Yukarıdaki başlığın yarınki cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarına ait bir tahmin ile ilgili olduğu düşünülebilir. Ama öyle değil. Amacımız ilginin siyasal alandan ekonomi alanında olan bitenlere kaydırılması. Özellikle de seçim haftasında açıklanmış olan Türkiye ekonomisine ait bazı verilerin bize ne söylediği.
Böyle bir analize neden gerek var? Öncelikle seçim kampanyası sırasında bir adayın (Demirtaş) yer yer yaptığı emek vurgusu dışında (İhsanoğlu’nun ‘ekmek’le bastırdığı posterini de hariç tutarsak) bu kampanyalarda ne ekonomi konuşuldu ne de bununla bağlantılı olarak emek ve emekçilerin sorunları.
Oysa bu yarışın galibinin kim olacağı hem ekonomi hem de emekçilerin geleceği açısından son derece önemli. Örneğin eğer, Erdoğan bu seçimden cumhurbaşkanı olarak çıkarsa son on yıldır uygulanmakta olan iktisadi gelişim stratejisi ve bunun ana parçasını oluşturan neo liberal sosyal politikalar ve ekonomi politikaları aynen, hatta derinleştirilecek sürdürülecek.
O halde son on yılın bir bilançosunu çıkartalım. Öyle ya Erdoğan her yerde ve her fırsatta “son on yılın dünyada en başarılı ekonomi yönetimi yapan hükümetlerinin başında geldiklerini” ve “Türkiye ekonomisine çağ atlattıklarını” söylemiyor mu? Üniversitelerdeki ve medyadaki takipçileri bu yönde bir propagandayı halka bıkmadan usanmadan yapmıyor mu? Sokaktaki insan ekonomiyi krize sokmadığı için “Başbakana dua etmiyor mu”?
2012 yılına kadar ortalama yüzde 5-6 civarında olduğu ileri sürülen bu büyümeden kimler, ne fayda sağladılar? AKP iktidarları döneminde dolar milyarderlerinin sayısı 41’e çıktı, gelir ve servet az sayıda müteahhit-inşaatçı-bankacı-sanayici-tüccar sermayedarın elinde birikti ama ülke genel olarak yoksullaştı. Öyle ki bugün bu ülkede yaklaşık 10 milyon aile yoksulluk yardımlarıyla geçimini sürdürebiliyor. Net asgari ücret 900 TL’yi dahi bulmuyor ve resmi verilere göre yaklaşık 12-13 milyon ücretlinin yüzde 72’si asgari ücretle çalışıyor. Yine de bunlar kendilerini şanslı sayıyorlar. Zira kötü ve düşük ücretli, ağır ve uzun saatli, sağlıksız ortamlarda ve geçici, güvencesiz de olsa bir ‘iş’leri var. Bu ülkede gerçek işsiz sayısı 6 milyonu buldu. Sokaklar, kahveler işsiz dolu. Özellikle de üniversite mezunları arasındaki işsizlik tavan yapmış durumda.
Peki, halk nasıl geçiniyor? Önemli bir kısmı yoksulluk yardımlarıyla. Ama asıl olarak kredilerle, borçlarla geçiniyor. Öyle ki AKP iktidarlarının ilk yılında emekçi bir ailenin borçlanma oranı yüzde 6 idi. Şu anda bu yüzde 56’yı buldu. Yani halk kredi kartı, ihtiyaç kredisi gibi biçimlerle “geleceğinden yiyerek” bugünü kurtarmaya çalışırken, kollarına da böyle bir borç kelepçesini takmış durumda. Bu nedenle de “ekonomi istikrarda olsun da faiz oranları yükselmesin” diye sessiz bir biçimde iktidara olan desteğini sürdürüyor. Erdoğan’ın yüksek faize karşı çıkan görüntüsünün ardında sadece iktidara yakın büyük müteahhitlerin ve TOKİ’nin elinde patlayan milyonlarca konutun satılabilmesini hızlandırmak yok. İşte bu borçlu geniş halk yığınlarına ve küçük esnafa da, borç yüklerini hafifletecek bir mesaj vermek istiyor Erdoğan bu faiz karşıtı söylemiyle. Ayrıca faizin haram olduğuna inanan Müslüman seçmenin desteğinin sürmesini sağlamak var hedefler arasında.
Ama mızrak çuvala sığmıyor. Faiz indirimi demek enflasyonun dizginlenememesi demek. Dün açıklanan enflasyon rakamları bu yılın sonunda enflasyon oranının en az yüzde 9 olacağını gösteriyor ki piyasalar bu oranı hali hazırda satın almış durumdalar. Enflasyonun sabit ve dar gelirli yoksul halkı vurduğunu biliyoruz. Ayrıca üretimde olmayan servetin (mevduat, borsa-hisse senedi, devlet tahvili gibi) değerinin düşmesine neden olarak fiktif sermaye sahiplerini de vuracağını için, bu kesimlerin tepkisine neden olacak. Başbakanın Merkez Bankası ile faizlerin düşürülmesi yönündeki tartışması sonuçta retorikten öteye geçmiyor. Zira faizin düşürülmesi demek enflasyonun daha da tırmanması, bu da on yıldır övündüğü ekonomik istikrarın yok olması demektir ki, buna son tahlilde, ne kendi ne de arkasına aldığı sermaye çevreleri razı olacaktır. Yani faiz konusunda siyasal iktidar çok sıkıştı, daha da sıkışacak gibi görünüyor.
Ama iktidarın başı sadece faiz ve enflasyon ile dertte değil. Aynı zamanda döviz kurunun giderek yükselmesi de başka bir sorun oluşturuyor. Bu hafta sonu ABD doları 2.19’u test etti. Böyle bir kur yüksekliği, enflasyonu körüklediği, ithalat maliyetini artırdığı gibi, dolar cinsinden özel sektör borçlarını da artıracaktır. Özel sektörün (hem bankalar hem de reel kesimin) dış borçlarının 250 milyar ABD dolarına yaklaştığı biliniyor. Kurdaki artışın böyle bir hızda sürmesi (2001 krizinde görüldüğü üzere), başta döviz cinsinden borcu olanlar olmak üzere, her gün işyerlerinin birer ikişer kapanacağının bir işaretidir.
Ve üçüncüsü: Sanayi üretimine ilişkin veriler. Haziran ayında sanayi üretiminin sadece yüzde1,4 arttığı ortaya çıktı. Yani altı aydır yavaşlamakta olan sanayi üretim artışı neredeyse durma noktasına geldi. Bu ikinci çeyrekte büyüme hızının binde 4’e gerileyeceği ve işsizliğin artacağı anlamına geliyor. Yani sadece faiz, döviz, enflasyon gibi göstergeler değil, sanayi üretimi, büyüme gibi reel göstergeler de alarm veriyor.
Bir kötü haber de aynı hafta içinde Avrupa Merkez Bankası Başkanı’ndan geldi. Draghi, ilk kez dünyada jeo politik risklerin ön plana çıktığının altını çizdi ve bu durumun sermayenin risk iştahını kapattığı gibi, hızla deflasyona sürüklenen Avrupa ekonomisinin bu gidişatını, bırakın önlemeyi, hızlandıracağını söyledi. Draghi bu açıklamayı aslında sadece Ukrayna- Rusya krizi üzerinden yapmıştı. Bu açıklama yapıldığında ABD Irak’ta henüz hava saldırısını gerçekleştirmemişti.
Jeo politik riskler Avrupa kadar, hatta ondan daha fazla, Türkiye ekonomisi üzerinde etkili olacaktır. Daha da daralan Avrupa pazarı ve Orta Doğu çıkmazı hem ülkenin dış ticaretini vuracak hem de cari açığın en önemli kalemi olan petrol fiyatlarında yukarı doğru dalgalanmalara neden olacaktır (bu hafta sonu petrolün varili 107 dolara kadar yükseldi). ABD’nin ekonomisi ise ilk çeyrekte yaklaşık yüzde 3 oranında daraldı. Diğer yandan ABD, BIS ve IMF gibi örgütlerin de uyarıları ile parasal sıkılaştırmaya gitmek için hazırlık yapıyor. Yani ABD eninde sonunda faiz yükseltmeye gidecektir. Hem bu gelişme hem de jeo politik riskler spekülatif sermayenin güvenli limanlara geri dönmesini hızlandıracaktır. Yani Türkiye’den, 2013 yılında olduğu gibi, sermaye çıkışları artacaktır.
Toparlarsak hem parasal hem de reel göstergeler alarm vermeye başladı. Ancak Türkiye ekonomisi bu noktaya tesadüfen gelmedi. Son on yıldır özellikle AKP iktidarları, iktidara yakın sermaye gruplarını zengin etmeye dönük, kentsel rant ve çevre talanı üzerinden, alt ve üst yapı inşaatı projeleri, TOKİ – büyük müteahhit şirketler işbirliği ile bir sermaye (servet demek daha doğru olacaktır) birikimi stratejisi ve buna uygun ekonomi politikaları uyguluyor. Ancak içerde ve dışarıda bu işlerden biraz anlayanlar artık bu birikim modelinin tıkandığını ve buna yönelik olarak şişirilen balonların patlamak üzere olduğunu görüyor.
Bu modelin mimarı Erdoğan seçimlerde en güçlü aday olarak gözüküyor. Zira hem kendi tabanının desteğini (çeşitli konsolidasyon araçları sayesinde) koruyor hem de medya ve sermaye çevrelerinin desteğini almaya devam ediyor. Cemaat ile kavgasından galip çıkması da elini güçlendirdi. Erdoğan cumhurbaşkanı seçildiğinde, diğerlerinden farklı olarak, sıradan bir cumhurbaşkanı gibi değil, bir ‘başkan’ olmadı ‘yarı başkan’ gibi çalışacağını açıkladığı için, bu on milyarlarca dolarlık projeleri sürdürecek ve sonuna kadar bu modeli dayatacaktır. Bütçe başta olmak üzere kamu kaynaklarının bu model için nasıl kullanılacağı ise şu ana kadar ki kullanım biçimlerinden anlaşılmaktadır. Yani halka daha fazla vergi, daha az kamusal hizmet ama sermaye ve otoriter devlete çok daha fazla kaynak aktarılmaya devam edilecektir.
Yarın cumhurbaşkanlığı seçimleri var. İlk sıradaki adayı şu ana kadar yaptıklarından dolayı tanıyoruz, biliyoruz. İkinci sırada gibi gözüken ve adeta şapkadan çıkartılarak CHP-MHP seçmeninin önüne konulan çatı aday İhsanoğlu’nun asıl olarak Erdoğan’ın önünü kesmek için ortaya atıldığı anlaşılıyor. Bu ülkenin temel sorunları ile ilgili olarak söylemi net olmasa da, onun da bu rejimin ve statükonun değişmez bir savunucusu olduğu, Türk-İslam Sentezci bir görüşe sahip bulunduğu, son on yıldır uygulanmakta olan neo liberal neo muhafazakâr sermaye-servet birikimi stratejisine ve ekonomi politikalarına bir itirazının olmadığı anlaşılıyor. Bu nedenlerle de emekçilerin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir cumhurbaşkanı olamayacağı açık. Nitekim her iki ortağın tabanının bir kısmı da bu rahatsızlığı yaşıyor ve bu sandığa yansıyacak gibi gözüküyor.
Üçüncü aday Demirtaş, bu birbirinin benzeri iki ana akım adayın dışında kalan bir aday ve farklı bir çizgiyi temsil ediyor. Statükoyu reddediyor, demokratik ve özgürlükçü, farklı kimlikler ve inançlara, emeğe, doğaya ve kadına saygılı bir duruş sergiliyor. Ayrıştırıcı değil, birleştirici ve yukarıdan aşağıya doğru talimat verici değil, anlamaya çalışan bir dil kullanıyor. Çatı adayın biraz da komik kaçan ‘ekmek’li posterinin dışında adaylar arasında emek ve emekçilerin sorunlarına dikkat çeken tek aday da bu genç aday. Ayrıca üniversitelerle ile ilgili tek sözü olan da bu aday.
Tercih bizim. Ya “Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olur” sözünü hiç duymamış gibi yapıp, bu olan bitenden hiç haberimiz yokmuş gibi davranacak ve statükoyu güçlendireceğiz ya da “demokratik bir Türkiye için, halkların eşitliği ve kardeşliği, demokrasi ve özgürlükler, eşit üretim ve eşit bölüşüm” diyecek ve yaklaşan genel seçimlere çok daha güçlü gidecek bir alternatifi yaratacağız ve özgürlüklerden, demokrasiden ve emekten yana bir siyasal iktidarı hep birlikte adım adım kurmaya dönük umudumuzu daha da yükselteceğiz.