“Kemalist Cumhuriyet, Osmanlı’da Tanzimat fermanının öncesinde başlayan bir sürü modernleşme hamlesini ve Tanzimat’tan 2. Meşrutiyete uzanan bir dizi reformlar zincirini arkasına alarak kendisini kurmuştur…”
KADİR AKIN
*Ermenice pankartlarla Meşrutiyeti kutlayan Osmanlı Ermenileri 1908 "Pankartların üzerinde Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik yazıyor"
1600‘lerin ilk yarısına kadar Altın çağını yaşayan Osmanlı İmparatorluğu, Kapitalizmin şafağıyla birlikte batıdaki gelişmelere ayak uyduramayacak, Avrupa’nın gerisine düşmeye başlayarak, sahip olduğu döneminin en büyük ordusunun, ateşli silahlarının, top dökmede ve humbaracılıkta ki becerisinin artık eskisi kadar etkili olmadığını anlayacaktı. Hâlbuki Osmanlılar o tarihlere kadar mayın yapımından top dökmeye, seri tüfek imalatına ve havan imal etmeye kadar batıyla yarışacak düzeydeydiler.
O tarihlere kadar sahip olduğu zenginlik ve bunun getirdiği modernlik, Avrupa’nın ataklarıyla dengelenmeye ve hatta geçilmeye başlamıştı. Artık 3 kıtaya yayılan sahip olduğu geniş topraklara yenilerini katamıyor, girdiği savaşlarda ise eskisi kadar başarılı olamıyor ve topraklarını bir, bir kaybediyordu. Batının okyanus aşırı kolonyalist politikası ve sahip olduğu sömürgelerden devletlerine aktardığı zenginlik ise, Osmanlının baş edemeyeceği düzeydeydi.
1621’deki Hotin kalesi kuşatması sonrası Genç Osman’ın yeniçeri ocağını ıslah ya da tasfiye çabası kendi koşullarında ilk modernleşme hamlelerinden sayılabilir. Gerçi Osman, bu çabasında başarılı olamayacak ve yeniçeri ağaları tarafından öldürülecekti. Daha sonra gelen bütün Osmanlı padişahlarının ıslahat çabalarında ise ordunun yenilenmesi ve modernizasyonu temel hedef olacaktı. Ahaliye yaslanan yeniçeriler ulema ile birlikte padişahlara ve sadrazamlara kök söktürecek, aralarında can pazarına dönüşen bu gerilim uzun yıllara yayılarak devam edecekti.
1683 Viyana kuşatmasındaki başarısızlık ve arkasından 1699 Karlofça antlaşmasıyla toprak kaybının başlaması, Osmanlı imparatorluğunu giderek “Avrupalı büyük güçler” diye bilinen İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya ve Rusya karşısında durumunu muhafaza etmek için ustaca bir diplomasi sürdürmeye çalışan devlet haline getirecekti. Osmanlıda bürokrat ve padişahların genel olarak reformcu, ahalinin ise her türlü yeniliğe kapalı ve muhafazakâr olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa’da sanayi devrimine ön gelen bir zamana rastlayan dönüşüm ve reformlardan kuşkusuz Sarayda etkileniyor ve oradaki değişim ve dönüşümü İstanbul’a taşımak için hamleler yapıyordu. Ordunun modernizasyonunun yanı sıra, giyim kuşam, matbaa, resim, tiyatro ve sanata dair her türlü yenilik sarayın ilgi alanındaydı. Ama bu değişimlerin; gelenek ve görenekler konusunda hassas olan İslam toplumuna uygun biçimiyle aktarılması ve kabul ettirilmesi zorunluydu. Her padişah bir öncekinin başına neler geldiğini gayet iyi biliyordu! Sadece buda yeterli değildi, aynı zamanda saltanatında zarar görmemesi ve muhafaza edilmesi de gerekiyordu. Lale devri bu modernlik aranışının bir ürünü olarak doğacak ama ahalinin muhafazakârlığını arkasına alan ulemanın karşı çıkışıyla patlayan Patrona Halil isyanıyla süreç yeniden kesintiye uğrayacaktı.
Ne var ki bu aranış ve “gâvura” benzeme isteği asla son bulmayacaktı. Önceleri gâvur icadı diye aşağılanan her ne varsa önce saraya alınıyor, sonra saray çevresindeki bürokrasi tarafından kabul görüyordu. Ahali arasında batının gâvur kültürüne mesafe devam etse de Saray ve çevresinde “frenk” sözcüğü giderek daha çok yaygınlaşıyor, aşağılamadan ziyade kıymetli bir sözcük olarak dolaşıma giriyordu.
Kuşkusuz batılılaşma modernleşmeye göre daha dar bir tanım olarak değerlendirilebilir. Ama Osmanlının coğrafi konumu, modernleşme çabalarında Sarayın Avrupa ile kurduğu diplomatik ilişkiler ve tebaası içindeki halkların Avrupa’yla sahip oldukları kontaklar, onu hep modernleşme ile batılılaşma kavramlarını birlikte kullanmaya ittiğini söyleyebiliriz. Kaldı ki, batıdan değişik faktörlerle Osmanlının başkentine yani payitahta göç etmiş farklı etnik kimlik ve inançtan toplulukların beraberinde getirdikleri kültür, Osmanlının modernleşme hareketlerinde hep özgün bir yere sahip olacaktı. İlk matbaanın Museviler tarafından 1495 yılında İstanbul’da açıldığına dair bilgiler yabana atılmamalıdır. Yine 1698 yılında İstanbul’da Ermenice Katolik risalelerin basıldığı bir matbaanın varlığından da haberdarız. 1726 yılında ise Padişahın ve sadrazamın desteğiyle İstanbul’da ilk matbaa açılışı gerçekleşecekti. Tabi önce Şeyhülislamın fetva vermesi gerekiyordu, fetva alındı. Matbaanın başında ise Hristiyan yoksul bir Macar ailesinin çocuğu olarak doğup büyüyen ama 20 li yaşlarında Osmanlıya esir düşerek köleleştirilen daha sonra baskılara dayanamayarak Müslümanlaşan ve İbrahim adını alan İbrahim Müteferrika olacaktı. İbrahim’in doğup büyüdüğü Orta Avrupa’nın matbaacılıkta özel bir yeri olduğuna ve gençliğinde bu işte çalışmış olduğuna dair de sadece akıl yürütebiliriz.
Tarihe vakıayı Hayriye diye geçen ve Yeniçeri ocağının kanlı biçimde kapatılması ve ordunun modernizasyonu ile devam eden süreç, daha sonra Gülhane Hattı Hümayunu olarak bilinen 1839’ da ilan edilen Tanzimat fermanı, 1856’da ıslahat fermanı ile desteklenecekti. İlki Müslümanlar içinse ikincisinin Hristiyanlar için yayınlanmış olduğunu söyleyebiliriz.
1848 demokratik devrimleri Avrupa’da hızla yayılırken Burjuvazi sadece ticarette değil sanayide de egemenliğini kuruyor, buharlı makinalar bir başka çağın kapısını aralıyordu. Enteresandır, Tanzimat’ın araladığı bir kapıda hukuk alanında olmuştur. 1840 yılında Avrupa tüccarları ile Osmanlı tebaası arasındaki ticari anlaşmazlıklara bakmak üzere ticaret meclisi adıyla mahkemeler resmileşecekti. 1826 yılında II Mahmut zamanında 100 kadar Osmanlı gencinin de Avrupa’ya eğitim için gönderildiğini de belirtmeliyiz. Tanzimat sürecine giderken, ıslahat fermanının sağladığı imkânlarla Ermeni Umumi Meclisi tarafından kurulan Anayasa komitesinin bir yıl boyunca yaptığı tartışmalar sonrasında,1860 yılında fiilen uygulanmaya başlayan Nizamname-i Millet-i Ermeniyan belgesinin ise, bugüne kadar hak ettiği ilgiyi görmediğinin altını çizmeliyiz. Tanzimat ve arkasından gelen her iki meşrutiyet ilanında bu belgenin izlerini bulmak mümkündür. Eğer bir Osmanlı modernleşmesinden bahsedeceksek ve bunu Kemalist Cumhuriyetin kuruluşuna değin taşıyacaksak, Ermeni anayasasını görmezden gelerek bunu yapamayız. Nizamname-i Millet-i Ermeniyan belgesinin hazırlayıcıları arasında olan Odyan efendi, aynı zamanda Mithat Paşa’nın Kanun-u Esasini hazırlayan ekibin içinde de görev yapacaktı.
Bir yandan Avrupa’daki her yeni gelişme ve Avrupa kültürü Saray ile çevresi tarafından el üstünde tutulup ilgiyle izlenirken, bu kıymet vermeye paralel bir Osmanlı “münevver” kesimi de doğuyordu artık. Avrupa’da eğitim alan, oradaki aydınlanmacı fikirlerden etkilenen bu münevverler sadece Müslüman ve Türk orijinli değillerdi. Osmanlı imparatorluğu içerisin de ki birçok kurumda -buna ordu dâhil- çok fazla miktarda Ermeni, Yahudi, Bulgar ve Arnavut vardı ve saray çevresinde, bürokrasi içerisinde daha sonraları da hükümet ve parlamentoda görev yapıyorlardı. Yunanistan’ın bağımsızlığını erken zamanlarda kazanmış olmasına rağmen Makedonya’nın ve Balkanların yanı sıra, bir bütün olarak kıyılardaki Rum varlığının da gözden kaçırılmaması gerekiyor.
Bu gelgitler içerisinde gerek Avrupa’daki gelişmeler, sanayi devriminin etkisi, sömürgelerin paylaşımı ve daha birçok etken Osmanlı imparatorluğunu da derinden etkiliyordu. Fransa’nın Hindistan üzerindeki hâkimiyetini 1763 anlaşmasıyla İngiltere’ye bırakması,1871 Paris komünü, Fransa’nın Osmanlı ile ilişkilerinde yeni bir dönemin kapısının aralanmış olması, Rusya ile yaşanan gerilimler ve nihayetinde biriken dış borçların baskısı, Osmanlı içerisindeki münevverlerin talepleri, her çevreden beklenen reform istekleri ile birleşince Meşrutiyetin ilanı kaçınılmaz olacaktı. 1876 yılında Avrupa devletlerinin temsilcilerinin de katılacağı Tersane konferansına yetiştirilmek üzere alelacele yapılan bir meşrutiyet ilanı, tahta bulunan Abdülhamit’in kurnazca savuşturduğu bir modernleşme olarak 1 yıl hüküm sürdü. Kanun-u Esasinin (Mithat paşa anayasası olarak ta bilinir) aslında Abdülhamit’in ustaca ayarlamalarıyla onun mutlakıyet yönetimine yasal bir zemin hazırladığını, geçte olsa Mithat paşada görecekti. Kanun-u Esasinin kurduğu meclis, 19 Mart 1877’de açıldı. İçinde on ulustan vekil vardı. İnançlarına göre rakam verecek olursak, 69 Müslüman vekile karşılık 46 Hristiyan ve Musevi vekil vardı. Aşağı yukarı bir yıl sonra 1877-78 (93 harbi diye de bilinir) Rus harbini bahane eden Abdülhamit 13 Şubat’ 1878’de meclisi dağıtacak, bu ilk modernleşme hamlesinde simge olan meclis bir daha ancak 1908 yılında yeniden açılabilecekti.
Batı normları içerisinde modernize edilen ordu ve yine Batıdan esinlenilerek ve oradan getirilen hocalarla takviye edilen üniversiteler modernleşmede ve kimi özgürlükçü düşüncelerin gelişmesinde pay sahibi olmuşlardı. Abdülhamit döneminin katı istibdadına karşı Avrupa’ya kaçan orada kümelenen genç Osmanlı ya da Jön Türkler, bu istibdat rejimine karşı silahlı mücadele dahil her yöntemi kendi aralarında tartışıyor ve Abdülhamit rejimine karşı aralarında farklılıklarda olsa tüm muhalif grupları ortak zeminde bir araya getirmeye çalışıyorlardı. Paris’te düzenlenen 1902 ve 1907 kongreleri bu amaçla gerçekleşecekti. Selanik ve Makedonya, Batının özgürlükçü düşüncelerinin taban bulduğu bölgelerdi.
Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ilk olarak 21 Şubat 1848'de yayımlanan, komünizmin ilk bildirgesi olarak kabul edeceğimiz, birliğin amacını ve programını açıkladıkları manifesto, Marksist fikirlerin özellikle Avrupa’da hızla yayılmasını da beraberinde getirecekti. Paris komününün ilanı ise bir başka dünyanın mümkün olabileceğini kanıtlamıştı. Gerçekten de Avrupa üzerinde Komünizm hayaleti dolaşıyordu. Osmanlı münevverleri içerisinde Avrupa’ya eğitim için gitmiş ve oradaki entelektüeller arasında popüler olan Markiz’imden etkilenmiş kimler vardı bilinmez. Ama sözünü ettiğimiz tarihlerde örgütlü bir yapıdan ve Osmanlı modernleşmesine Müslüman-Türk orijinli Marksist bir etkiden ya da kolektif katkıdan sanırım bahsedemeyiz.
Osmanlı’da modernleşme sürecine Marksist bir solun katacağı elbette çok şey olacaktı. Tersinden o ülke modernleşmesinin de o ülke soluna katkı ve etkisinden de bahsetmek de pek ala mümkün olabilirdi. Ne var ki böyle bir sol, üstelik de kendisini Marksist temelde kuran bir sol, Türkler arasında yoktu. Bir tür milliyetler hapishanesi görünümündeki Osmanlı imparatorluğunda sürekli ezilen horlanan Ermeniler arasında örgütlü olan Hınçak Sosyal Demokrat Partisi, Marksist temelde 1887 yılında Cenevre’de kurulmuş, bir süre sonra örgütlenme alanlarının içine İstanbul’u katarak, daha sonra Anadolu’da Ermenilerin yaşadıkları bölgelerde de propaganda faaliyetlerine girişmişti. Kurucu merkez komitesinin içinde birde kadın vardı. Sadece Hınçaklar değil, 3 yıl sonra Tiflis’te kurulan Taşnaktsutyun partisi de başta İstanbul olmak üzere batı Ermenistan vilayetlerinde örgütlenme çalışmalarına başlayacaktı.
Sosyalist programa sahip ve II. Enternasyonal’e üye bu iki partinin yanı sıra, yine Balkanlar da ki Bulgar, Rum ve Yahudi devrimcilerinin varlığı, Selanik’te ve İstanbul’da çıkardıkları dergiler, sürdürdükleri sosyalizm propagandası, grev örgütlenmeleri, Galata’da merkezi bulunan Ergatis dergisi, 1890 yıllarda sosyalizm düşüncesinin Osmanlı toprakları içinde hızla yayılmasına imkân sağlıyordu. Abdülhamit istibdadı, hem ulusal kimlik hem de hak taleplerini bastıran bir rejim kurmuştu. Abdülhamit’in Meclisi feshettiği 1878 yılından 24 Temmuz 1902’ye kadar geçen yıllar boyunca, bilinebildiği kadarıyla hiç grev olmamıştır. Abdülhamit’in 1908 yılına kadar süren iktidarı döneminde ise toplam 35 greve rastlanmıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra ise grevler dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Meclis-i Mebusan’ın açılması, siyasi ve sosyal bir dizi reform henüz yasallaşmamış bile olsa, “reform ortamı” lafı dolaşıma girmişti artık. Öncelikle çalışan kesimlerin hak taleplerini gündeme getirmiş, görece özgürlükler ortamında bunların dile getirilmesi ve sonuçlandırılması eylemini görünür kılmıştı. Daha önceki hak arama talepleri kolluk kuvvetlerince bastırılıyor, haber bile olmuyorlardı. 30 Temmuz'da İstanbul'da tütün ve vapur işçileri greve başlamıştı. 1908 yılının Temmuz-Aralık ayları arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleştiği bilinen grev sayısı 120’dir. Ve bu grevlere sayıca katılımın en yoğun olduğu il Selanik’tir. Dolayısıyla 1908 sonrası iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Partisinin merkezinin burada olması, onların ne tür bir ortamda bulundukları bakımından da önemlidir.
1908 Meşrutiyetinin yeniden ilanı; Hürriyet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (Kardeşlik) şiarlarıyla İttihat Terakki önderliğinde farklı ulustan insanlarla kutlanırken, Fransız devriminin sloganlarını attıklarını biliyorlardı. İttihatçılarında Avrupa devrimlerinden etkilendikleri ve en modern oldukları dönemde bu süreçti. Hatta Anadolu’da hala Abdülhamit yanlısı ve muhafazakâr halk ezici bir çoğunluğa sahipti. Ermenilerin yoğun yaşadığı bölgelerde İttihatçılar onların örgütlülüğü üzerinden kendilerini var ediyorlar, “ayrımız gayrımız” yok diyorlardı. 31 Mart gerici ayaklanması esnasında birçok İttihat önderi Taşnaktsutyun’un Beyoğlu Balo sokakta bulunan binasında sabahlamıştı. Hareket ordusu İstanbul’a yaklaşırken Ermeni fedailere silah dağıtmışlar, onlardan 500 kişilik bir müfreze bile oluşturmuşlardı.
Osmanlı modernleşmesinde Jön Türklerin ve daha sonra ittihat ve terakki adını alacak olan organizasyonun özel bir yeri olduğu biliniyor. Daha sonra Kemalist Cumhuriyetin kuruluşunda da ciddi rol oynayan bu hareketin üzerine çok şey yazıldı ve çizildi. Ne var ki, Meşrutiyetin ilk ay ve yıllarında İttihat terakki içinde olan, onunla işbirliği yapan ya da çatışan diğer milletlerin partilerinin tarihleri ise hiç bilinmiyor. Bilinenler ise süzgeçten geçmiş, dezenformasyona uğramış, ters yüz edilmiş halde. Hele Osmanlı modernleşmesine katkı yapabilecek Marksist bir partiden ve tam yüz yıl önce Beyazıt meydanında idam sehpalarında yaşasın sosyalizm şiarlarını miras bırakanlardan haberdar bile değiliz.
Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, 1900’lü yılların başından itibaren İstanbul’da yoksul taşralılar, reji işçileri ve hizmetçiler içinde sosyalizm propagandası yapmaya ve taban bulmaya başladılar. Çok sonraları sahip olduğu kendi matbaalarında Avrupa’da yayımlanan Marksist eserleri basmaya çalışacaklardı. Engels’in Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce basımına yazdığı önsöze göre: “Ermenice manifesto çevirisi İstanbul’da bir yayıncıya sunulmuş, ancak Marks’ın adını taşıyan bir kitabı yayınlamamaktan çekinen yayıncı, çevirmenden kendi imzasını atmasını istemiş, çevirmense kabul etmemiştir. 1895 yılında Bab-ı Ali’ye dilekçe vermek için örgütledikleri ama polis tarafından dağıtılan protesto gösterisine 4.000 kişinin katılmasını sağlamışlardı. Bu gösteriye katılanların çoğu yoksul Ermenilerdi. Taşnaktsutyun fedaileri de Karaköy’de bulunan Osmanlı bankasına baskın düzenleyerek taleplerinin uluslararası alanda duyulmasını sağlamışlardı. Hınçaklar Rus Devrimcileri ile çok yakındılar ve Lenin dâhil Rus devrimci önderleriyle sürekli irtibat halindeydiler. 1909 yılındaki kongrelerinde çağdaşları Komünist Partileriyle adlarını uyumlu hale getirmişler ve SDHP adını almışlardı. Milliyetçi değillerdi, farklı uluslardan sosyalistlerle birlikte olmak için çaba içinde oluyor, bunu kendi aralarında tartışma konusu yapıyorlardı. 1915’de Beyazıt meydanında 19 yoldaşıyla birlikte asılan Madteos Sarkisyan (Paramaz), kendi yayın organlarında diğer uluslardan sosyalistlerle, özellikle Osmanlı içindeki Türk sosyalistleriyle yakın ilişkiler kurmaya önem veren ve parti kadrolarına bunun önemini anlatan yazıları kendi yayın organında kaleme alıyordu. 1897 yılında Van’da ilk yargılaması olan Paramaz’ın mahkeme savunmasına bir göz atmak bile Avrupa’da hızla yayılan sosyalist fikirlerin onları nasıl etkilediğini ve bu fikirlerin ne denli savunucusu olduklarını anlamamızı sağlayacaktır.
Osmanlı modernleşmesine ve daha sonraki süreçlere bu mücadelenin bir katkısı olduğunu kabul etmek gerekir. HSDP programında, “basın, söz ve vicdan hürriyetinin, toplantıların, örgütlenmelerin, seçim, grev ve uluslararası işçi birliklerine katılmanın tamamen serbest kalması, dini kuruluşların harcamalarının her bir mezhebe bağlı olanların yardımlarıyla karşılanması, eğitimin genel ve laik olarak mecburi ve ücretsiz olması” gibi maddeler bulunduğunu ve 1908 Mebusan’ın da bu minvalde tartışmaların olduğunu da belirtmeliyiz.
1908 sonrası seçilen Osmanlı Meclisi Mebusanın’ da ki yasa tasarıları ve üzerine süren tartışmalar, 1923 yılı sonrası oluşan Mecliste bile tartışılamayacak düzeyde idi. 1909 yılının 14/27 Mayıs tarihli oturumunda işçi kuruluşlarının ve sendikaların kurulma esasları üzerine süren tartışmalarda (Kilikya) Adana milletvekili Hampartzum Boyacıyan “Bizim aramızda ırk, din ve milliyet mücadelesi ne yazık ki vardır ve biz bunu engelleyemedik. Hâlbuki işçi sendikaları kurulduğunda işçilerin sınıf kardeşliği duygusu yaygınlaşacak ve Osmanlılar arasında din ayrımı, bağnazlık ve katliamlar sona erecektir” diyecekti. H. Boyacıyan, Selanik’e yaptığı bir ziyareti anlatırken de, “orada gördüm ki, Türk, Ermeni, Rum, Bulgar ve hatta Kürt işçiler el ele vererek birlikte bir işçi birliği kurmuşlar. Bu birlik, çok çeşitli etnik kimliğe dayalı toplumumuzda uyum içinde çalışıyordu ama hükümet bu birliği lav etmiş ve faaliyetini yasaklamış. Aynı şeyi Kavala’ da kurulan işçi birliğine de yapmış. Biz bir yandan çeşitli Osmanlı unsurlarının birlikteliğini, bir arada yaşamasını istiyoruz diğer yandan bu birlikteliği sağlayan sendikaları da yasaklıyoruz” diye serzenişte bulunacaktı.
Kemalist Cumhuriyet, Osmanlı’da Tanzimat fermanının öncesinde başlayan bir sürü modernleşme hamlesini ve Tanzimat’tan 2. Meşrutiyete uzanan bir dizi reformlar zincirini arkasına alarak kendisini kurmuştur. Ama ittihat ve Terakki’nin Rum, Ermeni, Ezidi ve Seyfo-Süryani katliamlarının sonuçlarından da beslenmiş, ciddi bir demokrasi hamlesi olamamıştır. O dönem çözülmesi gereken sorunları çözmek yerine şiddet yöntemini kullanmayı ve demokrasi düşüncesini boğma yolunu seçmiştir. Kemalist ideolojinin bugün yüz yüze olduğumuz temel sorunlardaki payını görmeden yol alabilmek de mümkün değildir. Dolayısıyla “Cumhuriyetin kazanımları” kavramına, daha önceki modernleşme süreçlerini unutarak ve yok sayarak, Kemalist cumhuriyetin ise pozisyonunu abartarak anlam biçmek tarihe haksızlık olduğu gibi, “kazanım” tanımının da içini boşaltmak anlamına gelecektir.