İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden Doç. Dr. Cihan Erdönmez’le Türkiye’deki ormancılık politikalarına, korunan alan statülerinin önemine, işleyişine, bu alandaki yasal düzenlemelere dair konuştuk. Erdönmez, koruma alanı statülerinin ekolojik dengenin korunmasında en önemli araçlardan olduğunu ifade etse de Türkiye’deki işleyişin bu hedefin çok gerisinde olduğunun altını çiziyor. Koruma alanı statülerinin kimi zaman tamamen kaldırıldığını, kimi zaman alan daraltıldığını, kimi zaman da statü değiştirildiğini hatırlatan Erdönmez, bu yolla bu alanların ranta açıldığını ifade etti.
Erdönmez bu süreçte 2018 yılına özel olarak dikkat çekiyor. Doğal alanlara yönelik saldırılar açısından 2018 yılının bir dönüm noktası olduğunu ifade eden Erdönmez, o yılki Dünya Orman Günü kutlamalarının sloganının “İnsan için orman, ekonomi için orman” olmasının da bunun göstergelerinden biri olduğunu belirtiyor.
“Korunan alanlarla yetinmemek lazım”
Milli parklar, doğal sit alanları gibi statüleri ekolojik dengenin korunması açısından nasıl değerlendirirsiniz? Etkili mi, yeterli mi, daha iyi olması açısından ne yapılması gerek?
Milli parklar, sit alanları, tabiat koruma alanları, Ramsar alanları, bunların hepsine birden korunan alanlar deniliyor. Bunlar tabii ekolojik dengelerin korunması, ekosistemin korunması açısından çok büyük öneme sahipler. Teorik olarak konuşuyorum şu anda, Türkiye’de nasıl işlediğine ilişkin fikirlerimi de söyleyeceğim. Çünkü bu tür korunan alanlar şu ya da bu şekilde insan kullanımlarının sınırlandırıldığı ve ekolojik sistemleri, ekosistemleri koruma amacının daha ön planda tutulduğu alanlar. Tabii her bir korunana alan statüsü insan kullanımlarını farklı ölçülerde sınırlandırıyor. Mesela bizde Milli Parklar Kanunu’na göre tabiatı koruma alanlarında bilimsel araştırma ve eğitim dışında hiçbir insan kullanımı söz konusu olamıyor. Yani çok katı bir koruma statüsü. Ama milli parklarda otel bile işletilebiliyor uygun planlamaya göre. Dolayısıyla her bir korunan alan statüsü kendi içerisinde doğayı ne derecede koruduğu farklı farklı değerlendirilebilir.
Bunun ilk örneği 1872de Yellowstone Milli Parkı’dır Amerika’da, onunla başlamıştır. Türkiye’deki ilk örneği de 1950 Belgrad Muhafaza Ormanı’dır, İstanbul’daki. Adından da anlaşılabileceği gibi doğanın, doğal değerlerin, ekolojik değerlerin, ekosistemlerin, türlerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin daha iyi bir şekilde korunabilmesi amacıyla bu tür alanlar tesis edilmiştir.
Fakat günümüzde doğayı koruma faaliyetlerini korunan alanlara indirgemek mümkün değil. Yani korunan alanlarda biz belirli yerleri koruyalım, korunan alan statüsü olmayan alanlarda da her istediğimizi yapalım anlayışının uygun olması mümkün değil. Yani korunan alanlarda daha katı bir koruma statüsü, koruma ağı olmasına rağmen, korunan alan statüsünde olmayan diğer orman alanlarımızı da çok iyi korumamız gerekiyor. Sadece korunan alanlarda statüsüne göre koruma işlevi insanların yararlanma işlevinden, örneğin korunan alanlarda, korunan orman alanlarında odun üretimi yapılmıyor, yapılmaması gerekiyor. İşte rekreasyonel faaliyetlere milli parklarda ya da işte tabiat parklarında sınırlı ölçüde izni veriliyor. Özetle korunan alanlar; milli park olur, tabiat koruma alanı olur, doğa siti olur, Ramsar alanı olur, muhafaza ormanı olur, değişik statüdeki korunan alanlar doğa koruma mücadelesinde elimizdeki en önemli enstrümanlar.
Fakat bununla yetinmemek lazım. Yani bir korunan alan statüsü olmayan yerlerdeki doğal yapıları, doğal kaynakları, ekosistemleri de mümkün olduğunca iyi korumak lazım. Yani bütün koruma amacını korunan alanların sırtına yükleyemeyiz. Bununla başarıya ulaşmak mümkün değil.
Öbür taraftan korunan alanlarda işler yeterince iyi yapılıyor mu? Gerçekten koruma amacı sağlıklı bir şekilde yerine getirilebiliyor mu diye sorarsak buna tabii ülke, bölge ve hatta aynı ülkedeki değişik değişik korunan alanlar bazında farklı yanıtlar vermek mümkün. Yani her yer için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Ama Türkiye’de genel anlamda bizim korunan alanlarda yönetim yetkinliğinin değerlendirilmesi dediğimiz bir araştırma metodolojimiz var. Yani korunan alanları ne derece yönetiyoruz ve koruma amacına ne derece ulaşabiliyoruz. Buna baktığımız zaman maalesef Türkiye’deki korunan alanların genel anlamda çok iyi yönetildiğini söylemek mümkün değil.
Bunun değişik nedenleri var. Birincisi, Türkiye’nin hemen hemen bütün doğal ve kültürel değerlerin üzerinde olduğu gibi korunan alanlar üzerinde de korkunç bir ekonomik yararlanma baskısı var. Yani korunan alanlar, adı korunan olmasına rağmen ekonomik kazanç sağlama alanları haline dönüşüyor. Bu çok önemli. Bu ekonomik kazanç sağlama isteği, belirli lobiler tarafından siyasete yönlendiriliyor, siyaset de ülkenin ekonomik durumu zaten son derece kötü olduğu için bu baskıyı olduğu gibi korunan alanları yönetmekle yükümlü olan organlara baskı kuruyor. Mesela orman korunan alanlarını Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü yönetiyor. Muhafaza ormanlarını Orman Genel Müdürlüğü yönetiyor. Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın yönettiği korunan alanlar var. Lobilerden siyasete, siyasetten bu kamu kurumları üzerine korumadan taviz vererek birtakım ekonomik faaliyetlere izin vermek doğrultusunda yoğun bir baskı var. Bu baskı öyle bir noktaya geldi ki, artık en son Seyfe Gölü koruma alanında olduğu üzere, korunan alanların sınırlarının daraltılması örnekleriyle karşılaşmaya başladık maalesef. Özet olarak bir cümle ile toparlarsam, korunan alanlar doğal koruma açısından en önemli enstrümanlar. Ama sadece korunan alanlarda koruma yaparak küresel hedeflere ulaşmak mümkün değil. Diğer alanlarda da koruma amacını yönetime çok iyi entegre etmemiz lazım. Özel olarak Türkiye’de ise korunan alanların çok iyi yönetildiğini ve koruma amacına çok iyi bir şekilde ulaşıldığını söylemek mümkün değil.
Kanayan yaramız 2B
Son dönemde korunan alanlarının sınırlarının daraltılması, orman sınırından çıkarılma gibi kararları daha sık görmeye başladık. Bu kararların yasal-hukuki zemini ve doğaya etkileri açısından ne söyleyebilirsiniz?
Orman sınırları dışarısına çıkarılma uygulamalarından bahsedeyim. Bizim zaten ormancılık mevzuatımızda 1973 yılından beri bir 2B gerçeği var. Kamuoyunda 2B olarak bilinen 6831 Sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesine eklenen B bendi. Bu bent 1973 yılında eklendi ve bu eklenen bende dayanılarak 1973 yılından bugüne kadar yaklaşık 700 bin hektar civarında orman alanı orman sınırları dışına çıkarıldı. 2012 yılından itibaren 2B ile orman sınırı dışarısında çıkarılan alanlar, benim işgalciler dediğim ama kanunda “hak sahipleri” denilen kişilere ya da kurumlara satılmaya da başlandı. Yani ormandan arsa yaratılmış oldu.
Bu zaten ormancılığımızın kanayan bir yarasıydı. Kısa sürede orman kadastro bitince, yaklaşık 10 yıl süreceği tahmin ediliyordu, 2B çalışmaları da bitecek diye düşünüyorduk. Maalesef 2016 yılında Orman Kanunu’na ek madde eklendi, 16. madde. Bu madde, bize ve bizim temasta olduğumuz hukukçulara göre kesinlikle Anayasa’ya aykırıydı. Ana muhalefet partisi Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ama Anayasa Mahkemesi oy birliğiyle bu maddenin Anayasa’ya aykırı olmadığına karar verdi. Böylece bizim orman mevzuatımıza yeni bir orman sınırları dışına çıkarılması uygulaması girdi. Bu madde ile bugüne kadar yaklaşık 3 bin 500 hektarlık orman alanı orman sınırları dışına çıkarıldı. Bunlar da çoğunlukla kent yakınlarında yapılaşmaya açılmış ya da yapılaşmaya açılmaya uygun olan alanlardı.
2B gibi kanayan bir yaramız varken, bu ek 16. madde geleceğimize yönelik tehdit haline dönüştü. Çünkü 2B’nin bir zaman eşiği vardı. 31.12.1981 öncesinde orman niteliğini kaybetmiş alanlar diyordu. Dolayısıyla bu tarihten sonra işgal edilmiş orman alanlarının 2B maddesiyle orman sınırları dışına çıkarılması kanunen mümkün değildi. Ek 16. madde ile bu da mümkün hale geldi. Hatta yapılaşmaya açılmasa bile, “fiilen orman niteliği taşımayan, taşlık-kayalık” şeklinde ormancılık biliminde hiç yeri olmayan bir ifade var burada. Bilimsel olarak, taşlık-kayalık ya da üzerinde ağaç olmayan yerler de ormandır. Biz boşluklu kapalı orman deriz. Kanunen de orman alanıdır bu alanlar. Ormancılık bilimiyle taban tabana zıt bir şekilde bazı alanların sınırsız gaspı var. Ne tarih eşiği var ne alan eşiği var. Önümüzdeki süreçte 100 binlerce hektar orman alanı daha orman sınırları dışına çıkarılabilir hale geldi.
9 milyon hektar orman tehdit altında
2B ile çıkarılan 700 bin hektar, ek madde 16 ile çıkarılan 3 bin 500 hektar olunca, ek madde 16 çok da mühim değilmiş gibi görünüyor. 2B’nin artık bu açıdan işlevselliğinin bitmeye yüz tuttuğunu ama ek madde 16’nın 9 milyon hektar orman alanını tehdit ettiğini görüyoruz. Zaten toplam orman alanı da 23 milyon hektar. Yani orman alanlarının yüzde 40’ına tekabül ediyor. Bu tabii ki bu kadar büyük bir alan önümüzdeki 3-5 yılda orman sınırı dışına çıkarılacak anlamına gelmiyor. Ama bu kapı açıldı.
Açılan kapıyla ilgili değerlendirme yapma yetkisi de sadece Cumhurbaşkanı’nın. 9 milyon hektar ormanın geleceği bir kişinin inisiyatifinde. Bugüne kadar 3 bin 500 hektar alan için kullanıldı ama önümüzdeki bir yıl içinde 50 bin, 100 bin hektar alan için kullanılmasının önünde bir engel yok. Yeter ki bir kişi istesin. Bu çok vahim bir durum.
Korunan alanlara sınır daraltması ise tamamen keyfi bir uygulama. Eskiden böyle şeyler Bakanlar Kurulu kararıyla olurdu. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçtikten sonra Bakanlar Kurulu’nun hemen hemen bütün yetkileri Cumhurbaşkanlığı’na verildi. En son Seyfe Gölü Tabiatı Koruma Alanı, yaklaşık 12 bin hektardan 5 bin hektara düşürüldü. Yarısından fazlası tabiatı koruma alanında çıkarıldı.
Tabiatı koruma alanı bizim en katı korunan alan statümüz. Milli Parklar Kanunu, tabiatı koruma alanı için diyor ki; “bilim ve eğitim bakımından önem taşıyan, nadir, tehlikeye maruz kalan veya kaybolmaya yüz tutmuş ekosistemler, türler ve tabii olayların meydana getirdiği seçkin örnekleri ihtiva eden, mutlaka korunması gerekli olup sadece bilim ve eğitim amaçlarıyla ayrılmış tabiat parçalarıdır.” Ne kadar güçlü bir ifade. Bir yeri tabiatı koruma alanı ilan etmek çok zor. Onun için zaten Türkiye’de sadece 31 tane var.
Seyfe Gölü’ne ne olacak?
Seyfe Gölü örneği üzerinden gidelim. Bu kadar hassas bir ekosistemin birdenbire 12 bin hektardan 5 bin hektara düşürülmesine karşı her aklı başında insan şu soruları sorar:
- Statüsü değiştirilen 7 bin hektar alan korunmaya layık değilse daha önce niye 1990 yılında tabiatı koruma alanı ilan edildi
- Bu kadar hassas bir alansa şimdi neden korunan alan statüsü dışına çıkarılıyor?
Bu ekosistemin özelliklerinden birkaç örnek vereyim:
- Seyfe Gölü Tabiatı Koruma Alanı içerisinde 52’si endemik olmak üzere 388 bitki taksonu var.
- Bu göle kuş cenneti deniyor. 187 kuş türü yaşıyor. Dünyanın en büyük flamingo topluluklarından biri burada yaşıyor, yaklaşık 321 bin flamingodan oluşan bir topluluk bu.
- 480 bin ördek yaşıyor.
Seyfe Gölü sadece tabiatı koruma alanı değil, aynı zamanda birinci derece doğal sit iken, birinci derece doğal sitin bir kısmı nitelikli doğal koruma alanına veya sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanına dönüştürülmüştü zaten. Doğal sit açısından koruma kriterleri bayağı zayıflatılmıştı. Şimdi tabiat koruma alanı sınırları da daraltılarak alan bütünüyle korumanın tamamen unutulduğu ve insan kullanımına açıldığı bir alana dönüştü.
Bir de işin nedenlerine bakalım. Basında yer alan haberlere baktığımızda bunun altın madenciliğine fırsat tanımak için yapıldığı söyleniyor. Bu da durumu bir kat daha vahim hale getiriyor. Elinizde dünya çapında ender bir doğal alanınız var. Yüzlerce bitki, kuş, 321 bin flamingo, 480 bin ördek orada yaşıyor. Biyolojik çeşitliliğin önemini artık anlatmaya bile gerek yok. 3-5 sene altın madenciliği yapmak için bu alanı gözden çıkarabiliyorsunuz.
Buna benzer uygulamalar daha önce de yapıldı. Tekirdağ-Kırklareli il sınırında Kasatura Körfezi Tabiatı Koruma Alanı’nda alan daraltması yapıldı. Gelibolu Yarımadası Milli Parkı, milli park statüsünden çıkarıldı, alan başkanlığına dönüştürüldü. Alan başkanlığı dünyada hiçbir karşılığı olmayan bir korunan alan statüsü ki, korunan alan olduğunu da kabul etmiyoruz. Daha iki sene önce Uludağ Milli Parkı’nın 2 bin hektarlık kısmı milli park statüsünden çıkarılıp alan başkanlığına dönüştürüldü. Milli parklarda mutlak koruma zonu dışında otel bile yapılabiliyor. Ama bu bile yeterli gelmediği için korunan alan statüleri değiştirilerek, uydurma statüler yaratılarak bu alanlar daraltılıyor.
Tabiat parkları neden yaygınlaşıyor?
Bu arada tabiat parkları yaygınlaşıyor. Tabiat parkları, resmi olarak korunan alan olarak görünse de lunaparktan farksız, bütünüyle insan kullanımlarına açık, koruma önceliğinin dikkate alınmadığı alanlar. Eskiden orman içi mesire yeri denilen, orman içi dinlenme alanı denilen alanlar, bir gecede tabiat parkına dönüştürüldü. Tabiat parklarının sayıları da şöyle: 2010’da 40 tabiat parkı varken 2020’de bu sayı 250’ye çıktı. Bunlar da 2012’de bir gecede orman içi dinlenme yerinden tabiat parkına dönüştürüldü. Bunların bir koruma değeri yok. Pek çok tabiat parkı işletmecilere veriliyor. Orada günübirlik piknik düzenlemeleri yapılıyor.
Artvin’de Reşit Kibar’ı kaybettik. Benzer bir uygulamaydı orası da. Orayı da orman parkına dönüştürmeye çalışıyorlardı. Tabiat parkları da aynı öyle bir şey. İşletmecilere veriyorlar. İşletmeciler restoran yapıyor, gazino yapıyor, akıllarına gelen her şeyi yapıyorlar. Orman Genel Müdürlüğü ve Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün de o planları onaylaması gerekiyor tabii ama onlar da bir şekilde onaylıyor. Örneğin şu sıralar Heybeliada’da bir tabiat parkında plaj ve konaklama tesisi yapılıyor. Ağaçlar kesiliyor. Tabiat parklarının adından başka hiçbir yeri korunan alan değil.
Türkiye’de son dönemde korunan alanların sınırları daraltılıyor, bazılarının statüsü kaldırılıyor, bazılarının statüsü değiştiriliyor. Buradaki motivasyon büyük ölçüde siyaseten ve ekonomik olarak güçlü kişilere para kazandırmak, bir ölçüde de zayıf Türkiye ekonomisine gelir sağlamak. Açıklanabilecek hiçbir neden yok.
Rant için orman
Bu amaç da gizli değil. Her sene 21 Mart, Dünya Orman Günü olarak kutlanır. 2018 kutlamalarında slogan “İnsan için orman, ekonomi için orman”dı. 2018’den sonra gerçekten de radikal bir değişiklik oldu. Madencilik, turizm, enerji izinleri, aşırı odun üretimi, ek 16. maddenin çıkarılması 2018’den sonra oldu. Ormancılık bilimi “Yaşam için orman” derken, Türkiye’deki ormancılık politikaları “İnsan için orman, ekonomi için orman” dedi. Aslında insan için orman da değil. Halkın genelinin menfaatine bir durum olsa insan için orman diyebilirsiniz ama bu düzenlemelerin tamamı toplumun çok küçük bir bölümüne ekonomik menfaatler sağlamaya dönük olarak yapıldı. Rant için orman denebilir aslında.
Son dönemde koruma alanlarının sınırlarının daraltılmasının iktisadi ve politik gerekçeleri hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Bilimsel anlamda politika, toplumun ihtiyaçlarıyla kaynaklar arasında denge kurmayı sağlar. Bilimsel anlamda politik bir gerekçe yok o yüzden. Ama gündelik siyaset açısından politikayı ele alırsak, şu anda Türkiye’de iktidarı elinde tutan politik aktörler, iktidarlarını belirli gruplarla dayanışma içinde yürütüyorlar. Belirli ekonomik gruplarla belirli siyasi gruplar sırt sırta yürütüyor. Bu anlamda siyasi parti programları açısından bir anlamı var. Yani siyasi iktidar birilerine ekonomik alan yaratacak. O birileri de iktidarı destekleyecek. Böyle karşılıklı bir ilişki var; siyaset ve ticaret olarak. Bunun bir de ibadet boyutu var. Ama buranın konusu değil tabii şu an.
Bilimsel anlamda bu uygulamaların politikada bir yeri yok. Ama gündelik kısır politik dengeler içerisinde çok anlamlı. Çünkü hükümet iktidarını ancak bu şekilde sürdürebiliyor.
Ekonomi açısından bakıldığında, ülke ekonomisinin kötü olduğunu görmek için ekonomist olmaya gerek yok. Tıpkı hukuk sisteminin yerle bir olduğunu görmek için hukukçu olmaya gerek olmadığı gibi. Benim gördüğüm kadarıyla ekonomi o kadar kötü durumda ki, para gelsin de nereden gelirse gelsin durumundayız. Geçmişte özelleştirmeler yapıldı, şimdi tasarruf tedbirleri deniyor. Satılacak bir şey kalmadı şu an. Satılacak bir şey kalmayınca kalanlara ne yapılır diye bakılıyor. Ormanlar, korunan alanlar satılamıyor. Satılamıyorsa nasıl kullandırtabiliriz, nasıl oradan hem birilerine rant sağlayıp hem de ekonomiye katkı sağlarız diye düşünülüyor. Son 7-8 yılda bu düşünce biçimi daha da ağır basmaya başladı. Korunan alanlar, orman alanları, kıyılar, sulak alanlar, Ramsar alanları ranta açılmış durumda.
“Halk ormanı devletten korur hale geldi”
Türkiye’de önümüzdeki döneme dair ne söyleyebilirsiniz? Bu konuda mücadele yürüten doğa savunucularını ve köylüleri ne bekliyor?
Bütün şartların zorlaşacağını düşünüyorum. Doğaya yönelik saldırıların, ben saldırı olarak görüyorum bunları, artacağını tahmin ediyorum. Saldırı kavramını biraz açayım: Ormandan odun kesersin ama aşırı odun kesimi saldırıdır. Ormanda eğlenilebilir, piknik yapılabilir. Bunun ormancılık biliminde yeri var ama bu düzenlemeler ormanın dengelerine zarar verecek noktaya gelirse bu saldırıdır.
Doğa koruma mücadelesi artık can pahasına yürütülen bir mücadeleye dönüştü. Maalesef insanlar canıyla, kanıyla bunun bedelini ödeyebiliyor. Reşit Kibar, Ali ve Aysin Büyüknohutçu bunların örnekleri. Üzülerek söylüyorum, bu daha da artacak.
Muhalefet partileri de dahil olmak üzere, bütün siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları radikal bir düşünce değişikliğine gitmek zorunda. 1937 yılında çıkarılan Orman Kanunu, açık konuşmak gerekirse ormanı halktan korumaya çalışıyordu. 1980’lerden itibaren halk ormanı devletten korumaya çalışıyor. Eskiden devlet ormanı halktan koruyordu, halk ormanı devletten korur hale geldi.
Sadece iktidar partilerini, yönetme erkini elinde bulunduranları düşünmek yeterli olmaz. Muhalefet partilerinin de doğru düzgün bir doğa koruma politikası yok. Büyük bir orman yangını ya da doğa felaketi olmadıkça doğa ile ilgili sorunlar muhalefet partilerinin akıllarına bile gelmiyor. Dolayısıyla bütün siyasi partilerin, meslek örgütlerinin, işçi ve işveren örgütlerinin, akademinin var gücüyle sesini çıkarması gerekir.