Dünyanın kan kaybeden “süper gücü” ABD, 2011’de başlayan Occupy Wall Street eylemlerinden sonra bu kez Ferguson’daki siyah isyanla sarsıldı. Ferguson, ABD’de Missouri eyaletindeki St. Louis kentine bağlı ve nüfus yoğunluğunu siyahilerin oluşturduğu bir kasaba. Adını ABD’de bile çok kimsenin bugüne kadar duymadığı bu kasaba, Michael Brown’un beyaz bir polis tarafından katledilmesinin ardından ülkenin gündemine oturdu. 18 yaşındaki silahsız siyahi genci öldüren polisin cezasız kalması yetmezmiş gibi bir de yetkililer tarafından Brown’un suçlanması, siyahlar için bardağı taşıran son damla oldu. Öfke bir anda sokakları yakan isyana dönüşürken, tüm dünyanın gözü de, dünyanın jandarması ABD’nin Ulusal Muhafızları devreye sokmasına rağmen güvenliği sağlamakta çaresiz kaldığı bölgeye çevrildi. Siyahi gençler, ancak adil yargılama sözü ve sivil kuruluşların devreye girmesiyle yatışan öfkelerini, bir dahaki kıvılcıma kadar yüreklerine hapsetti.
Taammüden ırkçılık
Siyahlar, hispaniklerle birlikte ABD’nin en büyük azınlık grubunu oluşturuyor. Ve kapitalizmin sömürü mekanizmalarının işlediği her coğrafyada olduğu gibi ABD’de de azınlıklar sosyal ve ekonomik hayatta statülerinin getirdiği çifte sömürüyle mücadele etmek zorunda kalıyorlar. ABD’de ten rengine dayanan tarihsel ayrımcılığın artık sona erdiğinin dillendirilmesine ve bir siyahın başkan olduğu vitrin, bu zemindeki her tartışmada göze sokulmasına karşın hayatın pratiği çok farklı bir şekilde işliyor. Ferguson’un bağlı olduğu St. Louis ise adeta bu pratiğin bir prototipi.
ABD’de siyahların gettolarda yaşamaya zorlandığı çok da uzak olmayan dönemin bir kalıntısı durumundaki St. Louis’de işsizlik ve yoksulluk insanların neredeyse doğarken üzerlerine giydikleri kader gibi. Örneğin öldürülen Brown’un okuduğu Normandy Lisesi’nin yüzde 98’i, siyahlardan oluşuyor. Bunların yüzde 74’ü düşük gelir seviyesine mensup ailelerin çocukları. Okulda bu seneki devrenin yüzde 55’i mezun olabilmiş. Geri kalanlar çeşitli sebeplerle okuldan uzaklaştırılmış. Gençlerin büyük çoğunluğunu sokaklarda bekleyen, çeteler ve polis şiddeti. Kentin yüzde 70’e yakını siyah olmasına karşın, polis teşkilatındaki siyah oranı yüzde 3. Sadece bu rakam bile ayrımcılığın tek tek beyaz bireylerin tercihi değil politik bir tercih olduğunun ve sistematik olarak uygulandığının göstergesi. Geçtiğimiz yıl Ferguson’da polis tarafından yolda gerçekleştirilen çevirmelerin yüzde 86’sı, aramaların yüzde 92’si ve tutuklamaların yüzde 93’ü siyahları hedef almış. Gençler bir ay içinde en az 10 kez polis tarafından arandıkları zamanlar olduğunu anlatıyorlar.
Amerikan gücü eriyor:
Hem içerde hem dışarda
Son rakamlara göre St. Louis’te yoksulluk sınırı altında yaşayanların oranı 2000-2012 arasında iki katına çıkarak yüzde 30’ları görmüş. Sistemin en zayıf halkalarının koptuğu 2008’deki resesyonun etkileri bölgede yıkıcı olmuş. Siyahlar arasındaki işsizlik oranı beyazların üç katı ve siyah genç nüfusta işsizliğin yüzde 47’yi bulduğu belirtiliyor. Yani iş gücündeki her iki siyahtan biri işsiz. Ve işte henüz 18 yaşındaki bir gencin vücudunu delik deşik eden polis kurşunları bu barut fıçısının infilakına yol açan kıvılcımı da ateşlemiş oldu.
Amerikalılar, artık Amerikan rüyasının sonuna geldiklerini fark ediyorlar. ABD’nin ilk yarayı Vietnam’da alan gücünün, Sovyetler’in çözülmesinden sonraki tek kutuplu dünya masallarıyla gerçekleştirilen restorasyon çabalarına rağmen günden güne erimekte olduğu Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de Ukrayna’da, Uzakdoğu’da görülüyor. Son küresel krizin nedenlerinden de biri olan ABD ekonomisi Çin’le aşık atmakta zorlanıyor. Ve Amerikan rüyası, önce toplumun en alt katmalarının üzerine çökerken, sistemin güvenlik politikaları ya da iletişim araçlarının gücüyle devam ettirilebilirliği de tartışmalı hale geliyor.
Küresel fay hatlarının gerilim yüklendiği, hegemonya savaşının kızıştığı ve egemenlerin üçüncü, dördüncü aktörler üzerinden birbirlerinin güçlerini ve kırmızı çizgilerini test ettikleri bir dönemde ABD yönetimi, “içerdeki düşmanla” karşı karşıya kalıyor, siyasi analistler tarafından bugüne kadar çok kere dillendirilen bir teorinin gerçeğe dönüşebilme kâbusunu yaşıyor. Vahşi kapitalizmin bu ana yurdunda ezilenler, ötekileştirilenler kimi zaman sosyal kimi zaman doğrudan ekonomik taleplerle, isyanlarla sistemin karşısına dikiliyor, “Artık yeter” diyor. Aynı dili konuşmasalar, aynı tanrıya inanmasalar da tıpkı Brezilya’daki, Arjantin’deki, Yunanistan’daki, Türkiye’deki kardeşleri gibi.