“Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız.
Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar
ve en az onun kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.
Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan
ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit
bu istikamette çalışacağız!” [1]
31 Mart yerel seçimlerinin üzerinden yaklaşık iki aya yakın bir zaman geçti. Bu seçimler, 14 Mayıs ve 28 Mayıs genel ve Cumhurbaşkanlığı secimlerinde haklı olarak büyük moral bozukluğu yaşayan Türkiye’nin sosyalist, sol ve genel olarak demokrat kamuoyunda umutların yeşermesini sağladı. Her ne kadar yerel seçim de olsa, Türkiye’de kendini programatik anlamda solda tanımlayan partilerin oy toplamı yüzde 40’ın üzerine çıktı. CHP 1977 genel seçimlerinden 47 yıl sonra ilk defa birinci parti oldu ve Türkiye ekonomisinin üretiminin yüzde yetmişinden fazlasının gerçekleştiği büyük şehirlerde belediye başkanlığını kazandı.
Seçimlerde önemli kadroları cezaevinde olan ve devletin baskısını sürekli üzerinde hisseden DEM partinin de daha önce kayyum ile elinden alınan belediyeleri büyük ölçüde geri kazanmış olması ve bir önceki yerel seçimlere göre oyunu az da olsa arttırmış olması koşullar dikkate alındığında azımsanmayacak bir başarıdır. Seçimlerin hemen akabinde % 56 gibi bir oyla ve en yakın rakibine iki kat fark atarak kazanılan Van Belediyesi’ne iktidarın bildik ayak oyunlarıyla el konulmasının demokratik Kürt kamuoyunun ve sosyalistlerin sokakta direnmesinin yanı sıra, CHP’nin de yüksek perdeden net karşı koymasıyla engellenmesi, seçimlerden sonra oluşan iyimserliğin daha da artmasını sağladı. Buna bir de 1 Mayıs kutlamalarının sembolik önemi olan Taksim Meydanı’nda kutlanmasına ilişkin CHP’den kuvvetli açıklamalar gelince, CHP’nin dışında kalan sol demokratik kamuoyunda CHP’nin gerek faşizan ikidar bloğuna karşı gerekse emek mücadelesinde, artık güvenilir bir ortak olabileceğine dair beklentiler oluşmaya başladı.
Her ne kadar İstanbul’daki 1 Mayıs kutlamalarına Saraçhane’den Taksim’e gitmek üzere CHP lider düzeyinde, bizzat genel başkan Özgür Özel’in mevcudiyetiyle, katılsa da devletin kolluk kuvvetlerinin hukuksuz bir şekilde izin vermeyeceğini anladığı an, CHP’ye yakın kadroların yönetiminde bulunduğu DİSK ile beraber Taksim Meydanı’na yürümekten vazgeçti ve bu davranış haklı olarak sol kamuoyunda sert eleştirilere yol açtı.
Hemen sonrasında 2 Mayıs’da CHP genel başkanı Özgür Özel’in daha bir gün önce hukuksuz bir şekilde Taksim’e yürümesine engel olan ve onu terör örgütlerine yataklık etmekle suçlayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesi ve bu görüşmenin akabinde Erdoğan’ın siyasette yumuşama dönemine girildiğini açıklaması, bundan birkaç gün sonra Özel’in iktidar bloğunun diğer ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli ile görüşmesi CHP’nin neyi amaçladığı konusunda kafaların bir hayli karışmasına neden oldu.
Kanımca, sol, sosyalist, feminist siyasetler ve demokratik Kürt siyaseti CHP ile ilişki konusunda kendi içinde tutarlı bir stratejiyi ivedilikle oluşturmalıdır. Bu stratejinin başarılı olabilmesi için CHP’nin tarihsel bir perspektiften hem siyasi hem de sınıfsal meselelerdeki ana yönelimlerinin analiz edilmesi ve şu anki yönetici kadrolarının da ideolojik, siyasi ve sınıfsal tutumlarının ne olduğunun iyi bilinmesi gerekmektedir. Bu yazıda en azından böyle bir analizin fazla derine inmeden ana hatlarını çıkarmayı hedefliyorum.
CHP mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir
Tarihsel perspektifen siyasi bir analiz yapacak olursak, önce hiç unutulmaması gereken CHP’nin Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran parti olduğu ve bizzat devlet ile en başta organik bağı olduğu gerçeğidir. CHP, Cumhuriyet kurulmadan önce işlenen büyük suçların, örneğin Ermeni, Süryani ve Pontus soykırımlarının ve bunun neticesinde Türkiye coğrafyasındaki toplam nüfusun yüzde 30’u civarındaki Hıristiyan halkların yok edilmesinde bizzat rol alanların kurucuları arasında olduğu bir partidir. CHP, bu büyük insanlık suçları ile yüzleşmediği gibi, 1921’de Koçgiri’de, 1925’de Diyarbakır’da, 1926’da Ağrı’da, 1938’de Dersim’de gerçekleşen Alevi-Kürt katliamlarının kararını verenlerin partisidir. 1942-43 yıllarında Nazi ideolojisinden esinlenerek çoğunluğu soykırıma uğrayanların çocukları olan gayrimüslim vatandaşları ekonomik anlamda çökerten, mallarına çöken zihniyetin tortularının çokça olduğu bir yapıdır.
CHP devletin resmi ideolojisinin en önemli unsuru olan Türkçü ideolojiyi bizzat kendisi ortaya atmış ve 1923’ten 1950’ye kadar iktidarda olduğu dönemde uygulamıştır. Her ne kadar, seküler modernist bir parti olduğunu iddia etse de, başta Aleviler ve gayrimüslimler olmak üzere, kendini Sünni Müslüman olarak görmeyen inanç gruplarının ya da inançsızların büyük toplumda ve devlet düzeyinde uğramış oldukları ayrımcılıkları ve baskıyı ortadan kaldırmaya yönelik politikalar izlememiş, tam tersine son kertede Sünni İslam’ın Türkçü bir perspektiften yorumlanıp topluma zorla dayatılmasını Diyanet İşleri Baskanlığı’nı kurarak adeta teşvik etmiştir. 1960’ların sonundan itibaren kendi içinde programatik düzeyde sosyal demokrat bir dönüşüm geçirdiğini iddia etse de, sosyal demokrasinin temel ilkeleri olan insan haklarına saygı, azınlık hakları, barış gibi konularda kayda değer politikalar üretmemiş, dışlayıcı ve tek tipleştirici Türk milliyetçiliği ile bu ilkeler çeliştiğinde tercihini hep milliyetçilikten yana kullanmıştır.
Son kırk senedir Türkiye’nin en önemli siyasi sorunu olan Kürt sorununda askeri yöntemlerin çözümsüzlügü arttırdığı bilindiği halde, CHP askeri çözümleri hararetle desteklemiştir. Örneğin, bir önceki CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu demokratik Kürt hareketinin oylarıyla İstanbul, Antalya, Adana gibi büyük şehirleri 2019 seçimlerinde kazandığı halde, devletin güvenlik güçlerinin uluslararası hukuğu hiçe sayarak Kuzey Irak’taki özerk Kürt yönetim bölgesinde ve gene Suriye’nin kuzeyindeki özerk Rojava’da gerçekleştirdiği askeri operasyonlarına alkış tutmuştur.
CHP’nin sınıfsal kökenleri ve siyasal tutum alışları
Tarihsel bir perspektiften sınıfsal bir analiz yapacak olursak, CHP’nin cumhuriyetin kuruluşundaki kadrolarının büyük bölümü asker sivil yüksek bürokratlar, toprak ağaları ve soykırım sırasında zenginleşen Anadolu kasabalarının eşrafından oluşuyordu. CHP cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devlet eliyle bir burjuva sınıfının oluşumunu bizzat teşvik etti.
1929 yılında dünya kapitalist sisteminin en yıkıcı krizlerinden olan Büyük Buhran’ın patlamasıyla zorunlu olarak ekonomide devletçi politikalara yöneldi, ama bu dönemde dahi burjuva sınıfının çıkarları gözetildi ve en nihayetinde devletçiliğin yeni gelişen burjuva sınıfını destekleyici tarzda olmasına önem verildi. Oysa bu dönemde isçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerinin aşağıdan yukarıya sadece politik değil, ekonomik anlamda da demokrasiyi derinleştirecek örgütlenme özgürlüğü elinden alınmıştı.
1925’te çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile her türden dernek kurma, sendikal faaliyette bulunma yasaklanıyordu. Buna bir de 1923’ten 1950’ye kadar ülkenin tek mutlak yöneticisi olan CHP’nin her türden sol, sosyalist, komünist faaliyeti yasaklamasını eklemek gerekiyor. Örneğin dönemin, en örgütlü sol partisi TKP yasadışı ilan edilmişti. Bu parti çevresinde kümelenen dönemin sol aydınları, sürekli tahkikatlara maruz kaldılar. Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı ve Sabahattin Ali uzun hapis cezalarına çarptırıldılar.
1950’de çok partili siyasi yaşama geçilmesiyle beraber CHP kendini sınıfsal olarak yeniden konumlandırma ihtiyacı içinde buldu, çünkü CHP’nin sınıfsal çıkarlarını temsil ettiği kesimler oy ağırlığı bakımından iktidar olmasına yetmiyordu. Buna bir de 1960 Anayasası’nın göreli olarak özgürleştirdiği politik ortamında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) dönemin işçi sınıfının ilerici kesimleriyle dönemin aydınları için çekici bir unsur olması faktörü eklendi. 1960’ların ortalarından itibaren CHP kendini önce ortanın solunda, sonra da sosyal demokrat olarak tanımladı. Ancak bu yıllarda dahi CHP’nin ana misyonu giderek sola açılan gençlik ve işçi sınıfının kapitalist sistem içerisinde tutulması oldu. Mesela CHP hiçbir zaman Latin Amerika’daki kitlesel sol partilerin kendi dışlarındaki daha sol sosyalist yapılar ile kurduğu türden halk cepheleri kurmaya cesaret edemedi. İşçi sınıfının en fazla yanında gözüktüğü ve kısa dönemli de olsa iktidara geldiği yetmişli yıllarda bile sendikal hakların geliştirilmesinde ve halkın yaşam standardlarının arttırılmasında oldukça başarısız kalmış, doğrudan mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerini yeniden emekçi sınıflar lehine düzenleyen kalıcı politikalar geliştirememiştir.
12 Eylül 1980 darbesinde kapatılan CHP’nin yerine kurulan ve onun devamcısı olduğunu iddia eden SHP, DSP gibi partiler koalisyonlarla iktidara geldikleri dönemlerde neoliberal ekonomi politikalarının uygulayıcısı oldular. Sağ partilerin özelleştirmeci politikalarına karşı durmadılar. 12 Eylül yönetiminin neredeyse yok ettiği sendikal haklarda, işçilerin, memurların, üniversite öğrencilerinin, örgütlenme özgürlüğünü ilgilendiren konularda kayda değer talepler, politik tutumlar geliştiremediler, iktidar ortağı oldukları dönemde iyileştirmeler yapamadalılar.
2002 yılından beri ana muhalefet konumuna yükselen CHP, 2010 yılına kadar lideri Deniz Baykal’ın yönetiminde neredeyse ekonomi-politiğe dair hiçbir şey söylemedi, muhalefetini tamamen laiklik, devlet güvenliği, ve ulusalcılık üzerine kurdu. 2010’dan 2023’e kadar CHP genel başkanı olan Kemal Kılçdaroğlu başkanlığının ilk birkaç ayında sol popülist bir söylem tutturmasına karşın bu söylemden çabuk vazgeçti. Bu dönemde, TÜSİAD’la rezonansını kaybetmemeye özen gösteren Kemal Kılıçdaroğlu , Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın göstermelik de olsa büyük sermayenin temsilcisi TÜSİAD’a söylemsel düzeyde kalan çıkışlarını dahi yapamadı. Bir de bunlara ilaveten CHP’nin politik söylemini, partiyi muhafazakâr kesimler ile barıştırma düşüncesine dayandırarak Kul hakkı, helâlleşme gibi seküler olmayan bir tarzda İslamî terminolojinin içinden kurmaya özen gösterdi ve AKP iktidarının devleti ve toplumu siyasal İslamı referans alarak laikliğe aykırı şekilde dönüştürmesine sessiz kaldı.
CHP’nin son bir senedir genel başkanı olan Özgür Özel, söylemsel düzeyde ve ekonomi-politiğe dair tutum alışlarında, kendinden önceki genel başkanlara kıyasla daha sosyal, emekten yana söylemler geliştirmeye, kurmaya çalışıyor. Özellikle kazanılan belediyelerde sosyal belediyeciliğe önem vereceklerini, emeklilerin ve gençlerin ekonomik sıkıntılarını gidereceklerini vurguluyor. Ancak gerek genel olarak parti sözcülüğü düzeyinde gerekse de CHP’nin önemli isimleri düzeyinde, ki bunların başında Ekrem İmamoğlu geliyor, şu anki ekonomiden sorumlu devlet bakanı Mehmet Şimşek’in uygulamaya koyduğu IMF’siz IMF programına dair yüksek perdeden itiraz geliştirilmiyor. Bu neoliberal politikalara karşı, CHP kanadından alternatif bir makro ekonomik program ortaya konduğunu henüz işitmedik.
Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birinden geçen ülkede, iktisadi anlamda kaybeden halkın büyük çoğunluğunu oluşturan dar gelirliler, yani örgütlü ve örgütsüz işçi sınıfı, emekliler ve gençler oldu. Bu kayıp önümüzdeki süreçte neoliberal makro ekonomi politikası devam ettigi sürece de katlanarak artacak. Buna karşın, büyük sermaye grupları kârlarına kâr katmaya devam ettiler. CHP emekli maaşları ve asgari ücrete ilişkin bir muhalefet yürütüyor olsa da, sermayenin kârlarını vergiler yoluyla sınırlandırıp, buradan elde edilebilecek ekonomik kazanımları dar gelirlilere transfer edebilecek bir ekonomi politik perspektiften çok uzak bir noktada.
CHP’nin dış politikası
CHP’nin yeni genel başkanı Özel, seçilmesini takip eden haftalarda ilk dış politik ziyaretini KKTC’ye, sonrasında da Azerbaycan’a yapacağını duyurdu. Resmi devlet ideolojisinin söylemi olan, “Azerbaycan ile tek millet, iki devletiz” klişesini tekrarlamakta bir beis görmedi. Demokrasi ve insan hakları standardlarının en geri seviyelerde yer aldığı ve her makul tarafsız gözlemcinin dikatörlük olarak tanımladığı Azerbaycan yönetimine en ufak bir eleştiride bulunulmaması, sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP’nin aslında dış politikada tam zıt istikamette olduğunu bir kere daha teyit etti.
Yerel seçimler kazanıldıktan sonra iktidarın yumuşama politikasıyla uyumlu denilebilinecek bir tarzda, Özgür Özel cumhurbaşkanı Erdoğan’a dış politika gibi alanlarda devletin resmi politikası ile % 85 benzer müştereklerde olunması gerektiğini söylediğini ve cumhurbaşkanının da konuya pozitif yaklaştığını beyan etti. Bu dış politikada % 85 benzerliğin Kuzey Irak’ta ve Rojava’da uluslararası hukuğu hiçe sayarak yürütülen askeri operasyonları da kapsayıp kapsamadığını önümüzdeki süreçlerde göreceğiz.
Sonuç
CHP’nin tarihsel, ekonomik ve siyasal yapı taşlarını dikkate alarak son dönem politik ve ekonomik tutum alışlarındaki zikzagları izlediğimizde, CHP’nin insan haklarına dayalı, barışçı, sosyal adaleti önceleyen demokratik bir Türkiye hedefiyle arasındaki mesafenin oldukça açık olduğunu görmemek mümkün değil. Bir “değişim” rüzgarı estirerek gelen Özgür Özel’le yenilenen CHP yönetimi, kimi olumlu adımlar atmış olsa da (kayyum açıklamaları, Van direnişine katılım, Kobane Davasını takip, vs.) demokrasi mücadelesi açısından halen güven yaratan bir parti konumunda değil. Tutarlı bir demokrasi mücadelesi için kendi dışındaki sol yapılarla ve demokratik Kürt siyaseti ile kalıcı ittifaklar yapabilecek sosyal demokrat bir partiden ziyade, devletin bekasını önceleyen, bunun için de resmi devlet ideoljisinin Türk-İslam sentezini aşamayan bir merkez partisi olduğunu hatırlatıyor.
CHP’nin seçmen tabanında ve yöneticileri arasında her ne kadar belli ölçülerde sosyal demokrat bireyler varsa da, bir bütün olarak parti, neoliberal ekonomi politikaları karşısına alamayan, onun yerine muğlak, ancak pansuman niteliğinde alternatifler üreten ve tek parti döneminin Türkçü ve tek-tipleştirici ideolojik zihniyetini aşamayan bir görünüm sergiliyor.
Burada, CHP dışı sol siyasetler ve demokratik Kürt hareketine düşen en önemli görev CHP’nin bu yapısal özelliklerini bilerek CHP’ye ancak sol politikalar izlediği ölçüde destek vermek olmalı. Mümkün olduğunca tabanındaki sol dinamikleri çoğulcu demokrasi ve sosyal politikalar çerçevesinde tutum almaya ikna ederek, toplumsal dinamikleri sistem dışı bir mücadele alanında buluşturmayı hedefleyen üçüncü yola taşımanın yolunu zorlamalı.
AKP-MHP faşizminin kurumsallaşmasını parçalayana kadar çeşitli etaplarda yan yana düşeceğimiz CHP’yi sosyal demokrasiye ve demokratik Türkiye perspektifine yaklaştıracak olan, sol, sosyalist, feminist hareketlerin ve demokratik Kürt Hareketinin demokrasi ve emek mücadelesinin önderliğini almaya soyunması ve CHP’yi eşitlikçi, özgürlükçü, çoğulcu politikalarla sıkıştırmasıdır. Bunu yapamadığımız durumda ise CHP, faşizan AKP-MHP bloğunun ekonomide neoliberal, siyasette Türk-İslam sentezci ve güvenlik devletçi politikalarından ancak nüans farklarıyla ayrışarak iktidara talip olacaktır
[1] Atatürk döneminde Adalet Bakanı, Bayar hükümetinde Dışişleri Bakanı, İnönü’nün cumhurbaşkanlığı altında Başbakan olan kıdemli CHP yöneticilerinden Şükrü Saracoğlu’nun 5 Ağustos 1942 tarihli TBMM konuşmasından alınmıştır.