Çetin AK yazdı: Yıllar boyu bir yaşam biçimi olarak dayatılan biat anlayışının da, iyi niyetlerle de olsa adına “yardım” denilen dikey modellerin de yerini alacak olan başka bir hayatın ipuçları “dayanışma” ağlarının varlığı ile mümkün.
“…Hayırseverlik dikeydir; yukarıdan aşağıya iner. Dayanışma yataydır; ötekine saygı duyar…”
Eduardo Galeano
Eğer 18 yaşında ve üniversite sınav sonuçlarını bekleyen bir gençseniz, yapmanız gereken geçirdiğiniz stresli günleri atlatmak, biraz eğlenmek ve gireceğiniz üniversitenin hayalini kurmak olmalıydı. Ama öyle olmadı. 17 Ağustos 1999 günü gece yarısı, tahminen hayatınızın sonuna kadar asla ayrılmayacağınızı düşündüğünüz arkadaşlarınız ile son kez vedalaştığınızı bilmeniz mümkün değil elbette. Saat 03.02’de Gölcük’te henüz uyumaya çalıştığınız anlarda hala tarifinin mümkün olduğunu düşünmediğim bir gürültü ve sarsıntı ile uyanıp, 7 katlı binanın 5. katından saniyeler içinde sokağa çıkabildik tüm aile. Zifiri bir karanlık, sessizlik birkaç apartman ileride başlayan yangının aydınlattığı yol ve herkesin birbirine ne olduğunu sorduğu dakikalar, artarda ambulans sesleri ile bozulmaya başlamıştı bile. Herkesin ilk aklına gelen Gölcük Donanması’na saldırı olduğu ya da Tüpraş’ın patladığı olmuştu. Kimse deprem olduğunu ilk dakikalarda anlayamamıştı.
Kısa süre sonra çarşıdan haberler gelmeye başlamıştı “Gölcük çarşısı yerle bir oldu”. Karanlıkta kimsenin kıpırdayamadığı saatlerin ardından gün doğmaya başlayınca ilk olarak yaptığım gece vedalaştığım arkadaşlarımın evinin yolunu tutmak oldu. Yol boyu insanlar yıkılmış binaların önünde hareketsizce oturuyor, depremin üzerinden birkaç saat geçmesine rağmen yaşadıklarına bir anlam veremiyordu. Yıllarca bildiğim, sokaklarında çocukluğumun geçirdiğim Kavaklı yolu tanınmaz haldeydi. Arkadaşlarımın kaldığı evi bulamadığım gibi, hemen yakınında bulunan sitede kalan, ÖDP’den Barış’ın evini de bir türlü bulamıyordum. Sanırım insan bir süre gerçekliği kabul etmiyor. Çünkü dakikalar boyunca aradığım binaların hemen önünde durduğumu sonra anlamaya başladım. Artık ortada bir bina yoktu, hatta bina değil sokaklar bile kalmamıştı koca cadde de, sadece boyumdan biraz daha yüksek halde enkazlar vardı. Birkaç saat daha geçmesi ile sokaklarda öylece oturan insanlar artık herhangi bir yardımın gelmeyeceğini anladığı için olsa gerek, en yakında bulunan nalbur dükkânlarının camları kırıldı ve kürekler, kazmalar gelmeye başladı. Sonrası günler süren ve insanların ellerini bile kullanmak zorunda kaldığı arama kurtarma çalışmaları, yol boyu dizilen cenazeler, açılan toplu mezarlar, insanın sonsuza kadar aklından ve haftalarca Gölcük’ten hiç çıkmayacak o koku…
Günlerce organize bir devlet kurumu yoktu ortada, sadece gönüllüler, canları pahasına çalışan sağlık emekçileri, itfaiyeciler, polisler, Gölcük Donanması’ndan kaçak şekilde çıkan askerler ve yurt dışından gelen kurtarma ekiplerini gördü Gölcük halkı… Ancak kimse organizasyonlu çalışmıyor herkes bulabildiği dozer, kepçe, kazma, kürek ne varsa kendi yakınlarının olduğu enkazlarda sürdürüyordu çalışmasını. Bir süre sonra enkaz kaldırma çalışmaları devam ederken kalacak yer ihtiyacı ağırlıklı olarak belediyelerin kurduğu çadır kentlerde sürmeye başladı. Diyarbakır Belediyesi Çadır Kenti, İzmir Belediyesi Çadır Kenti, Bursa Belediyesi Çadır Kenti…
Çadır kentlerin önüne “yardım” kamyonları geliyor, ezilmeyi atlatır ve sıraya girmeyi başarırsanız gelen yiyecek, su vb. temel ihtiyaçlara ulaşabiliyordunuz. Ya da kaldığınız çadırın hemen altına bırakılan mıcır düzgünse eşyalarınız devrilmeden uyumanız mümkün oluyordu. Çok geçmeden arama kurtarma çalışmalarına gelen ağırlıklı ÖDP’lilerin oluşturduğu Dayanışma Gönüllüleri organize olmaya başladı, elbette o an için hiçbir organizesi olmayan devlet aygıtı için şimdilik karışılmayacak bir örgütlenmeydi bu. Bunun sonucunda İzmir Çadır Kenti yavaş yavaş Dayanışma Gönüllülerinin kontrolüne geçmeye başladı yine aynı şekilde hemen aşağısında bulunan aşevi. Özellikle İzmit tarafında da Halkevlerinin yoğun bir organizasyonu olduğunu, yine bazı grupların da dayanışma faaliyetlerini çeşitli çadır kentler de sürdürdüğünü de hatırlamadan bu yazı eksik kalır.
İzmir Belediyesi Çadır Kenti girişinde kurulan irtibat ve danışma çadırında tüm süreçler organize ediliyor, gelen “yardımlar” bir “dayanışma” malzemesine dönüşüyordu. İstiflenen, ayrıştırılan her türlü ihtiyaç numaralar verilen çadırlara gönüllüler tarafından götürülüyor, mıcırlar ellerine kürekleri alan ağırlıklı üniversite öğrencileri Dayanışma gönüllüleri tarafından düzeltiliyor, “ya sen benim kim olduğumu biliyor musun” diye seslenenlere nazikçe burada herkesin depremzede olduğu hatırlatılıyor ardından sıra numarası ile yerlerine geçiyor ve artık hem çadır kentte hem de aşevinde eşit bir ilişkinin ve yaşamın somutlaşması ortaya çıkıyordu. Dayanışma Gönüllülerinin bir kısmı hem yaşadıklarına hem de yorgunluğa dayanamıyor, geri dönüyor ancak çok kısa bir süre sonra yeniden soluğu deprem bölgesinde alıyordu.
Depremzedeler, kendilerine bu şekilde davrananları Rıfat, Beyhan, Bülent, Nihat, Dilek… ve şimdi yazsam buraya sığmayacak kadar olan sayısız isim olarak biliyordu. Aynı zamanda onların devrimci gençler olduğunu fark ediyordu. Kimsenin eline bayrağını alıp sallamadığı, dayanışmanın toplumsallaşması ile birlikte aşağıdan bir örgütlenme ve dayanışma ilişkisinin somutlaşmasına şahit oluyorduk. 30 binden fazla insanın hayatını kaybettiği, on binlerce evin yıkıldığı ya da oturulamaz hale geldiği, binlerce insanın bir anda işsiz kaldığı bir şehirde küçücük bir çadır kentte yaşam alışılmışın dışında beklenmeyen bir şekilde başka bir hal alıyor, insanlar yaşadıkları tüm acıya rağmen, geceleri çadırlarına kendilerine insanca davranılmasının verdiği biraz da olsa huzurla gidiyordu. O nedenle çadırların önüne akşam kurulan minik masalarda içilen çaya ve sohbete orada geçmekte olan bir Dayanışma Gönüllüsü hemen davet ediliyor ve artık depremzedeler kendileri ile eşit ilişki kuranların kim olduğunu biliyordu; devrimciler… Elbette tartışmalar, çalışma yöntemleri ile ilgili farklılaşmalar vardı ancak yazımızın konusu dışında olduğu için şimdilik burada yer almayacak. Bütün bunlar olurken Depremzedeler Derneği somutlaşmaya başlıyor, çeşitli ilçelerde kuruluşunu ilan ediyordu. Ancak tüm bu çalışma devletin askeri ile birlikte gelmesi ile İzmir Belediyesi Çadır Kenti’nde son buldu. Devlet askeri ile birlikte çadır kentte adeta bir mini darbe yapmış ve Dayanışma Gönüllülerini çıkararak çadır kente el koymuştu. Aşevi hala Dayanışma Gönüllülerinin çalışmasında kalsa da, çadır kentten ayrılmak zorunda bırakılmıştı Dayanışma Gönüllüleri. Ayrılık anında yüzlerce depremzede kafalarına atılarak yapılan yardım anlayışını değiştiren, kendileri ile gerçek ilişkiler kuran üstelik bunu parti bayrakları ile reklam yaparak değil hakiki bir dayanışma ile gerçekleştiren gönüllüleri ağlayarak ve sarılarak uğurladı. Emekli polisinden, boynunda bozkurt amblemi olan kolyeli gence kadar…
Aylarca hem Kocaeli’nde hem de hemen ardından Düzce depreminde süren tüm bu dayanışma faaliyeti bir süre sonra Dayanışma Gönüllüleri Derneği, Depremzede Derneği vb farklı formlara kavuşsa da hayatın normale dönmeye başlaması ile etkisini yitirecekti. Ancak sadece görünür etkisini yitirdi, bu şehirde yaşayan ve deprem sonrası hayatı bir şekilde gönüllüler ile temas eden herkes bu faaliyeti hala unutmuş değil. Örneğin kendi ailem de dahil olmak üzere yakın ilişkilerim, devrimciler ile hayatlarında ilk defa bu kadar yakın temas kurmuşlardı ve bir çoğu için belki de hayatlarında ilk defa, üstelik böylesi büyük bir felaket anında, ilk kez kendilerine insan gibi davranılmış ve kısa sürede olsa eşit bir yaşam biçimi dayanışma faaliyeti ile somutlaşmıştı.
Elbette bir tarihsel anı ya da dönemi bir insanın kişisel hayatından başlatması mümkün değil, o nedenle dayanışma kavramının varlığını 17 Ağustos gibi Türkiye tarihinin yaşadığı en büyük felaketten başlatacak değilim. Ancak daha sonrasında gördüğüm, içinde olmaya çalıştığım tüm faaliyetlerde o günlerde ortaya çıkan biçimin, yöntemin izlerini taşıdığını görmek mümkün. Belki abartılı bir tespit gibi görünebilir ama 12 Eylül darbesi ile kesintiye uğrayan solun dayanışma biçimi ile kurduğu/kurmaya çalıştığı yöntem 17 Ağustos Gölcük Depremi ile yeniden kendini bulmaya başladı diyebiliriz.
Covid-19 salgın dönemine kadar arada gerçekleşen sayısız felakette hızlıca organize olma hali, yaşanılan şehirlerde hızlıca kurulan dayanışma faaliyetleri, toplanan malzemelerin bir “yardım” malzemesi değil bir “dayanışma” malzemesi olarak bir araya getirilmesi, ulaştırılma biçimleri, kullanılan dil… bunların her birini gördüğümde benim aklıma gelen deprem günlerinde yaşananlar oluyor. Elbette biçim ve yöntem arayışımız hala sürüyor, Gezi direnişi ile başlayan yerel örgütlenme modelleri de, grevlerin başladığı fabrikalarda işçiler için başlayan dayanışma çağrıları da, her gün katledilen kadınların “Bir Kişi Daha Eksilmeyeceğiz” çağrısı da, Covid-19 salgın döneminde birçok şehirde hızlıca kurulan Dayanışma Ağları da ve daha sayısız örnek, bu arayışın en somut göstergeleri. Arayışın varlığı bile dayanışma ağlarının ya da faaliyetin sürmesini sağladı. Kocaeli’nde kurulan Yeryüzü Dayanışma Kooperatifi Girişimi de bu arayış biçimlerine bir örnek olarak sayılabilir ya da halen Kadıköy’de devam eden dayanışma ağı çalışması da…
Henüz birbirinden farklı arayışların sürdüğü, kimi zaman kaybolan kimi zaman varlığını uzun süre devam ettirebilen bu dayanışma biçimlerinin son somutlaştığı son yeri hepimiz Muğla’da çıkan orman yangınlarında gördük. Yaşanan felaket anında kamusal alanı ve görevlerini tamamen bırakan iktidarın olmadığı yerde, aradan yıllar geçmesine rağmen farklı şehirlerde gelen gönüllüler ile o bölgede yaşayan insanlar tüm tehlikeyi göze alarak birlikte söndürmeye çalıştılar yangını. Deprem günlerinde kurulan dayanışma ağları sayesinde kamyonlara ihtiyaçlarını almak için gelen insanlara o malzemeler nasıl elden ele uzandıysa, bugünde yangını söndürmek için elden ele hortumları tuttu o eller ormanı, canlıları korumak için.
Yıllar boyu bir yaşam biçimi olarak dayatılan biat anlayışının da, iyi niyetlerle de olsa adına “yardım” denilen dikey modellerin de yerini alacak olan başka bir hayatın ipuçları “dayanışma” ağlarının varlığı ile mümkün. Şimdilik sadece ya da yoğun olarak felaket anlarında açığa çıkan dayanışmanın gündelik hayatın bir parçası olması için felaket anı beklemeye gerek yok. Her gün daha fazla açlığa, yoksulluğa, işsizliğe sürüklendiğimiz bu zamanda, en doğrusunu bulduğumuzu düşünmeden, kendi dar siyasi hesaplarımızı yapmaktan kaçınarak, her gün bıkmadan biraz daha iyisi arayarak hayal ettiğimiz ve kurmayı istediğimiz dünyanın ipuçlarını her türden dayanışma biçimi ile bulmamız mümkün. Dayanışmanın, bir yaşam pratiği olarak yaratılan biat/sadaka anlayışına karşı var olması için, yeter ki yorulmayalım ve yeniyi aramaktan vazgeçmeyelim. Vazgeçmemiz gereken tek şey başımıza gelecek yeni felaketleri beklemek.