• Cumhurbaşkanlığı seçiminde iki aday devletin, bir aday ezilenlerin temsilcisidir.
• Birinci ya da ikinci tur fark etmez, sandıkta Demirtaş dışındaki adaylar için kullanılacak oylar egemenlere verilmiş onay demek olacaktır.
• Sandığa, kof bir radikalizm söylemiyle ve somut olarak Demirtaş’a oy vermemek için gitmeyenlerin varlığı bu seçime özgü bir fenomendir.
• Resmi politikayı ret, ezilenlerin devrimci davasını güdenlerin meşru politik tavrıdır.
***
Bu satırlar, Halk Cephesi ile Kürdistan Hareketine mensup gençliğin, İstanbul’un çeşitli semtlerinde çatışmasının etkisi altında kaleme alınıyor. Ne olursa olsun, nesnel ve kısa sürede geri alınamaz bir ayrılığın öznel etmenlerle derinleştirilmemesi dileğimizdir.
Türkiye’nin tüm ezilenlerinin tarihsel sorumluluğunu üstlenmek Kürdistan Hareketinin iddiasıdır ve bu iddia bugün somut bir karşılığını bulmakla karşı karşıyadır.
Kürdistan Hareketi, Kürt gençliğini hiçbir saldırı ortamında bulunmamaya çağırmalıdır.
Kan ve ateş
Yanı başımızdaki topraklar kan ve ateşle yoğruluyor. Bu ortamda, bize, Türkiye’de yaşayanlara, bir seçim havasını yaşamak düşüyor. Bu havayı yaşamayı reddedenler de var, ama onlar dahil, Türkiye’nin bütün solu, nesnel varoluşuyla kan ve ateşin dışında bulunuyor. Bu duruma alışmamak, bu durumla barışmamak, yarının devrimci politikası için zorunlu önkoşul işlevi görecektir.
Kürdistan Özgürlük Hareketi, Türkiye sol hareketinin içinde olduğu bu döngünün dışında yer alıyor. Bu hareket, bir yandan “en reformist” bir tutumla Çankaya Köşkü için faaliyet yürütürken, öte yandan silahlı güçleriyle seferberlik çağrısı yapıyor. Cumhurbaşkanlığı seçim konjonktürünü, Kürdistan Hareketinin bu bileşik niteliğinin üst-belirlemesiyle ele almak durumundayız. Fakat ne olursa olsun, bize, bu kan ve ateş ortamında da, reformlar politikasında da ağırlık olarak “söz”ün düştüğünü, hanemize yazılacak “eylem”in ihmal edilebilir olduğunu bir an bile unutmamak durumundayız.
Ezenlerin iki adayına karşı ezilenlerin adayı Demirtaş
10 Ağustos’ta –ve ikinci tura kalırsa 24 Ağustos’ta- cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak.
Bu seçimin veya başka seçimlerin, sözümona demokratik veya anti-demokratik nitelikleriyle hiçbir şekilde ilgilenmiyoruz. Seçim, politik bir olanak varsa değerlendirilecek bir konjonktürdür ve yegâne önemi buradadır.
Cumhurbaşkanlığı seçimi konjonktürü, ezenlerin başlıca kanatlarına mensup iki aday ile ezilenlerin adayı arasında yaşanıyor. Selahattin Demirtaş, bu ülkede kudret ortaya koymuş tek ezilen hareketi olan Kürdistan Özgürlük Hareketinin inisiyatifiyle, ezilenlerin kurtuluş davası için mücadele yürütenler bakımından ilişkilenilmesi pratikte ve prensipte söz konusu olabilecek tek adaydır.
Öteki adayların ikisi de Türkiye’nin egemenlerinin, devletlilerinin, ezenlerinin temsilcisi olarak ortaya çıkmış durumda. Bu iki adayın biriyle herhangi bir şekilde ilişkilenmek, ilişkilenen özneyi, ezenlerin yedeği ve destekçisi olmak gibi, ağır olduğu kuşku götürmeyecek bir damgayla baş başa bırakacaktır.
İhsanoğlu’na, ikinci turda da olsa, oy verilmesi gerektiği iması veya açık çağrısı, Türkiye’deki kadim reformist solun CHP’ye kahrederek ve Demirtaş’tan uzak durarak yaptığı sandığa gitmeme veya boykot tavrının gerisinde bir sağcılıktır. Refomistlerin boykot taktiği soldadır, ama İhsanoğlu’na oy çağrısı, açıkça sağda yer almaktadır.
Türkiye’nin iki gerici egemen kanadından birini veya öbürünü şu veya bu şekilde desteklemeye gidecek bir politik tutum, solun, cumhuriyetin başından beri kurtulamadığı yedek pozisyonunun hâlâ nasıl pişkince ve aymazca yaşatıldığının açık göstergesidir.
Türedi radikalizm ve devrimci hareketin dar boğazı
Bu seçimin yeni fenomeni, genel olarak reformlar alanında faaliyet yürütmüş birçok politik kesimin, radikal bir tutumla, sandığa gitmeme veya boykot tavrını ilan etmesi oldu. Türkiye solunun devrimcilikten uzaklığı kökleşmiş geniş çevrelerinin sahneye koyduğu radikalizm gösterisi, devrimcilerin boykot ve düzeni ret tutumunu gölgeleyecek bir manzara arz ediyor.
Sol hareket, seçim konjonktüründe, sandığa gitmemeyi veya boykotu savunanlarla Demirtaş’ı destekleyenler şeklinde iki büyük öbeğe ayrıldı. Seçim ikinci tura kalırsa, Demirtaş’ı destekleyenlerin de önemli bir bölümünün sandığa gitmemeyi savunacağı biliniyor. Türkiye’nin, çok sayıda üyesiyle zengin sol hareketler dünyası, ortaya çıktığı 1960’lardan beri ilk kez bu ölçüde geniş bir boykot veya sandığa gitmeme manzarası sunuyor. Daha önceki yıllarda, düzeni kesin reddetmenin bir belirtisi olan ‘boykot’ tavrının, bu kez yeni heveslileri açısından, düzeni ret değil, kendilerine dayatılan düzen içi alternatiflere kahretme tutumu sonucu ortaya çıktığını söylemek mümkün.
Soyut olarak ele alındığında, neredeyse oydaşma düzeyinde bir katılımcı politikayı ret tutumunun ortaya çıkmasının gayet olumlu bir devrimcileşme işareti olduğu sanılabilir, ama hakikatin öyle olmadığı, yeni radikalizmin –CHP tarafından- itildiği ve –Demirtaş’a oy vermekten- sakındığı için uzak durduğu resmi politikaya yeniden girmenin yolunu bulacağı öngörülebilir.
Demirtaş dışında bir nedenle sandığa gitmek, açıkça ezenin yedeği olan sağcı bir tutumdur ve ilgilenilmemektedir. Bu bakımdan, yeni boykotçular dahil, sol hareketin geniş çevreleri, Demirtaş’tan başka bir adaya oy verecek olanların tutumundan ileride bir tutum sergilemektedir.
Türkiye solunun yeni radikalleri veya yeni boykotçuları, CHP’ye ve hukuka tâbi, ama Demirtaş’a karşılar. Öncelikle, bu kesimler, CHP’nin, varlıklarını hiçe sayan cumhurbaşkanı adayı tercihiyle “radikal”liğe mecbur oldukları bir konuma itildiler. Cumhurbaşkanlığı için gerekli hukuki koşulları da yerine getiremediler. Onlara, durumu değerlendirmek ve radikalleşmek kalıyordu. Bu radikalizm irtifasından, artık, Demirtaş’ı düzene yakın ilan edebilir, Kürdistan Hareketinden uzak durmayı düzeni reddetmenin radikalizm gösterisi havasında gerekçelendirebilirlerdi. Heveskâr yeni boykotçuların sol hareket içindeki aktif işlevi, Demirtaş’a oy vermemek için radikalleşmek olmuştur!
Oysa, reformcu bir sosyalistin, CHP tarafından refüze edildikten sonra yöneleceği doğal mecranın Demirtaş’ın adaylığının sunduğu demokratik alan olması beklenirdi. Bu yönelimin önündeki engel, reformcu sosyalistlerin belirleyici politik niteliklerinden birinin ‘Türklük’ olmasıdır. Sosyal şovenizm olarak adlandırılabilecek bir Türk ulusalcılığı, yeni boykotçu sosyalistlerin çoğundan devrimci boykotçuların kimilerine kadar uzanan bir akımdır.
Yeni ve heveskâr boykotçuları devrimci boykotçularla karıştırmamak gerekiyor. Devrimci hareketin mensuplarının boykot veya seçimi ret tutumu, yeni radikal boykotçuların gösteri havasının gölgesinde kaldı.
Yeni boykotçuların çoğunluğu, devletlinin bir kanadı tarafından dışlanmanın ardından, sırf Kürdistan devrimcileriyle anılmamak için boykotçu iken, devrimciler, -en azından öncelikle- düzene katılımla anılmamak için boykota yöneliyor. Yeni boykotçu reaksiyon, aynı ideo-politik evreni paylaştıkları CHP’nin İhsanoğlu’nu aday çıkarmasıyla başladı, Demirtaş’a oy vermeme bahanesiyle güçlendi ve insan malzemesinin önemli bir ağırlığının İhsanoğlu’na pasif bir şekilde yönelmesiyle sönümlenecektir.
Devrimcilerin bir kısmının boykot veya seçime katılmama taktiğinin gerekçesini, bu seçim özgülünde, kendi politik varlıkları bakımından Demirtaş’ı destekleyecek kuvvetli gerekçelerin olmaması ve öteden beri izlenen resmi politikayı ret anlayışı oluşturuyor. (Bunun bir örneği Partizan’dır.)
Devrimcilerin, seçime katılmayı ve Demirtaş’ı desteklemeyi reddeden bir başka eğilimi, gerekçesini reformcu alanın yeni boykotçularıyla ortak bir savda, Kürdistan Hareketinin devletin egemen kanadıyla müttefik veya uzlaşık olduğu savunda buluyor. Seçimi reddin devrimci tarzının, ezilenlerin beklenen birliğini neredeyse olanaksızlaştırmak şeklindeki uç örneğini, “Demirtaş’a verilecek oyların AKP’ye verilmiş sayılacağı” görüşü oluşturuyor. (Yürüyüş Dergisi bu görüşü dile getirdi.) Ezilen bir ulusun özgürlük hareketi, böylece, ezen ulusun ezilenlerinin şovenist ve aynı zamanda devrimci bir dinamiğini karşısında buluyor!
Toplam tablosu göz önüne alındığında Kürdistan Hareketine politik damgayı düzen içi arayışların vurduğu değerlendirmesi gerçeği yansıtamaz. Bu hareketi nesnel toplam varlığıyla görebilen bir bakış açısının, onun, elbette düzene el uzatan, düzende gelecek arayan yanlarına karşılık, düzene sığmayan güçlü nesnel dinamiğini gözden kaçırmaması beklenir. Demirtaş’ın düzen içi demokratlık örneği olabilecek her sözü, gerçek ve geri dönüşsüz anlamını dünyanın en büyük gerilla hareketlerinden birinin bulunduğu dağlarda yankılanarak buluyor.
Kürdistan Hareketi, dayandığı nesnel dinamikler ve açığa çıkardığı devrimci enerjiyle, Türkiye sol hareketinin geçmiş ve bugünkü kimi örneklerinden farklı olarak, herhangi bir egemen güce yedeklenemeyecek niteliğini korumaktadır. Kürdistan Hareketi, bu dinamiğiyle, rejimle barışma amacıyla uzun süredir yürüttüğü süreci aşamasına ulaştıramamakta ve bir türlü “düzene hapsolamamaktadır”. (Kızıl Bayrak Gazetesi böyle yazdı.) Bu süreç boyunca bu hareket, mücadelesi içinde inşa etmekte olduğu bir demokratik devrim sürecini de omuzlamıştır. Hareketin, AKP hükümetiyle girdiği müzakere süreci, bugün cumhurbaşkanlığı seçim konjonktüründe, demokratik politika için, Halkevleri’nin iddiasına aykırı olarak, “nesnel kısıtlar” yaratmak yerine, bilakis alan genişletmektedir.
Demirtaş’ı reddin bu kesif sosyal şoven ortamında, seçimleri bu çemberin dışında yer alarak reddeden devrimcilerin, dar bir kıstakta hareket etmek durumunda görülüyor.
Modernist Türk solunun düşkünlüğü ve kurucu partiye gönlü kırık Halkevleri
Yeni radikaller ve boykotçular, Demirtaş’ın desteklenmesiyle ilgilenmiyorken, İhsanoğlu’yla, sürekli tartışarak ilgileniyorlar. Bunun bir sonucu olacağı anlaşılıyor!
Bu gelişmeler ortamında, bir örnek, sol hareketin bu kümesinin durumunu simgelemek bakımından en önde olmayı hak ediyor.
Halkevleri’nin, gösterdiği cumhurbaşkanı adayından dolayı CHP’ye yaptığı 23 Haziran tarihli çağrıdan söz ediyoruz:
“CHP’ye ve Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na çağrımızdır
“Cumhurbaşkanlığına aday gösterdiğiniz Ekmeleddin İhsanoğlu’nu adaylıktan derhal geri çekin!
“Gösterdiğiniz aday özgürlükleri, demokrasiyi ve sol değerleri temsil eden bir aday değildir.”
“Aday tercihiniz ve gerekçeleriniz, bu ülkede cumhurbaşkanı adaylarının temel referansının İslamcılık olmasını meşrulaştırmaktan başka anlam ve sonuç üretmeyecektir.”
“Gösterdiğiniz aday özgürlükleri, demokrasiyi ve sol değerleri temsil eden bir aday değildir. Emeği, özgürlükleri, demokrasiyi, halkın haklarını benimseyen Türkiye’nin büyük ilerici birikimini temsil edebilecek sol değerleri benimseyen bir siyaset izlemenizi acilen öneriyoruz.”
Bu çağrının, bir cumhuriyet kuruluşu olan Halkevleri’ne yakıştığına şüphe yok. Ancak Halkevleri’nin, kendisine başka misyonlar da biçtiğine ilişkin bir kabul var. Bu kuruluşun, “kuş mu deve mi olduğunu” anlaşılır şekilde ilan etmesi gerekmektedir.
Türkiye’de 40 yılı bulan devrimci mücadele tarihinden sonra böyle bir çağrı yapılabiliyor olması, sol hareketin “vasat”ının ne kadar geri olduğunun açık kanıtıdır! Halkevleri, CHP’ye yazdığı nağmeyle, izleyeceği her türlü başka yolu anlamsızlaştırmış oluyor. Ufku, CHP’ye iyi solculuk önermek olan bir kuruluşun, kitlesini neye ve nasıl sevk edeceği kuşku götürür hale gelmiştir.
CHP’nin geniş ve parçalı gövdesinde demokrat birtakım eğilimlerin olduğu açıktır. Bu partinin tabanında da sosyo-kültürel olarak Gezi’de görüldüğü gibi ilişkilenilebilecek dinamikler vardır. Ama söz konusu olan, bunlar değil CHP’nin kurumsal kimliğidir. Hiçbir şey, bu partinin politik bir özne olarak niteliğine ilişkin şüpheye yer bırakamaz. Bu parti, eğer toplumu ezen ve ezilen olarak bölmek uygunsa, ezenlerin bir kanadının politik temsilcisidir.
Ama Halkevleri, modernist ve ilerlemeci ideolojik yaklaşımıyla, CHP’nin bu niteliğini önemseyemiyor. CHP, Türkiye’nin çağdaş ve çağdışı diye bölünmesinde ilk cephede yer almaktadır ve Halkevleri için mücadelenin ilk mevzisi bu ayrımda kurulmalıdır. CHP yönetiminin tercihi karşısında yaşanan derin hayal kırıklığı, bu partinin söz konusu mevziyi bu konjonktürde terk etmesinden dolayıdır.
Ayrım bu şekilde inşa edildiğinde, HDP’nin “çağdaş değerler”e CHP’den daha uzak olduğu görülecek ve Halkevleri’nin bu partiye mesafesi anlaşılacaktır. Ezenlerin partisine solculuk önerilirken, ezilenlerin adayına uzak duruluyor.
Cepheyi bu mevzide kuran Halkevleri, seçilemeyeceği halde Demirtaş’ı destekleyen solcuları bu nedenle politik değil gönülden davranmakla eleştiriyor. Oysa Halkevlerinin politikası da gönlü de CHP’ye dönüktü ve mesele, CHP’nin Halkevleri’ne dönük olmamasıydı.
Reformizmin radikal formunun şahikası boykot ilanı ise, düşkün hali CHP’ye çağrı metni yazmaktır.
Politikanın ülkesel ölçeği
Kürdistan Özgürlük Hareketi, bölgenin herhalde bütün politik dinamiklerine karşılık verebilen bir varoluş tarzı oluşturmuş olmasıyla büyük avantajlara sahiptir.
Kürdistan Hareketi, varoluşu ve manevralarıyla karşısındaki ve yanındaki güçleri etkileyebilen gerçek bir güçtür. Bu niteliği, ona, basit bir seçimde ve hayatî bir savaşta özgül taktikler uygulayabilme imkânı vermektedir. Türkiye politik coğrafyasında, ezilenler adına taktik uygulamalar yapabilen tek hareket Kürdistan Hareketidir. Bu hareket, Türkiye solundan hiçbir öznenin devrimcilik yapamadığı bir düzlemde devrimcilik yapmakta, ve aynı zamanda, hiçbirinin yapamadığı bir düzlemde reformlar politikası izlemektedir.
Burada, politika için ölçek sorunu gündeme geliyor. Ölçek, niceliği zorunlu olarak içeren ama buna indirgenemeyecek bir güç niteliğidir.
Türkiye’de, Kürdistan Özgürlük Hareketi dışında, cumhurbaşkanlığı seçimi veya başka bir politik olayda, taktik uygulamalar yapabilecek, eş deyişle, hareketiyle öteki güçlerin hareketini etkileyebilecek, dolaylı bile olsa yönlendirebilecek, öteki güçlerin hesaba katmak zorunda olduğu herhangi bir ezilenler öznesi bulunmuyor. Türkiye, taktik uygulamalar değil ancak taktik tutumlar izleyebilecek sıklette politik özneler bakımından zengindir ve taktik tutum, mücadele birimi ölçeğinde güç olamayan öznelerin varoluş bildirimidir. Cumhurbaşkanlığı seçimini de, Türkiye solu somutunda, ancak bu tutum ifadeleri bağlamında tartışabiliyoruz.
Mesele, gerçekte ancak öteki küçük öbekleri etkileyebilen pratikler içindeyken, bu ölçeği unutmakta, gözden kaçırmakta yatmaktadır. Türkiye solu, yaygın olarak, mücadele birimi olarak belirlediği nesnel ortam içindeki varlığının boyutunu hesaba katmayan bir politika anlayışına sahiptir. Türkiye sol hareketinin politika kültürü, birkaç kişiden ibaret kümelerin ülkesel taktik izlemeye ilişkin tumturaklı akıl yürütme örnekleriyle yoğrulmuştur.
Politika kurgusal, varsayımsal değil de gerçek güçlerin kudret ilişkisi biçimidir ve gerçeğe yönelik her türlü ikame çabasını çaba gösterene misliyle iade eden bir dinamiğe sahiptir. Devrimci ya da reformcu olsun, politika yapmak için bir ölçeğin zorunlu olduğunu dikkate almayanlar, seçimde “taktik”ten söz ediyorlar ve taktiklerini, milyonlar üzerinden hareket eden Kürdistan Hareketinin veya devletin adaylarının kaderlerini belirleyecek kritik eşik şeklinde özgülendiriyorlar.
Bu bağlamda, sol hareketin bu seçimlerde, daha önceki ve yakın gelecekteki seçimlerde de olduğu ve olacağı üzere, herhangi bir etkisi olmayacaktır. Türkiye’de, herhangi bir konjonktürü ezilenler açısından değerlendirebilecek ülkesel politik özne yoktur. Zayıf ve etkisiz küçücük örgütsel varlıkların kendilerini politik etki sahibi veya politik güç sayması kabul edilemez.
Peki, günümüz Türkiye’sinde ve bu seçim konjonktüründe özne mertebesinde olan toplumsal güçler –toplumsal özneler- var mıdır?
Toplumsal özne olarak kadınlar, gençler, emekçiler, işçiler, üniversiteliler, Aleviler sıralanıyor. Bu toplum kesimlerinin hiçbiri, umulan ve istenen değil gerçek hareketten söz ediyorsak, toplumsal özne sayılamaz. Ötekilerin durumuyla karşılaştırıldığında, Alevilerin, toplumsal özne olmaya en yakın kesim olduğu söylenebilir. Kadınların, gençlerin, işçilerin toplumsal bakımdan herhangi bir görece güçlü hareketi ve anlamlı denilebilecek birlikte hareket etme eğilimleri bulunmuyor. Buna karşılık Kürdistan Hareketi, Kürt nüfusun yaklaşık yarısına görece kararlı olarak hâkim durumda bir politik ve toplumsal öznedir. İşte gerçek özne budur.
Burada, gerçeğe ilişkin bir sinizm değil, olsa olsa “gerçeğin sinizmi” söz konusudur. Bu kesin gerçeğin verileriyle karşılaşmanın yaratacağı gerilimin gücüyle pozitif bir etki sağlanabileceği düşünülmektedir. Kronik bir sorunla, onu hiçbir zaman aşamayacak bir tarzda ilişkilenmenin doğurduğu ek sorunlara vurgu yapıyor ve hareketiyle dış dünyada etkiler icra eden bir özne ile, yaptığı ve söylediği sadece kendi varlığına etkili olabilecek bir öznenin trajik ayrımını tanımamak üzere kurulmuş tarzlardan söz ediyoruz.
Dolayısıyla, bugün Türkiye’de, gerçek olmayan toplumsal ve politik varlıklar, eşdeyişle özneler üzerinden bir politikanın kurulma çabasına direnilmelidir. Zayıf oluşumları, ülke ölçeğinde mücadele yürütecek “politik özne” veya “toplumsal özne” olarak değerlendirmekten ve daha vahimi, bu oluşumları, milyonları harekete geçirebilen yoğun bir odak olarak Kürdistan Hareketiyle eşleştirerek anmaktan vazgeçilmelidir. Gerçeğe çağrı, bugün, dün ve görünür gelecekte de, sol hareketin zihniyeti için son derece önemli bir işlem niteliğindedir.
Öte yandan, cumhurbaşkanlığı seçim konjonktürünün sözü edilen kesimleri özneleştirecek bir manzara sunduğuna ilişkin herhangi bir veri de mevcut değildir.
Politik katılım veya katılımı ret: Kaçırılan kritik bir an yok!
Politik katılım halinde ezilenlerin davasını güdenler için sandıktaki tek seçeneğin Demirtaş olduğu yinelenmelidir. Kürdistan Hareketinin, devrim yürüyüşü için politik katılımı da verimli bir şekilde değerlendirdiği vurgulanmalıdır.
Fakat, Türkiye solu için, resmi politikayı ret diye anılacak bir tutum da söz konusudur ve nitekim, bazı politik özneler bunu hatırlatarak devrimci bir işlevi şimdiden yerine getirmişlerdir.
“Politik katılım” diye anılan tarz, ezilenler için çoğunlukla politika dışılıktır. Resmi ve akademik dilde “politik” sayılan, gerçekte ezilenler için politik-olmayanın kendisidir. Ezenlerin müesses nizamının ezilenlerin resmi politikaya katılımıyla ve böylece içeriden meşru yollarla zorlanarak değişebileceğine ilişkin inancın kategorik olarak devrimcilik dışı olduğu açıktır. Bu bakımdan, aslında sorunsal, Kürt Hareketi gibi, güçlü bir “parti”si, güçlü bir “ordu”su ve genişçe bir “cephe”si / kitlesi olan politik ezilen güçleri dışındaki öznelerin, politikaya neden katılmadığı değil, neden katıldığıdır.
Fakat, Türkiye sol hareketinin mensuplarının çoğunluğunun buna dâhil olmasından daha önemlisi, sol kamuoyunun zihniyetinin politik katılımı bir alışkanlık haline getirmiş olmasıdır. Türkiye sol kültüründe artık sorunsal, politikaya neden katılınmadığıdır.
Bugün Türkiye sol hareketinin eksenini, katılımcı politika oluşturmaktadır. Sol harekete, artık, uzun barış dönemlerinin ruhu egemendir. Seçimlerde alınan tutumların bunun bir göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan, devrimci tutum sahibi birkaç örgütün, hâlâ ve inatla boykot demesinin marjinal değeri yüksektir.
Hal böyleyken, 1990’ların başlarından beri her seçimde adaylar çıkarmış, her seçimde yer almanın gereğini savunmuş bir politik öznenin, devrimciliğini tümden yitirmediyse bile, reformcu karakter kazanma yolunda epeyce birikim yapmış olduğu kesindir. Böyle bir politik özne, barış ve istikrar günlerinde serpilmeyi doğasına kazımıştır artık. Örneğin, cumhurbaşkanlığı seçim konjonktüründe, Demirtaş’ı desteklemeyi bir muhakeme konusu yapmaksızın önsel olarak kabul eden bir politik öznenin, katılımcı politikayı esas aldığı anlaşılmalıdır.
Kazanılmış ve güvencelenmiş bir devrimciliği olmayan bir politik örgütün, katılımcı politikayı esas alması, onun kazanılmış ve güvencelenmiş niteliğinin reformlar politikası olduğunu gösterir.
Buna karşılık, seçimlere katılmayacağını veya boykot yapacağını ilan eden politik öznelerin tutumları, politik katılımcılar tarafından, “apolitik” olmakla, “an’ın olanaklarını ıskalamak”la eleştirildi. Eleştiricilere göre, boykot ancak, “burjuva seçim sistemini süpürüp atmak” veya “seçim sandıklarını yakarak seçim yaptırmama” koşuluyla geçerli olabilirdi.
Bu yaklaşıma bakılırsa, boykotun koşulu etkili olmaktır. Boykot yapan özne, ülkesel bir güç olmasa da, eylemiyle konjonktürde ülkesel etki yapmalıdır. Ama politik katılımın da gerçekte aynı koşullara bağlı olduğu ıskalanıyor! Ne de olsa, bu alışkanlık sahiplerine göre, “normal” olan ve sorgulanması akla gelmeyen tarz, katılımdır. Seçimlere ve resmi politikaya katılarak, “bu politik andan ve kitlelerin politikaya ilgisinin arttığı koşullardan yararlanmak” dışında bir seçenek artık akla gelmiyor! Kadroların, militanların, kitle bağlarının resmi politikaya katılmayı, sorgulamaksızın derin bir kültür haline getirebileceklerinin riskleri düşünülmüyor.
Kıdemli reformist bazı sosyalist çevrelerin boykot tutumunu burada ihmal ediyor ve devrimci kökenli politik öznelerin boykot veya seçime katılmama tutumunu esas alıyoruz. Devrimciler tarafından ilan edilen boykot veya seçime katılmama tutumu, solun genelinin girdiği eğik düzleme bir itirazı ifade etmektedir. Ne katılmanın, ne de katılmamanın gerçek politik bir karşılığının yaratılabildiği bu koşullarda, katılmama tutumunu ifade eden devrimci politik özneler, akıntıya karşı bir politik iradenin temsilcisidirler ve bu tutum, kendi nesnel varlığı ve etkisinden daha büyük bir anlama sahiptir.
Boykotun Türkiye’de geçmişte ve içinde bulunduğumuz konjonktürde de etkin bir politik eylem olarak değil, gerçekte pasif ve görülemeyen bir “eylemsizlik” hali olarak uygulandığı doğru. Varlığı saptanamayan bir eylem! Seçime katılmama oranları arasında kaybolan bir nüans… Ama katılımcı politikacıların ülke politikasında boykotçuların etkisizliğinden fazla bir etki yaptığı da hiç görülmedi ve bu seçimde de görülmeyecek.
Öte yandan, süreğenlik kazanmış politik katılımla, bir politik özne, politik dili –ve giderek zihniyeti- ile topluluğunu resmi politikayla haşır neşir etmiş olacaktır. Bu süreci geriye çevirmek, etkisiz boykotun karşılaştığı sorunlarla boğuşmaktan daha zor olsa gerektir. Seçim sonuçlarını etkileyebilecek ve bu etkinin katılımcı sonuçlarını kaldırabilecek bir güce sahip olmadıktan sonra, seçime katılım, devrimci bir özne açısından gerçek anlam kazanmamış bir boykottan daha büyük sorunlara gebe olabilir.
Politik katılımın ve politik reddin her ikisinin de herhangi bir ülkesel etkiye sahip olmayacağı cumhurbaşkanlığı seçimi konjonktüründe tartışma, öyleyse, farklı bir tarzda yürütülmelidir. Seçime katılmayanlar bir fırsatı tepmemekte, katılanlar bir fırsatı değerlendirememektedir. Kazanılmış ve güvencelenmiş devrimciliğin, kazanılmış bir seçime kesin önceliği vardır.
Bu yazı neyi başaracaktır?
Bu satırların, Demirtaş’ı kritik eşiğe ulaştıracak veya düşmanlarımızın oy düzeyini düşürecek bir etki yaratması söz konusu değildir. Bu satırlar, düzeni reddetme eyleminin gözle görülür bir düzeye ulaşmasına da katkı yapamayacaktır.
Ama bu satırlar, dünyayı değiştirme eyleminin somut bir güce gereksinim duyduğuna, dünyaya sözle nizamat vermenin veya çok küçük topluluklarla dünyayı etkileme ve giderek dönüştürmenin mümkün olmadığına, her başlangıcın üç-beş kişiyle olduğuna ama üç-beş kişiyle kalan hiçbir sürecin menziline ulaşamayacağına ilişkin huzursuz edici bir duyarlık için işaret çakmışsa başarılı olmuş sayılacaktır.
Devrimci tutum, Demirtaş’a oy vermek ile sandığı tanımamayı görebilen dar bir açının izdüşümüdür.
Politik reddin, Kürdistan Hareketi yanında politik katılım kadar değerli olduğu bugün, devrimci bir varoluş ortaya koyamayanlar olarak, politik katılımı tercih ediyor ve Demirtaş’ın sandıkta desteklenmesi gerektiğini savunuyoruz.