Ege’nin küçük bir kasabası son bir kaç haftadır zeytin ağaçlarını korumak için eylemde.
İzmir’e bir kaç saat uzaktaki Soma’ya bağlı Yırca köyü yakınlarında 500’e yakın zeytin ağacı kesildi, ağaçların termik santral inşaası için kesildiği söyleniyor.
Bölge hakkında kamulaştırma kararı çıktı. Yerel halk ise, kararın iptali istemiyle idare mahkemesinde dava açtı.
Enerji Bakanı Taner Yıldız, ağaçların kesilmesini kayıp olarak görmediklerini belirterek, iktidarları döneminde zeytin ağacı sayısını arttırdıkları, 100-200 zeytin ağacının Türkiye’nin gelişmesine engel olmaması gerektiğini söyledi.
Yırca köylüleri ise sağlıklarına zarar veren üçüncü termik santrali değil, kesilme tehdidi altındaki binlerce zeytin ağacını istediklerini dile getiriyorlar. “Zeytin bizim hayatımız, ağaçlarımızı kesmeyin” diyorlar.
Plan, sosyal medyada yoğun tepkilere hedef oldu. “ #ZeytinimiKesme” etiketiyle yürütülen kampanyaya destek verenlerden biri de, Marksist eleştirel kuramının önde gelen isimlerinden Prof. David Harvey. Gazeteci-akademisyen Altuğ Akın, Harvey’le eylemi ve genel olarak toplumsal hareketleri konuştu. Harvey’e ilk soru, neden bu tür eylemlere destek verdiği?
Prof. Harvey: ‘Müşterekler’ olarak tanımlayabileceğimiz, ortak mekanların savunulması çok önemlidir. Bunların yitirilmesi ciddi bir siyasi kayıptır. Yırca Köyü’nün zeytinliklerinde olduğu gibi önce kamulaştırılan ardından bir şirkete satılan alanlar, düzenlemeye tabii bir alan haline gelirler ve böylece yalnızca belirli faaliyetlerin yapılmasına izin verilir. Ve bu alanlar müşterek özelliklerini yitirirler. Bu yüzden böyle ortak alanların savunulması gerekir.
”Bu tip mücadeleler ideolojik bazı soruları da gündeme getirir. Mesela ‘müştereklerimiz nelerdir?’ ya da ‘bunları korumak için birlikte hareket etmenin yolları, nelerdir?’ gibi. Dolayısıyla ne zaman müştereklerin korunmasını hedefleyen bir hareket varsa, detaylarına tümüyle hakim olmasam da destek vermeye çalışıyorum. Bu yüzden bana ortaklaşa sahip olduğumuz bir alanda ağaçları kesiyorlar dendiğinde, hislerim beni destek olmaya itiyor.”
– Zeytin ağaçlarının kesildiği ve köylülerin tepki gösterdiği Yırca, Mayıs ayında 300’den fazla madencinin hayatını kaybettiği Soma’ya bağlı bir köy. Soma’da yaşananlar ardından kullanılan ‘iş kazası’ ifadesi tartışma yarattı. Kimileri, bu tür olayların bu tür işlerin doğasında olduğunu söyledi, kimileri ise, bunlara yol açan ihmallerin ortaya çıkarılmasını, sorumluların hesap vermesini talep etti. Siz bu meseleye nasıl yaklaşıyorsunuz?
Prof. Harvey: Bazı meslek gruplarının diğerlerine oranla daha fazla risk barındırdığı gerçek. Bu durumda, buralardaki riskleri olabildiğince azaltacak şekilde düzenlemeler olmalı. Yaşananlarda bazı sosyal politika ya da bunların eksikliğinin payının yüksek olduğu kanısı hakimse, bunları ‘iş cinayeti’ olarak adlandırmak son derece makul olacaktır.
‘İş cinayeti’ kavramlaştırmasının bir diğer faydası ise sorumlu olanların, neyle itham edilebileceklerinin onlara hatırlatılmasıdır. Sanırım o zaman farklı davranabilirler. Bu arada benzer bir durumun, inşaat sektöründe de geçerli olduğunu hatırlatalım.
– Somalılar önce kaybettikleri madenciler için sonra zeytin ağaçları için sokaklarda, meydanlarda. Türkiye genelinde ise Gezi protestoları, aralık ayında gündeme gelen yolsuzluk iddiaları ve son olarak Kobane meselesi için sık sık sokaklara çıkılıyor. Ve bu durum dünyanın farklı noktalarında da gözlemleniyor. İnsanlar neden sokaklarda?
Prof. Harvey: Birden çok faktör bir araya geliyor. Öncelikle, Gezi’den, Brezilya’ya ya da Soma’ya uzanan protestolara yakından bakınca, bunların basitçe emek süreçlerinde yaşananlara dair değil de, gündelik hayatın kalitesiyle ilgili oldukları görülüyor.
İnsanların gündelik yaşamlarına dair artan bir memnuniyetsizlikleri var, bunlar ortaya çıkıyor. Brezilya’da toplu ulaşım fiyatlarının artması, Gezi Parkı ya da Yırca Köyü’nde ağaçlarının kesilmesi, aslında yaşam kalitesiyle ilgili meseleler.
Fakat şu kesin ki, bunların ardından genellikle demokratik bir araçtan yoksun olma hissi de yatıyor. Bu da siyaset sisteminin belli bir şekilde, halkın değil de belli grupların çıkarlarına hizmet edecek şekilde tasarlanmış olmasına dayanıyor.
Böyle olunca, yeni bir siyaset yapma biçiminin nüvelerinin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu yeni tarz, siyasi partiler ya da diğer klasik devletle müzakere yapılarının dışında vücut buluyor. Bu yapılar genellikle, demokratik işleyişi esas alıyorlar: Yatay örgütlenmek, liderlere sahip olmamak gibi. Bir yandan da bu tür yapıların sınırlarına dair öngörüler oluşmaya başladı. Belli bir olay etrafında patlayan toplumsal öfkenin kısa süre sonra dağılması, bu tip yapıların nasıl kalıcı hale dönüşüp, kitleselleşeceği sorularını doğuruyor.
– Peki var mı bu sorunun yanıtı?
Prof. Harvey: Mesela, Yunanistan’daki Syriza, İspanya’daki Podemos’tan bazı şeyler öğrenilebilinir. Hatta İskoçya’daki bağımsızlık hareketinin bile ilginç olduğunu söyleyebilirim. Yerel milliyetçiliklerle alakalı olması sebebiyle başından beri destekçisi olmadığım bu hareket, ortaya çıktığı halden başka bir şeye dönüştü.
Yüzde 30’lardan yüzde 50’ye yakın desteğe ulaşan referandum sürecinde ‘Londra tarafından bize dayatılan tasarruf önlemlerine mahkum olmayacağımız, yüksek öğrenim ücretlerinin artmayacağı bir alan istiyoruz’ gibi talepler yaygınlaştı. O yüzden, siyasi olarak farklı tercihlerin hayata geçirilebileceği alternatif alanları talep eden bazı bağımsızlık ya da özerklik hareketleri de önemsiyorum.
Çünkü yeni siyaset yapma biçimlerine ihtiyacımız var ve bu tip girişimler gitgide artıyor. Mesela Amerika’daki fast-food çalışanları kısa süreli ancak sürekli grevler yapmaya başladılar. Maaşlarının düşüklüğünden ve kredi borçlarının altında ezilmekten usanan McDonald’s çalışanlarının 15 şehirde aynı anda iş bırakma eylemi yapmasının bir anlamı olmalı. (BBC)