yeri belli olsun. (Ezbere “iş insanı” dememek doğru, bununla birlikte, “iş adamı” diyerek eril zihniyetteki kadınları dışarıda bırakmış oluyoruz.)
Her kitap, yazılma süreciyle kendi hikâyesini de yaratır. Yazarken duvarları nasıl yıktınız? Kimleri okudunuz, kimleri dinlediniz? Size iyi gelen duygu neydi?
Cezaevinin izolasyonuna pandemi izolasyonu eklendiği, tam bir yalıtılmışlık içinde yazmaya çalıştım ‘Efsun’u. Doğrusu, çok hızlı şekilde ve çok fazla kitap okuyorum. Hangilerinden etkilendiğimi kestirmem çok zor.
Bazen tek bir kelime, tek bir cümle, bir koku, bir müzik, bir yağmur sesi, bir melankoli, bir umut, bir tedirginlik besliyor yazarın kalemini. Bunlar bende ne zaman, nasıl, ne kadar etkili oldu bilmiyorum. Hiçbirinin notunu tutmuyorum ama beni her şeyin etkilediğinden eminim. Başak’tan ve kızlarımızdan gelen mektuplar, onların telefondaki sesleri, annemin telefondaki sesi, fotoğrafı; dışarıdan gelen yüzlerce mektup, izlediğim bir dizideki ya da filmdeki bir sahne ya da bir anekdot, her şey bende farklı çağrışımlara yol açabiliyor, bunlar da yazım sürecimi doğrudan etkiliyor. Yani ben yazarken yalıtılmışlığa rağmen kendimi dış dünyaya kapatmamayı, aksine daha fazla açmayı tercih ediyorum. Bırakıyorum ve izin veriyorum, beni etkileyebilecek her şey etkilesin istiyorum. Zaten o zaman ben, tam olarak ben olabiliyorum.
‘Dışarı’dan ‘içeri’ye bir haber: Burhan Sönmez, Uluslararası PEN başkanı seçildi. Yazdığı romanlar kadar hayat hikâyesi de ilgi çekici bir isim Sönmez. Haymana’dan PEN başkanlığına uzanan bu süreci bir edebiyatçı olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Sevgili Burhan ile iyi arkadaşız zaten. Aynı zamanda avukat olduğu için zaman zaman görüşüme de geliyor. Keyifli sohbetlerimiz oluyor avukat odasında. PEN International başkanlığına seçilmesi gerçekten çok mutlu etti beni ve büyük onur duydum. Çok değerli bir insan ve güçlü bir edebiyatçının Haymana bozkırından PEN başkanlığının ötesine de uzanabileceğini biliyor, buna inanıyorum. Benim açımdan çok gurur verici bir seçim olmuş, Burhan adına olduğu kadar hepimiz adına da çok sevindim. Eminim çok başarılı olacaktır. Değerli arkadaşımı tebrik ediyor, kendisine kolaylıklar diliyorum.
“Ben sadece üretiyorum, burada direnmeye, dik durmaya odaklanıyorum”
Müzik ve resim üzerine de eserleriniz var. Önümüzdeki günlerde bizleri bekleyen çalışmalarınız nelerdir?
Aslında burada bestelediğim yirmi beş şarkım var. Birkaçını dışarı yolladım, sağ olsunlar bazılarını sanatçı dostlar seslendirdiler. Çoğu duruyor ama. Bir gün çıkınca kızlarımla birlikte çalıp söylemek istiyorum.
Bir de karikatür, resim, şarkı sözleri ve şiirlerimden oluşan iki ciltlik bir albüm çalışması var. Başak koordine ediyor o çalışmayı. Yayın danışmanlığını yürütüyor. Leman Yayınları’ndan çıkacaktı fakat pandemi nedeniyle kapanmalar, aksilikler oldu, yetişmedi. Bu sırada da ‘Efsun’ basım aşamasına gelince o albümlerin basımı ertelendi. Belki önümüzdeki yılın ilk aylarında o albümler de çıkar. Bilemiyorum tabii, koşullar uygun olur mu, Başak karar verecek buna.
Ben sadece üretiyorum, burada direnmeye, dik durmaya odaklanıyorum. Ürettiklerimin dışarıdaki etkisini pek idrak edemiyorum. Ailem ve avukatlarım biraz anlatıyorlar ama ben de onlara şöyle diyorum, gülerek: “Tamam, siz böyle ballandıra ballandıra anlatıyorsunuz ama ben birazdan içeri dönüp 12 metre karelik hücrede bulaşık yıkayacağım. Abdullah Zeydan ile ikimiz küçük bir barakada yaşayan inşaat işçileri gibiyiz. Evet, şikayetçi değiliz ama şu anlattıklarınızla bizim gerçekliğimiz pek örtüşmüyor. Haydi güle güle gidin. Bizi merak etmeyin. Yenilmeyeceğiz ve mutlaka kazanacağız.”