Meriç GÖK yazdı: Camus’nün metinlerinde her zaman olduğu gibi Veba’da da kadınların neredeyse hiç yeri yoktur. Dr. Rieux’nün tüberküloz olan karısı, romanın başında sanatoryuma gider. Karısı evden ayrılınca annesi oğluna yardımcı olmak için gelir. Roman boyunca hemen hemen hiç konuşmaz; sessizce örgü örüp olayları bir tür tevekkülle karşılar. Roman boyunca adı geçmez; sadece ‘anne’ veya ‘Madam Rieux’dür.
Veba’da anlatıcı, romanda rolü olan bir kişi değildir; ancak romanın sonunda anlatıcının Dr. Rieux olduğu açıklanır. Bununla birlikte anlatıcının kişiliği ile Rieux’nün kişiliği örtüşmemektedir. Rieux’nün aksine anlatıcı romanın sonunu bilir; romanın başında kim olduğunu romanın sonunda açıklayacağını da bildirir; olayların çerçevesini tanımlar. Anlatıcı, Rieux’yü roman boyunca hep dışarıdan anlatır.
Ayrıca Rieux’nün roman boyunca yaptığı konuşmalar değer yargısı içermezken anlatıcı sık sık yorumlar yapar, alay eder ve değerlendirir; şehre ve halkına duyduğu antipati açıktır. Romanda zaman zaman anlatıcı olarak tuttuğu günlüklerle Tarrou’yu görürüz. Defterine kaydettiği bu notlar bazen doğrudan verilirken bazen de anlatıcı aracılığıyla aktarılır. Okura Rieux’yü betimleyen de Tarrou’dur.
Camus’nün Veba’da anlattığı, gerçekte Oran’da yaşanmış olan bir veba salgını değildir. Bundan dolayı Camus, romanın başında Daniel Defoe’den şu alıntıyı yapar:
“Bir çeşit mahpusluğu başka çeşit bir mahpuslukla düşünmek, gerçekte var olan herhangi bir şeyi gerçekte var olmayan herhangi bir şeyle düşünmek kadar akla yakındır.”
Böylece “194… da Oran’da…”diye başlayan romanda veba, salgın hastalık nedeniyle bir tür hapishaneye dönen şehrin ve bu şehirdeki insanların yaşamının bir alegorisidir. Romanın yazıldığı yıllardaki dünyanın durumu düşünüldüğünde ülkelerin koca bir hapishaneye dönüştüğü görülür. Nitekim yazarın yaşadığı Fransa, Nazi Almanya’sının işgalindedir. Camus o yıllarda tuttuğu günlüklerinde bunu açıkça ortaya koyar:
“Veba’nın hepimizin çektiği boğulmayı ve içinde yaşadığımız tehdit ve sürgün atmosferini ifade etmesini istiyorum. Ayrıca bu yorumu genel olarak Varlığa genişletmek istiyorum.” (Camus, Albert (1997): Tagebücher 1935-1951. Reinbek: Rowohlt, s. 252.)
Camus’nün metinlerinde her zaman olduğu gibi Veba’da da kadınların neredeyse hiç yeri yoktur. Dr. Rieux’nün tüberküloz olan karısı, romanın başında sanatoryuma gider. Karısı evden ayrılınca annesi oğluna yardımcı olmak için gelir. Roman boyunca hemen hemen hiç konuşmaz; sessizce örgü örüp olayları bir tür tevekkülle karşılar. Roman boyunca adı geçmez; sadece ‘anne’ veya ‘Madam Rieux’dür. Camus’nün annesinin de sağırlığa yakın bir işitme kaybı olduğu düşünüldüğünde Madam Rieux’nün , “ yazarın hayatındaki tek önemli kadının sessiz bir anıtı”, (Iris Radisch, Camus. Das Ideal der Einfachheit. Eine Biographie. Rowohlt, Berlin 2013), yani büyük ölçüde Madam Camus olduğu söylenebilir.
“Rieux, onu (Tarrou) beklerken, yemek odasında bir iskemlede oturan sessiz, durgun annesine bakmaktaydı. Ev işlerini bitirdiği zaman, annesi gidip hep oraya otururdu. Ellerini dizleri üstünde birleştirir, beklerdi. Rieux, beklediği kimsenin kendisi olduğundan bazen şüpheye düşerdi. Fakat, eve gelir gelmez annesinin yüzünde bir şeyler değişiveriyordu. Çalışarak geçirilmiş bir hayatın verdiği o sessiz halinden birden kurtulup canlanıveriyordu. Sonra yeniden kendini sessizliğe bırakıyordu.( s. 120.)
Ayrılık, âşıkların, eşlerin ayrılığı da romanın temel izleklerinden biridir. Diğer roman kahramanları da eşlerinden ya da sevgililerinden ayrıdır. Tarrau ve Cottard yalnızdır. Bir Cizvit papazı olan Paneloux da zaten yalnızdır. Gazeteci Rambert, sevgilisinden ayrıdır, memur Grand, kendisini terk eden eşinden yıllardır ayrı yaşamaktadır. Yani roman kahramanları da Cezayir ve Fransa işgal altındayken Cezayir’deki eşinden ayrı kalan Camus gibi eş ve sevgililerinden ayrıdırlar. Şehrin dünyaya kapatılması, eş ve sevgililerin birbirine kavuşmasını da kesin olarak engeller:
“Kapıların kapanmasının en dikkate değer sonuçlarından biri de, buna kendilerini hiç hazırlamamış insanların kesin şekilde birbirlerinden ayrı düşmeleriydi. Analar, çocuklar, eşler, sevgililer birkaç gün önce bu ayrılığın geçici olacağını sanmışlardı. Birkaç hafta geçmeden kavuşacaklarına inanmış, yalnız insanlarda görülen o budalaca güvene kendilerini kaptırmış, varlığına alıştıkları kişinin gitmesinin pek farkına bile varmadan, birdenbire çaresiz bir şekilde ayrılmış olduklarını, buluşmak veya haberleşmek imkânlarından da yoksun kaldıklarını görüvermişlerdi.” (s. 66.)
Oran şehrinde tüm önlemlere rağmen salgının yayılması üzerine idare tecrit kampları kurar. Belediye stadı da tecrit kampına dönüştürülür. Bu kamplarla Nazilerin toplama kamplarına gönderme yapıldığı çok belirgindir.
“Şehrin içinde de vebaya bulaşmış bazı mahalleleri tecrid etmeye karar verdiler. Ancak hizmetlerinden vazgeçilmeyecek kimselerin dışarı çıkmasına izin veriliyordu.” (s. 164.) “Madam Othon’la küçük kızı, Rambert’in idaresindeki karantina yurduna yerleştirileceklerdi. Fakat sorgu yargıcı için orada yer yoktu, ancak belediye meydanında valiliğin Yollar idaresinden ödünç aldığı çadırlarla kurdurmakta olduğu tecrit kampında yer vardı.” ( s. 204.)
“ Gerçekten Tarrou’nun notlarında, Rambert’le birlikte, belediye stadyumunda kurulmuş bir kampa yaptıkları ziyaret anlatılmaktadır. Stadyum, hemen hemen şehir kapılarının yanında bulunuyordu. Bir yanı tramvayların geçtiği caddeye, öteki yanı şehrin, üzerine kurulmuş olduğu yaylanın kenarındaki bomboş topraklara bakıyordu. Etrafı, yüksek çimento duvarlarla çevrilmiş, kaçmaları imkânsız hale getirmek için, dört giriş kapısının önüne nöbetçiler koymak yetmişti. Bunun gibi, dışarıdaki insanların da karantinaya alınmış mutsuzları kendi meraklarını tatmin için rahatsız etmelerine bu yüksek duvarlar engel oluyordu. Buna karşılık, içerdekiler, gün boyunca bir şey görmeden, geçen tramvayların gürültüsünü duyuyorlar ve dışarıdaki insanların, işlerine gidip gelirken çıkardıkları o büyük uğultuyu hissediyorlardı.” (s. 230.)
Artık cesetlerin toplu olarak çukurlara gömülmesiyle de baş edilemediğinde çare fırınlar olur.
“Vilâyetçe, arazi sahiplerine haklarından tamamıyla vazgeçmeleri bildirilen bir istimlâk kararnamesi yayınlandı. Geriye kalan ölüler fırınlarda yakılmaya gönderildi. Çok geçmeden vebadan ölenleri de cesetleri yakmaya mahsus fırınlara yollamak gerekti. Fakat bu iş için şehrin doğusunda, şehir kapılarının dışındaki eski fırını kullanmak gerekiyordu. Muhafız kıtalarını daha geriye aldılar, bir Belediye memuru da tramvayların bu işte kullanılmasını tavsiye ederek yetkili makamların işini kolaylaştırdı. Arabaların içindeki kanapeler kaldırıldı, baladözler ve motrisler konuldu, tramvay raylarının yönünü fırın tarafına çevirdiler, böylece bir hatbaşı kurulmuş oldu.
Bütün yaz, sonbahar yağmurları altında, havai hatların uzunluğunca, içinde insan bulunmayan esrarengiz tramvay kafilesinin gece yarılarında, akisleri denize düşerek geçişleri görülüyordu. Şehir insanları bunların ne olduğunu anlamakta gecikmemişlerdi. …
Sabaha doğru, daha çok şafak sökerken, yoğun ve iç bulandırıcı bir duman, şehrin doğu mahallelerinin üstünde yayılıyordu. Bütün doktorların kanaati, bu iğrenç kokuların kimseye zararı dokunmayacağı idi.” (s. 173.)
Romanın bu bölümlerinde bir parça tarih bilinci olan okurun gözünde Eichmann tarafından Berlin garından, Zyklon-B gazının kullanıldığı Auschwitz-Birkenau fırınlarına yolcu edilen binlerce insanın yaşadığı trajedinin canlanması zor olmasa gerek. (Bu bağlamda bir kitap ve bir film tavsiyesi: Savaş suçlusu olarak yargılandığı Tel-Aviv duruşmalarında savaş sırasında Berlin’den ölüm kamplarına yapılan ‘nakliyatın’ (‘deportasyonun’) baş sorumlusu olduğu halde kendisini âdeta Berlin tren istasyonunun bir hareket memuru veya kondüktörüymüş gibi gösteren Eichmann’ın anlatıldığı Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı ile Zyklon-B gazının peşine düşen bir Alman subayının hikâyesinin anlatıldığı Costa Gavras’ın sık sık uzaktan gösterilen, dolu gidip boş dönen trenlerin — film renkli olduğu halde — o unutulmaz siyah-beyaz görüntüleriyle Amen filmi burada şiddetle tavsiye edilir.)
Dr. Rieux’nün hekim olarak örnek davranışıyla romanın merkezinde olmasından hareketle Veba’nın bir hekime övgü olarak okunmasının son derece yüzeysel bir okuma olduğunun belirtilmesinin — bu yazıda— sanırım zamanı geldi. Böyle bir okuma, her şeyden önce Camus’nün romanına çok isabetli şekilde ad olarak uygun bulduğu bu tek sözcüğün metaforik niteliğine tüm roman boyunca yapılmış olan sayısız göndermenin göz ardı edilmesi demektir. Kaldı ki Camus’nün ne tıp mesleğinin övülmesi ne de Dr. Rieux’nün hekim olarak yüceltilmesi gibi bir derdi de olamaz. Rieux, romanın kahramanıdır, ana karakteridir; fakat Camus tarafından asla kahramanlaştırılmamıştır. Bunu Tarrou’nun Rieux’yle yaptığı romanın en uzun diyalogundan da anlamak mümkündür. Burada Tarrou felâkete maruz kalan kurbanları kurtarmaya çalışan bir üçüncü gruptan söz eder ki, kendisinin de dâhil olduğu bu grup kesinlikle sadece doktorlardan oluşmaz. Rieux’nün çevresinde dayanışma duygusu nedeniyle salgından olabildiğince insanın hayatını kurtarmak için Tarrou’nun inisiyatifiyle oluşturulan sivil sağlık örgütünün çoğu üyesi de doktor değildir.(Camus, kahraman biri varsa o da belediyede küçük bir memur olan Grand’dır dedirtir, anlatıcı-Rieux’ye.) Romanda Dr. Rieux’nün merkezde olmasının tek nedeni, Camus’nün seçtiği metaforun fiziksel bir hastalık olmasıdır. Camus için önemli olan, halkın maruz kaldığı bir felâkete —bu toplumsal veya doğal olabilir — karşı insanların, tüm imkânlarını sonuna kadar kullanarak karşı çıkmasıdır. Koşullar ne kadar umutsuz olursa olsun kötü durumlara karşı dayanışma içinde mücadele edilmesidir. Bu nedenle Camus, salgın, felâket ve hastalık sözcüklerini romanında çok sık kullanır.
Dördüncü bölümün sonunda yaşlı astım hastasının iki sağlıklı farenin koşuştuğunu gördüğünü büyük bir sevinçle bildirmesi, aynı zamanda salgının sonunun geldiğinin de habercisidir. Ancak Rieux için bu durum, vebanın zamanı gelince bir gün farelerini uykularından kaldırıp tekrar “mutlu bir şehre ölmeye” tekrar göndermeyeceği anlamına da gelmez.
Romanın sonunda Dr. Rieux, — burada da üçüncü şahıs anlatıcı konuşur — yaşlı astım hastasını mutat ziyaretinden sonra, ilk olarak o gece, bu hikâyeyi yazmayı düşünür.
“ … Susanlardan biri olmamak, bütün bu vebalıların lehine tanıklık etmek, onlara karşı gösterilen şiddetin ve haksızlığın hiç değilse bir anısını bırakabilmek; sadece felâketlerin içinde öğrenilen bir şeyi söyleyebilmek için bunu yapmalıydı: Kişioğlunda hor görülecek şeylerden çok hayran kalınacak şeyler vardı.” ( s. 299. )
Camus bu romanı için 1941 yılında başlayan ve yaklaşık beş yıl süren bir çalışma yapmıştır. Bu süre içinde pek çok edebi ve tarihi kitap okuyarak notlar almıştır. Yararlandığı bu kaynaklar, romanında açık ve dolaylı olarak görülmektedir. En çok yararlandığı kaynaklardan biri de tüm dünyada olduğu gibi bizde de Robinson Crusoe romanıyla ünlenen Daniel Defoe ve onun 1665 Londra salgınını anlattığı Veba Yıllığı Günlüğü’dür.
Defoe’nun günlüğünde kahraman-anlatıcı, herkesin şehri terk ettiği bir ortamda gitmekle kalmak arasında bocaladığını ve bu konuda yaşadığı ikilemi anlatır. Bekâr bir eyer imalatçısı olan anlatıcı şehirden ayrılmak için yaptığı birkaç başarısız girişimden sonra her şeyi bırakıp gitmeyi göze alamaz ve kalmaya karar verir. Defoe’nun anlatıcı-karakterinin bu hikâyesi Camus’nün Veba’sındaki gazeteci Rambert’in hikâyesine çok benzemektedir.
Defoe, Londra salgını sırasında ortaya çıkan çeşitli algıları anlatırken bunlardan birinin de hastalığın Tanrı tarafından bir ceza olarak gönderilmiş olduğudur. İnsanlar aynı zamanda kehanetlere, astrolojik uydurmalara, rüyalara ve fantastik kimi hikâyelere daha düşkün hale gelirler. İnsanları dehşete düşüren kitaplar yayınlanırken sahte ilaçlarla umut tacirliği yapılır.
Camus’nün Veba’sında da benzer sahneler vardır.
“Katolik kilisesi ermişlerinin veya kâhinlerin vaktiyle göstermiş oldukları çeşitli kehanetleri yazan kitaplar elden ele dolaşıyordu.” (s. 213.)
“ … Fakat halk tarafından en çok tutulanlar, karanlık bir dille yazılmış, her biri şehrin yaşamakta olduğu olaylar dizisine uyan haberler verenler ve belirsizliği ile de her çeşit yoruma elverişli bulunanlardı. Nostradamus ve Azize Odile, her gün başvurulan kâhinlerdi. İnsanlar onlardan istedikleri sonuçları çıkarabiliyorlardı. Bütün kehanetler gibi bunlar da insanlara güven verici cinstendi. İçlerinde vebadan başka her şeyden bahis vardı.” ( s. 214.)
(Devam edecek)