Nazım Hikmet’in ölümünün 58. Yılında Meriç GÖK yazdı – Toplamda hepi topu 45 yıl yaşayabildiği yurdunda, bu sürenin yaklaşık üçte birini cezaevlerinde geçiren Nâzım, “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” başlıklı şiirinde verdiği “durup dinlenmeden okuma.. yazma..” öğüdünü fazlasıyla yerine getirmiş ve böylelikle yattığı hapishaneyi bir okul, bir sanat ve edebiyat atölyesi yapmış, ayrıca yeri geldiğinde, “toprak ve güneş[le de] bahtiyar..” olabilmiş “iyi bir mahpus”tur.
Nâzım gerçekten yattığı cezaevlerini bir yandan yetiştireceği öğrencilerini bulup bir okul haline getiriyor, diğer yandan da buraları kelimenin tam anlamıyla mesken edinerek başyapıtlarını kaleme aldığı bir üretim merkezi, denilebilirse, bir sanat atölyesi olarak değerlendiriyordu. Ayrıca o, cezaevinde mahkûmların üretken bir faaliyet içine girmeleri ve çalışarak gelir temin etmeleri için gerçek bir atölye de kurmuştur. Bu atölyedeki tezgâhlarda mahkûmların emeğiyle dokunan ipekli ve yünlü kumaşlar bir kooperatif aracılığıyla değerlendirilir.
Onun okula çevirdiği cezaevlerinde yetiştirdiği öğrencilerinden birçoğu daha sonra tanınmış bir yazar, şair, çevirmen veya ressam olarak ürün vermiştir. Büyük emek vererek yetiştirdiklerinden birkaçı şunlardır: Kemal Tahir, Orhan Kemal, A. Kadir, ressam İbrahim Balaban, Müşküleli şair İsmail Başaran… Köy okulunun üçüncü sınıfına kadar okuyabilmiş yoksul bir köylü genci olan İbrahim Balaban, (Manzaralar’da Köylü Ressam Ali) adam öldürme suçundan Bursa Cezaevi’nde (1942-50) hapis yatarken resim yapmayı ondan öğrenerek ressam olmuştur. Balaban, yaşamı boyunca ondan büyük bir saygı ve sevgiyle hep “Şair Baba” veya “Nâzım Baba” diye söz etmiştir.
1938’de Ankara’da Harp Okulu öğrencileriyle birlikte yargılandığı davada tutuklu gençleri de hemen öğrencisi yapar Nâzım.
“Ulus meydanına yakın Hachette kitabevinden Alphonse Daudet ile Maupassant’ın romanlarını sipariş ettiler. Nâzım’ın idaresinde fasıl fasıl tercüme etmeğe başladılar.
Fransızcadan sonra sıra ekonomi politik derslerine geliyordu.
Nâzım ranzada iyice yerleşip kuruluyordu, bir paket sigara da koyuyordu önüne. Sonra derslerine sermaye, mal, fiat zamla başlıyordu.
Akşamları kahve içiyor, şiir yazıyor, türküler söylüyorlardı. Bu profesör Nâzım Hikmet’in ilk üniversitesi. Sonra da on iki mahpusluk senesi boyunca nice, nice üniversitesi olacak!” (R.Fish, Nâzım’ın Çilesi, s.378.)
Nâzım’ın bu öğrencilerinden biri olan şair A.Kadir ( Asıl adı Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir, ileride 40 kuşağı şair ve yazarlarından biri olarak tanınacaktır.) daha sonra pek çok eseri, bu arada Azra Erhat’la birlikte Homeros’un Odysseia ve İlyada’sını da Türkçeye kazandıracaktır.
1940 yılının kışı Orhan Kemal Bursa Cezaevi’nde mahkûmdur ve hapishanenin kaleminde, sabıka defterlerinde çalışırken bir sabah kâtip, “Gözün aydın! Üstadın geliyormuş!..” der. “Kim bu?” diye sorduğunda; “Nâzım Hikmet… Senin de üstadın sayılmaz mı?” karşılığını alır. Gerçekten de ‘üstat’ gelir ve O. Kemal’in tahliye olacağı 26 Eylül 1949 tarihine kadar tam üç buçuk yıl onun hocası olur; ona edebiyatın yanında Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri verir. En önemlisi Orhan Kemal’i şiir yerine hikâye ve roman yazmaya yönlendiren de Nâzım’dır. O. Kemal tahliye olduktan sonra Nâzım için yazdığı bir şiirinde duygularının yanı sıra ondan öğrendiklerini de şöyle aktaracaktır:
Sen
“Promete’nin çığlıklarını
kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam”
Sen benim mavi gözlü arkadaşım
Kabil değil unutmam seni (…)
Unutabilir miyim seni?
Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim,
Hikâye, şiir yazmayı
Ve erkekçe kavga etmeyi, senden!”
Nâzım için hapishanenin nasıl bir okul olduğunu Türkiye’de gazeteciliğin önemli figürlerinden Zekeriya Sertel, Resimli Ay ve Tan matbaası yıllarında (1927) onunla başlayan dostluğunu yurtdışında da yaşam boyu sürdürmüş olan bu değerli aydınımız şöyle anlatıyor:
“Nâzım Hikmet, hapishanede memleketin her sınıf ve tabakasından insanlarla yakından temas fırsatını bulmuştu. Böylece halkı daha yakından tanımak olanağına kavuşmuştu. Bizde hapishane, memleketin küçülmüş bir parçasıdır. Rejimin zulüm ve haksızlıklarına uğramışların en gerçek temsilcileri oradadır. Halkın burjuva idaresinden neler çektiği en iyi orada öğrenilebilir. Hapishane Nâzım için, halkın içinde yaşamasına, onun dert ve sorunlarını öğrenmesine hizmet eden bir okul olmuştur. Bunun sonucu olarak Nâzım hapishanede Memleketimden İnsan Manzaraları adlı uzun poema [şiir] yazmıştır. Bu eserde her sınıf halk tipini keskin hatlarla bulmak mümkündür. Fakat uzun süren hapishane hayatında Nâzım’ın yaptığı en büyük iş, orada yazdığı Milli Kurtuluş destanı’dır.
Bu destan 60 bin mısralık büyük bir eserdir. Bir bakıma Homeros’un İlyada’sını andırır. Türkiye’nin hayatında bir dönüm noktası olan Milli Kurtuluş savaşı’nın destanını yazmak şerefinin kendisine düşmesinden dolayı Nâzım sevinir ve övünürdü.” (Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Can Yayınları, 2. Basım: 2019; s. 165.)
Kendisi de vaktiyle İstiklâl Mahkemeleri döneminde Ankara’da, daha sonra 30’lu yıllarda gazete yazıları nedeniyle de İstanbul’da hapis yatmış deneyimli bir mahpus olan Zekeriya Sertel, tutuklu bir aydın için cezaevinin bir tür “okul” olduğunu iyi biliyor.
Nâzım, Çankırı cezaevinde yatmakta olan Kemal Tahir’e 1941’de yazdığı birkaç mektubunda ısrarla doktor Hikmet Kıvılcımlı’da kalmış olan bir felsefe kitabının kendisine gönderilmesini ister. 1940-1950 yılları arasında Kemal Tahir’e Bursa Cezaevi’nden gönderdiği bu mektuplarında Nâzım, o sırada okuduğu veya daha önce okumuş olduğu yapıtlardan söz ederken aynı zamanda sanat ve edebiyat hakkındaki görüşlerini de ayrıntılı biçimde ifade eder. Bedrettin Cömert’in “Nâzım Hikmet’in şiirine yaklaşacak her yol bu mektuplardan geçmek zorundadır,” diyerek değerini vurguladığı Mektuplar’ının birinde şöyle yazıyor:
“Gorki’nin Ana’sının ikinci cildini bugün bir hamlede kim bilir kaçıncı defa okudum. Yeryüzünde bundan kötü tercüme olmaz. Fakat cevheri sağlam olan şeyi ne kadar kötü bir kalıba soksan yine kıymetinden bir şey kaybetmiyor. Büyük Gorki’m. Hele bugünlerde Ana’yı okumak insanı saadetten ve umuttan ağlamaklı ediyor. Mübalağasız söylüyorum, hemen her sayfasında ağladım. Yazılmaya değer olan yalnız onun kahramanlarıdır ve o kahramanların çocukları, torunlarıdır. Aptal: (Budala romanı) Dostoyevski, bütün hünerine rağmen, anlatılmaya değmez insanları anlattığı için, nasıl boş bir emek, tek taraflı, kısır ve ölü bir doğum.” (Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar, Adam Yayınları, 5. Basım: Şubat 1993.)
Nâzım, Refik Halid’in Sürgün romanını okur ve hiç beğenmez, haklı olarak. Ardından 8.4.1941 tarihli mektubunda bu romanla ilgili şunları yazar:
“Refik Halid’in Sürgün “romanını” okudum. Evvela roman değil, büyük hikâye… Saniyen kötü bir eser… En iptidai (ilkel) hikâye yazmak müktesebatından (bir şeyle ilgili bilgiler) mahrum. Hâlâ Fransız romancıları gibi yazıyor. Hem de kötü Fransız romancıları gibi. Zola gibi Maupassant gibi filan değil, ne haddine, Paul Bourget tekniğini geçen harp sonrası aşağılık Fransız romancılığı ile karıştırmış, lisan berbat. Yer yer, yüzleri boyalı tasvirler, teşbihler… Muhit ile vaka ve şahıslar arasında çok defa organik rabıta (bağ, ilişki) yok. İnsanlar ölü, uydurma. Velhasıl fazla söze hacet bırakmayacak kadar kötü.
Sürgün ‘romanını’ okuduktan sonra gözümde ve gönlümde bir kat daha sevgili bir yazıcı oldun. Aman Kemal, gayret. Senin Sağırdere’nin bir pasajına bütün Sürgün’ü değişmem… Sabahattin Ali, hatta Sait Faik mi ne, o oğlan bile Refik Halid’ten çok iyi hikâyeci ve romancıdırlar.
Ben korkunç bir tembellik içindeyim. Ne resim yapıyorum, ne de yazı yazıyorum. Okumaya fazla hasret kalmışım anlaşılan. Mütemadiyen, durup dinlenmeden okumak istiyorum, gözlerim de bozuldu. İlaç damlatıyorum.” (N. Hikmet, Kemal Tahir’e …;s.56.)
Hapishane arkadaşı Orhan Kemal’in tanıklığına göre “şiirden yorulduğu zamanlar bol bol resim yapardı.”
“O, ilkin sehpasını kurar, boya takımlarını koymak için özel olarak yaptırdığı çantayı açar, yağlıboya tüplerini yatağın üzerine yayar, ama tüplerden bazıları patlamış, adam sende… Bütün bu işleri yaparken iştahlı bir ıslık… Sonra modelinin yüzünü yakından incelemeye başlar, gözlerini kısar, açar, modelinin yüzüne yaklaşır, uzaklaşır, tekrara yaklaşır, geri çekilir, uzaklarda bir yerlere bakıyormuş gibi elini gözlerine siper ederek bakar, tek gözünü yumar…” (O. Kemal, Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl, s. 80.)
Cezaevlerinde 1938-50 yılları arasında yazılan kitapların da çoğu kez ilk okuru ve ilk eleştirmenidir Nâzım. Bu yazarlardan biri de Kemal Tahir’dir ve onun birçok romanının ilk okurudur. K.Tahir’e yazıyor:
“Piraye geldi. Geldiği gün kar yağdı. Küçücük, soğuk, delik deşik bir otel odasında 5 gün 5 gece kaldı, gitti. Senden konuştuk. Sağırdere’yi okudu ve “Ben bunu çocuklarıma okuyacağım!” diye alıp götürdü. Onun çocuklarına -benim şiirlerimden başka- bir kitap okumak istediğini ilk defa görüyorum. Son günü ayrılırken, “Nasıl?” dedim. “Harikulâde” dedi. ” (.” (N. Hikmet, Kemal Tahir’e …; s. 157.)
Nâzım aynı mektupta Tolstoy’un Harp ve Sulh adlı eserini çevirmeye başladığını da yazar. Çeviriye başlamadan önce “bir hafta tercüme üslubu üzerinde kafa yordu[ğu]”nu belirtir. Tolstoy’un bu dev yapıtının Bursa Cezaevi’nde çevrilmesine Orhan Kemal de bu cezaevinde tuttuğu notlarında değinmektedir. 5.4.943, Pazartesi tarihli notunda şöyle der:
“Nâzım Hikmet Sarıyerli Emin Bey’le birlikte Tolstoy’un e Sulh’una başladı yine.(…) Emin Bey Tolstoy tercümesinin müsveddelerini okuyor. Nâzım Hikmet hiç de acemi sayılmayacak, hatta takdir olunacak bir süratle bunları tape etmekte.” ( Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl, s.114-115.)
Nâzım Hikmet’in Zeki Baştımar’la birlikte 1943-49 yılları arasında yaptığı bu çeviri, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır.
31.1.1941 tarihli mektubunda Anatole France’ın Penguenler Adası isimli romanını “bir kere daha” okuduğunu yazar. Yine K.Tahir’e yazdığı bir mektubunda (bu 143. mektubudur) Fransız şiirlerini okuduğunu yazdıktan sonra ”içlerinde en enteresanı bizim kırk yıllık Aragon. Ama o da bir çeşit şekilperest olmuş.” der.
15.4.1941 tarihli mektubunda ise kendisine karşı da acımasızdır:
“Yeniden felsefeye merak sardım. Elimden geldiği kadar, felsefe okuyorum. Diderot’nun Le Neveu de Romeau (Romeau’nun Yeğeni) isimli 1762’de yazılmış bir romanı varmış ki -şimdiye kadar bilmiyordum, ne çok şey bilmiyorum, cehaletime dehşetli düşmanım- bu roman için Engels “diyalektiğin şaheseri” dermiş ve Almanca tercümesini Goethe yapmış. Şimdi şu Diderot’nun romanını elime geçirmek için bir ay kuru ekmeğe razıyım… Romanda diyalektiğin, hem de Engels ağzıyla, şaheser tatbiki mühim mesele… Piraye’ye yazacağım, Haşet’te bulursa göndersin.” (N. Hikmet, Kemal Tahir’e …; s. 157.)
On dört gün sonra yazdığı mektuptan Diderot’nun romanını okumakta olduğu anlaşılıyor.
“Felsefeye devam ediyorum. Tabiat ilimleri kitaplarına gelince, okudukça sana yollayacağım. Diderot’nun romanı da öyle. Mamafi elime güzel bir felsefe kitabı geçti. Notlar çıkarıyorum. Bundan sonraki mektuplarda sana ceste ceste (kısım kısım, azar azar) göndermeye başlayacağım. Sonra bazı filozofların mesleklerine dair kısacık hülasalar da buldum. Onları da yollarım.”
20 Mayıs 1941 tarihli mektubunda okuma üzerine şunları yazıyor:
“Ben bermutad (her zaman olduğu gibi) şiir yazıyorum ve daha iyi bir iş yapıyorum. Muntazam okuyorum. Bilhassa felsefe okuyorum. Tabii ilimler bilgimi artırmaya çalışıyorum. Ara sıra nadiren resim yapıyorum. Oldukça ilerlettim. Sonra Mayakovski’nin 940 senesinde neşredilen ve tek bir ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana bir itirafta bulunayım, aramızda kalsın, Mayakovski ile yeni tanışıyorum. Yani kendi ağzından vaktiyle dinlediğim bir iki şiiri müstesna, matbu şiirlerini ilk defa okuyorum.”
Mektubun devamında şiir tarihi açısından da çok önemli bir konuyu, Mayakovski ile Nâzım’ın şiirleri arasındaki kimi biçimsel benzerliklerden hareketle Nâzım’ın ondan etkilendiği görüşünü de ele alarak açıklığa kavuşturur.
“Sanat meseleleri hakkındaki görüşleri ise, seni maalesef temin ederim ki ilk defa manzurum oluyor (görüyorum). Fakat aynı şartların aynı düşünceleri yaratması kaidesi kaba hattında buna da tahakkuk etti. Yani ben vaktiyle Mayakovski’den habersiz, sonraları çok defa utancımdan Mayakovski’yi eserleriyle tanıdığımı söylemiş olmama bakma! Mayakovski’yle aynı işi yapmışız… Tabii o birçok hususlarda bu işi benden iyi yapmış, fakat tevazua lüzum yok, çok az da olsa bazı hususlarda da aynı işin ben daha iyisini yapmışım… Bu böyle… Bunu ilk ve son defa galiba yalnız sana söylüyorum.” ( N. Hikmet, Kemal Tahir’e …; s. 69,70.)
Nâzım Hikmet’in bu yıllarda cezaevinde okuduğu kitaplar arasında Halide Edip’in İngiliz Edebiyatı Tarihi-Başlangıçtan Elisabeth Devrine Kadar, Stefan Zweig’ın Merhamet isimli yapıtı ve John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ romanı vardır. Ayrıca Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı eserinin Fransızca çevirisini yeniden okur. Gazap Üzümleri hakkında şunları yazar:
“Geçen sene Avrupa, daha önceleri Amerika’da büyük bir ilgiyle karşılanan ve hatta filmi de çekilmiş olan Gazap Üzümleri’nin Türkçe tercümesini okuyorum, bitirmek üzereyim. Bir kere şunu söyleyeyim, her şeyden önce ibretle okunacak bir roman. Bu romandan ibret dersi alacak olanların arasında mesela sen, ben yokuz, lakin ibret almaya muhtaç birçok insan olsa gerekir.”
Ardından Steinbeck’in romanda kullandığı ve anlatının “muhavere” (karşılıklı konuşma, diyalog) tekniği üzerine inşa edilmesini pek çok eleştirmen göklere çıkarırken bu tekniğin Sağırdere romanında Kemal Tahir’in hemen hemen aynı yıllarda uygulamış olmasına rağmen kimsenin bundan haberi olmayışını yadırgar ve bundan “acı” duyar.
K.Tahir, Nâzım Hikmet’in ‘bir hapishane arkadaşı’ olarak Bu Dünyadan Nâzım Geçti için Vâlâ Nureddin’e anlatıyor:
“- Hangi hapishanelerde beraberdiniz?
– İstanbul tevkifhanesinde iki seneye yakın. Çankırı’da 16 ay. İstanbul tevkifhanesinde aynı odada ikimiz. Çankırı’da doktor Hikmet Kıvılcım’la beraber üçümüz.
– Bu müddet içinde neyle meşgul oldunuz?
– Elimize geçen Türkçe Fransızca bütün kitapları okurduk. Hiçbir zaman yeteri kadar kitap bulamazdık. Burada ben kendi payıma Çorum’u kitapsızlık rejiminden ayrı tutuyorum. Başsavcı Tahsin beyin yardımıyla Çorum’un epey zengin olan milli kütüphanesinden bilhassa tarihi eserler bakımından çok yararlandım. Okumanın dışında Nâzım, aralıksız şiir yazardı.” (Vâlâ Nureddin, Bu Dünyadan Nâzım Geçti, Cem Yayınevi 3. Baskı, İstanbul 1975, s.357)
Gerçekten de “Yazı Makinesi” harıl harıl çalışıyordu; görüldüğü gibi cezaevi yılları onun, olağanüstü üretken olduğu yıllardır. Bu dönemde yukarıda değindiğimiz büyük yapıtları dışında yüzlerce şiir yazmış ve “tercüme yapmayı sevmiyorum, âdeta ağrıma gidiyor bu iş” dese de ekonomik nedenlerden ötürü Harp ve Sulh’u ve La Fontaine’in masallarını; Pietro Mascagni’nin Cavelleria Rusticana adlı operasını da Bursa Cezaevi’nde çevirir. (Puccini’nin Tosca operasını ise daha önce Çankırı cezaevinde çevirmiştir.) Bu yıllarda yazdığı şiirler daha sonra kitap halinde yayımlanır: Dört Hapishaneden (çoğunluğu 1939-41 yılları); Piraye İçin Yazılmış: 21-22 Şiirleri (1945); Rubailer (1945-46); Yatar Bursa Kalesinde ( çoğunluğu 1948-51 yılları arasında hapishanede yazılmıştır). Ferhad ile Şirin (Tiyatro eseri, 1948).
Gelelim Nâzım’ın, çoğunluğu ancak yıllar sonra yayımlanabilecek olan yapıtlarını cezaevinin dışına nasıl çıkarıldığı sorununa… Benzer durumlarda olduğu gibi burada da gözü pek ve özverili nice isimsiz kahramanın büyük katkıları olmuştur. Ayrıca anı türünde birçok kaynakta belirtildiği gibi Bursa Cezaevi’nde kaldığı yıllarda, hapishane koşullarının elverdiği ölçüde kendisine iyi bir çalışma ortamı sağlamasında ve kaleme aldığı kimi yapıtlarının olabildiğince muhafaza edilmesinde, Nâzım’ın da o yıllarda bir portresini yaptığı cezaevi müdürü Tahsin Akıncı’nın da burada hakkını teslim etmek gerekiyor. Özellikle kırklı yıllarda “dışarıda” sosyalist, demokrat-ilerici örgütlere, yazar ve aydınlara başta yargı ve güvenlik aygıtı olmak üzere devletin gizli-açık ve “derin” tüm birimleriyle sistematik olarak uyguladığı baskı ve işkenceler (Sabahattin Ali’nin öldürülmesi vb.) ve yine aynı dönemde ırkçı-Turancı, Hitler yanlısı faşistler tarafından estirilen terör (Tan matbaasına saldırı vb.) göz önüne alındığında, onun, “içeride” Nâzım’a karşı gösterdiği bu hümanist tutumun değeri daha iyi anlaşılabilir.
Sonuç olarak toplamda hepi topu 45 yıl yaşayabildiği yurdunda, bu sürenin yaklaşık üçte birini cezaevlerinde geçiren Nâzım, “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” başlıklı şiirinde verdiği “durup dinlenmeden okuma.. yazma..” öğüdünü fazlasıyla yerine getirmiş ve böylelikle yattığı hapishaneyi bir okul, bir sanat ve edebiyat atölyesi yapmış, ayrıca yeri geldiğinde, “toprak ve güneş[le de] bahtiyar..” olabilmiş “iyi bir mahpus”tur.
58. yıldönümünde Nâzım Hikmet’e, bu büyük ustaya saygıyla, sevgiyle ve hayranlıkla…