Nazım Hikmet’in ölümünün 58. Yılında Meriç GÖK yazdı – “Ancak Nâzım, yazmanın yanı sıra kitap okuma konusunda da, en azından zaman ayırabilme bakımından uygun bir ortamı siyasi bir mahkûm olarak yaklaşık 15 yıl kalacağı cezaevlerinde bulacaktır.”
Cezaevlerinde yıllardır cevahiri kararmadan yatan tüm tutsaklara…
Sevdalınız komünisttir
on yıldan beri hapistir
yatar Bursa kalesinde
Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar,
en âlâ bir mertebeye ermiş yatar,
yatar Bursa kalesinde
Bu ünlü dizeleriyle karşılık verir Nâzım, “Bir Şey” başlıklı şiirinde kendisi için “Yeşil Bursa’da konuk bir garip kuş,/ otur denmiş oracıkta oturmuş.” diyen Cahit Sıtkı Tarancı’ya. Hiç de “Bir garip kuş” değildir, Tarancı’nın dediği gibi; “otur” den[ince], “oracıkta otur[an.]
Ve şöyle devam eder:
Memleket toprağındadır kökü,
Bedreddin gibi taşır yükü,
yatar Bursa kalesinde.
Yüreği delinip batmadan,
şarkısı tükenip bitmeden,
cennetini kaybetmeden,
yatar Bursa kalesinde.
Evet, Nâzım, 17 Ocak 1938 tarihinde İstanbul’da başlayan ve bu kez çok uzun sürecek olan tutsaklık hayatında önce İstanbul, Ankara ve Çankırı cezaevlerinde yaklaşık üç yıl ve ardından 1940 yılı sonunda girdiği Bursa Cezaevi’nde on yıl, hiç “cennetini kaybetmeden” ‘yatar’. Nâzım’ın bu cezaevi yılları, aynı zamanda onun en verimli yıllarıdır: Tüm başyapıtlarını -son dönem şiirlerinden Saman Sarısı dışında- bu dönemde kaleme almıştır.
Nâzım Hikmet, Heybeliada Bahriye Mektebinden mezun olduktan sonra 1919’da Hamidiye Kruvazörü’nde başladığı güverte subaylığı görevinden aynı yılın sonunda sağlık sorunları nedeniyle ayrılır. 1921 yılının ilk günü Sirkeci rıhtımından kalkan çok eski ve çok küçük “Yeni Dünya” vapuruna gizlice binen Nâzım Hikmet ve üç “Hececi” şair Vâlâ Nureddin, Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Yusuf Ziya (Ortaç) Zonguldak üzerinden İnebolu’ya ulaşırlar. Gemide tanıştıkları Almanya’dan gelen bir grup Spartakist’le arkadaşlık ilişkileri İnebolu’da Ankara’dan gelecek seyahat onayını beklerken daha da güçlenir. Spartakistler henüz 19-20 yaşlarında olan Nâzım ve Vâ-nû’yu siyasal kültür bakımından çok “cahil” bulurlar. İnebolu’daki bekleme dönemini anlatıyor Vâ-nû:
“Kendilerine misafir gittikçe oturmamız için bize, kerevetleri, portatif karyolaları gösteriyorlardı. Çay ikram ediyorlardı.
Bu oda da, tıpkı İstanbul’da Şehzadebaşı kahveleri gibi bir fikir fideliği halindeydi. Karl Marx’tan söz açıyorlardı. Engels’ten, Kautzsky’den söz açıyorlardı. Biz hiçbirini tanımıyorduk. İsimlerini bile duymamıştık. Cahilliğimiz onları şaşırtıyordu. Eskiden “buyurun şairler!” diye bizi karşılarlarken, şimdi kızmadığımız bir şaka ile “gelin bakalım cahiller!” demeyi huy edinmişlerdi. “Cahil” aşağı, “cahil” yukarı… Sonraki devirlerde herkesin birbirine “üstat” demesi kabilinden bir durum…” (Vâlâ Nureddin, Bu Dünyadan Nâzım Geçti, Cem Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul 1975, s.60.)
Faruk Nafiz ve Yusuf Ziya Ankara yönetimince kabul edilmeyerek İstanbul’a geri dönmek zorunda kalırken gelmelerine izin verilen Nâzım ve arkadaşı Vâ-nû kara yoluyla Ankara’ya doğru yola devam ederler.
Ankara’da bir süre kalan gençler Bolu’da öğretmen olarak görevlendirilirler. Birlikte kaldıkları evde önce Almanya’ya sonra da devrim Rusya’sına gitme hayalleriyle duvara Nâzım haritalar çizer. Yine bu tür hayallere daldıkları bir gün Ankara’dan postaya verilmiş bir paket alırlar. Vâlâ anlatıyor:
“Ben o sırada postacının getirdiği paketi açıyordum. Büyük bir paketti. Çok büyük. İçi kitaplar dolu. Bir de mektup iliştirilmiş. Nâzım’a babası yazıyor, kız kardeşi Samiye yazıyor. Babası da: ‘Kitaplar istemişsin mektubunda. İşte sana bir yığın gönderiyorum,’ diyor. ‘Eğlendirici olmaktan çok öğretici eserler yolladım, arzuna uygun olarak Vâlâ ile kafa kafaya verin, okuyun. Onun da, senin de gözlerinden öperim.’ diyor.” ( Vâ-nû, A.g.e.; s. 129.)
Paketten cilt cilt Fransız tarihi ve şiirleri çıkar. Bunlardan biri de Charles Baudelaiere’den “Les Fleurs du Mal” (“Kötülük Çiçekleri”). Nâzım hayran kalır, “dehşet bu genç! Bir istidat yetişiyor Fransa’da” diye bağırır. Henüz Baudelaire’in 1867’de ölmüş olduğunu bilmiyordur. Gerçekten henüz çok toy, “Yeni Dünya” Spartakistlerinin deyimiyle “cahil”dir; fakat Nâzım bu; birkaç yıl, hatta birkaç ay içinde çok şey öğrenecektir. Bolu’da o günlerde tanıştıkları ağır ceza reisi Ziya Hilmi’den de çok şey öğrenirler. Ve bundan sonra rotaları bellidir: Tahsil için, kendilerini yetiştirmek için gidecekleri ülke artık Spartakistlerin Almanya’sı değil Bolşeviklerin Rusya’sıdır. Rusya’da bu iki dosta Şevket Süreyya da katılır. “Şevket Süreyya’nın, herkes gibi bizim de üzerimizde otoritesi vardı.” diyor Vâ-nû. Süreyya’yı “üç kişilik örgütün” lideri olarak gördükleri gibi ileride onu Türkiye’nin kaderinde rol oynayacak bir lider olarak da görürler. Onlara göre Şevket Süreyya çok okumuş, dolayısıyla çok bilgilidir. Fakat Süreyya’nın okumuş oldukları, “Habil Adem’in eserleri türünden: Anglosaksonlar’ın Esbab-ı Faikıyeti! Sarı Irk Tehlikesi! Maddiyecilik Nedir? Vesaire(dir)” (V. Nureddin, A.g.e., s. 226.)
Nâzım, yoğun bir kitap okuma fırsatını Bolu’dan sonra ilk kez Moskova’da, KUTV’da (Komünistiçeskiy Universitet Trudyaşçiysya Vostoka/Doğu Halkları Komünist Üniversitesi) ekonomi ve sosyoloji öğrenimi gördüğü 1922-24 yıllarında bulur. Ancak Nâzım, yazmanın yanı sıra kitap okuma konusunda da, en azından zaman ayırabilme bakımından uygun bir ortamı siyasi bir mahkûm olarak yaklaşık 15 yıl kalacağı cezaevlerinde bulacaktır. Esasen sosyalistler oldum olası içine atıldıkları hapishaneleri, şartlar elverdiğince bir kütüphaneye, bir okula dahası bir üniversiteye dönüştürerek burada tutuklu kaldıkları süreyi kendilerini ve/veya hapishane arkadaşlarını felsefe, tarih, edebiyat, siyaset, yabancı dil vb. alanlarda yetiştirmek ve geliştirmek için en olumlu şekilde değerlendirirler. Hikmet Kıvılcımlı’nın, (Türkiye Marksist hareketinin özgün bir düşünür ve eylemcisi; Nâzım Hikmet’in partili (TKP) yoldaşı ve hapishane arkadaşı; birkaç siyasi davada birlikte yargılanmış ve hayatının toplamda 22 yılını –bu da onun en çok okuyup yazdığı dönemidir– hapishanede geçirmiştir.) 1929 yılında yargılandığı bir davada 4 yıl 6 ay hapis cezası verilmesi üzerine söylediği söz bu gerçeği dile getirmektedir: “Hepimiz çıkarken, kızıl bir profesör olarak çıkacağız.”
Nâzım “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” başlıklı şiirinde hapistekine, başka şeylerin yanı sıra “durup dinlenmeden okumayı yazmayı” tavsiye ediyor:
İçeride gülü, bahçeyi düşünmek fena
Dağları deryaları düşünmek iyi.
Durup dinlenmeden okumayı yazmayı,
Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana,
Bir de ayna dökmeyi.
Yani içeride on yıl, on beş yıl,
daha da fazlası hatta
geçirilmez değil,
geçirilir,
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir!
“Ve yazıyor. Hapishane duvarları boyunca gezinirken, ayaklarına demir vurulmuş Balıkesirliler onu seyrededursun, düşünüyor. “İnsan Manzaraları”nı, 20. asrın tarihini aksettirecek kitabını düşünüyor. Elisabeth devrinden kalma İngiliz kroniklerini, Shakespeare’in dramlarını, Gogol’ün “Ölü Ruhlar”ını (“Ölü Canlar”) okuyordu. En çok bu yazarlar yardım edecek planının gerçekleşmesine. Sabahlara kadar hapishane koridorlarını boydan boya adımlayarak çalışıyor, çalışıyor…”(Rady Fish, Nâzım’ın Çilesi, Ararat Yayınevi, s. 85.)
Nâzım hapishanede hem okuma hem de yazma için bol zaman bulmuştur; çok kitap okuduğu gibi bir şiir fabrikası gibi de yazmıştır. 1938’in 28 Mayıs’ından af yasasıyla serbest bırakıldığı 1950 Temmuz’una kadar aralıksız yaklaşık 13 yıl (tam olarak 12 yıl 7 ay) hapiste kaldığı yıllarda Kuvayi Milliye Destanı’nı (1939-41) İstanbul, Çankırı ve Bursa hapishanelerinde yazar. Nâzım Bursa Cezaevi’nde ilk kez yattığı 1933-34 yıllarında İlahiyat Fakültesi tarih ve kelam müderrisi (ders veren profesör) Mehemmed Şeraffeddin efendinin 1925 yılında Evkafı İslamiye matbaasında basılan “Simavne kadısı oğlu Bedreddin” isimli küçük bir kitabını okur. Bedreddin’in isyanının ve görüşlerinin ayrıntılı olarak anlatıldığı bu kitaptan çok etkilenir ve bu okumadan aldığı esinle bu tarihsel olayın destanını yazar: Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936).
“Risaleyi (kitapçık) kapadım. Gözlerim yanıyordu amma uykum yoktu. Başucumdaki çiviye asılı şimendüfer marka saate baktım. İkiye geliyor. Bir cigara. Bir cigara daha. Koğuşun sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen havasında dolaşan sesleri dinliyorum. Benden başka yirmisekiz insanı ve terli çimentosuyla koğuş uyuyor. (….)
Üstümüzdeki koğuştan idamlık eşkiyaların zincir sesleri geliyordu. Evrakları temyizde. Yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar. (…)
Gözüme, demin kapatıp çimentoya bıraktığım risale ilişti. Yarısı güneşten solmuş vişne çürüğü bir kapağı var. Kapakta, üstünlü esreli bir sülüs bir yazıyla risalenin adı bir tuğra gibi yazılı. Kapağın içinden sararmış sayfa yapraklarının yırtık kenarları çıkıyor. Bu İlahiyat Fakültesi Müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddinimi kurtarmak lâzım, diye düşünüyorum. Aklımda İbni Arabşah’tan, Aşıkpaşazade’den, Neşri’den, İdrisi Bitlisi’den, Dukas’tan ve hattâ Şerafeddin efendiden okuya okuya ezberlediğim satırlar var.” (Nâzım Hikmet, Taranta Babu’ya Mektuplar, Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, Tel Yayınları, s. 48, 49.)
Destanını yazdığı isyancıların da bir rehber kitapları vardır: Varidat
“ve yazarken
Simavneli “Teshil”ini
Torlak Kemâlle Mustafa
Öptüler
şeyhlerinin elini
Al atların kolanını sıktılar
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırıl çıplak bir kılıç
heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar…
Kitaplarının adı:
“Varidat”dı. (N. Hikmet, A.g.e., s. 60.)
Kuvâyi Milliye Destanı’nı 1939-41 yılları arasında İstanbul, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yazan Nâzım Hikmet, bir diğer başyapıtını, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı da 1941-43 yılları arasında Bursa Cezaevi’nde yazmıştır. Başta “Meşhur Adamlar Ansiklopedisi” adıyla tasarladığı 17.000 mısralık bu şiir-roman denebilecek dev yapıtta hikâye, senaryo, tiyatro, röportaj, roman, gibi birçok edebi türe özgü anlatım özellikleri ile lirik, epik, dramatik, pastoral, didaktik şiirin ifade biçimleri ustaca kullanılmıştır. Nâzım, Manzaralar’ı kaleme alma sürecini ve bu başyapıtının ayırt edici edebi özelliklerini şöyle anlatır:
“İnsan Manzaraları’nı 1941 yılında Bursa hapishanesinde yazmaya başladım. Daha önce ‘Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’ üzerinde çalışıyordum. Ansiklopedimin kahramanları, generaller, sultanlar, seçkin bilginler, sanat adamları, ya da güzellik kraliçeleri, katiller ve milyarderler değil; işçiler, köylüler, zanaatkârlar, ünleri fabrikaların, işliklerin, köylerin ve işçi mahallelerinin dışına taşmamış olan kimselerdi. Alman faşizmi Sovyetler Birliği’ne saldırdı bu sırada. Yaşlı bir gardiyandan haberi öğrendiğimde yüreğimin nasıl titrediğini anımsıyorum. Kendi kendime, ‘Bir yirminci yüzyıl tarihi yazmak gerekli’ dedim. ‘Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’, ‘İnsan Manzaraları’na bir bölüm olarak girdi. Ansiklopedinin özlü dili, destanın da üslûbunu belirledi.
İnsan Manzaraları’nda şiirin birkaç sözle çok şey söyleyebilme olanaklarından yararlandım. Kimi zaman şiire çok yaklaştım, kimi zamansa çıplak bir nesir olarak kaldı yazdıklarım. Tiyatro ve sinemanın olanaklarından yararlandım.
Destanımda, yazgıları, düşünceleri ve eylemleriyle üç yüzden fazla insan var. Olay Avrupa’da, Asya’da, Türkiye’de, Fransa’da, Sovyetler Birliği’nde, Çin’de ve diğer ülkelerde geçmektedir. Bu kadar geniş kapsamlı olayları ve bu kadar çok insanı anlatı türünde yazmaya bir insanın ömrü yetmezdi. Fakat şiir, özlülüğüyle, yirmi otuz dizede bir insan kişiliğini betimleme, onun yazgısını anlatabilme yeteneğiyle böyle bir işin başarılmasını olanaklı kılıyor.” (Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, Cem Yayınevi, 1978, Haz. Asım Bezirci, ‘Giriş’ yazısı, Moskova,1961; Çev. Ataol Behramoğlu. s. 6.)
Her ne kadar Nâzım, Manzaralar için “ … o günlerde Kraliçe Elizabeth dönemi İngiliz şairlerini okuyordum ve kısa bir süre önce de Gogol’ün Ölü Canlar’ını okuyup bitirmiştim. Bu kitaplar da belirli ölçüde etkilemiş olmalıdır çalışmamı.” diyorsa da Ölü Canlar’dan çok, Puşkin’in yapıtı Yevgeni Onegin’den etkilenmiş, daha doğrusu esinlenmiş olduğu söylenebilir: Manzaralar biçime ilişkin kimi yönleri bakımından Puşkin’in Yevgeni Onegin adlı epik şiir-romanını andırır. Puşkin de bu dev eserinde Rus eleştirmen Belinski’nin deyişiyle Rus kırsal yaşamının bir ansiklopedisini yaratmıştır. Puşkin’in bu yapıtını Rusçadan büyük emek vererek çeviren şairimiz Azer Yaran, kitaba yazdığı sunu yazısında “yapıt[ın] en baştan sona dek kentsel ve kırsal yaşamdan çok ve renkli verilerin düzlemi üzerinde gerçekleştirilmiş” olduğunu belirtir. (Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Yevgeni Onegin, Çev. Azer Yaran, YKY, Birinci Baskı 2003, s. 9.)
Bununla birlikte Manzaralar ile Yevgeni Onegin arasında sadece biçime ilişkin bir benzerlikten, yani her ikisinin de bir tür epik şiir-roman olduğundan söz edilebilir; yoksa ele alınan konular ve anlatılan hikâyeler bakımından kuşkusuz apayrı iki destan söz konusudur.
Nâzım’ın Puşkin okumalarını muhtelif cezaevlerinden yazdığı mektupların yanı sıra daha 1932’de “Ahmet Halit Kitaphanesi” tarafından basılan Gece Gelen Telgraf adlı şiir kitabında yer alan Orada Tanıdıklarım şiirinden de biliyoruz.
“Kitaplar, kitaplar/ Puşkin’den Mayakofski’ye kadar/şiir kitapları../kitaplar, kitaplar,/Felsefe- Diyalektik Materyalizm/ İktisat- Dört cilt Kapital”
Nâzım, Manzaralar’ın “Üçüncü Kitap”ında bir 2. Dünya Savaşı sahnesinde Moskova ve Rus halkıyla ilgili bölümde Puşkin’e ve eserine göndermede bulunur:
“Moskova barikatlar yapıyor, tank çukurları kazıyordu.
Ve Puşkin’i dökme tunç mantosunun omuzlarında kar
ve ayakta, dalgın, belki de yeni bir “Evgeni Annegin”
yazıyordu.” (Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, Cem Yayınevi, 1978, Haz. Asım Bezirci, s. 435.)
Manzaralar’da 1941 Mayıs’ında Haydarpaşa’dan 15.45’te kalkan trenin (posta treni) yolcularının ve yine aynı günün akşamı saat 19.00’da kalkan Anadolu Sürat Katarı (ekspres) yolcularının yaşamöyküleriyle 1908 yılından başlayan bir tür ansiklopedik Türkiye tarihi anlatılır ve destana daha sonra –dördüncü kitabından itibaren– radyodan dinlenen II. Dünya Savaşı haberleriyle Almanya, Ukrayna ve Sovyetler Birliği’nde geçen kimi sahneler de dâhil edilir. Nâzım’ın trenleri, farklı vagonlarıyla –yemekli ve üçüncü mevki– farklı toplumsal sınıf ve tabakalardan yolcuları taşır: yerli-yabancı işadamları, asker-sivil bürokratlar, aydınlar, bileklerine kelepçe vurulmuş kadın ve erkek siyasi mahkûmlar… Ve tren âdeta bir tiyatro sahnesidir: Ankara üzerinden Çankırı cezaevine götürülecek olan siyasi mahkûm Halil (büyük ölçüde Hikmet Kıvılcımlı’dan esinle yaratılan karakter) ve diğer tutuklu arkadaşlarının 15.45 treniyle yaptığı bu yolculuk sırasında anlatıda rolü olanlar trene –tabii toplumun varlıklı ve yönetici kesimlerinden olan yolcular ise diğer trene, 19.00 trenine– ya Haydarpaşa’dan ya da yol üzerindeki bir istasyondan binerler, rollerini oynadıktan sonra bir başka istasyonda ya da son istasyon olan Ankara garında inerler. Nâzım, Kemal Tahir’e bu destanla ilgili tasarısını yazıyor:
“Bu davayı sonuna erdirebilmek için hesap ettim, irili ufaklı 300 kadar insanı –muhtelif ölçülerde– perdeye çıkarıp gerisin geri çekmek lazım gelecek.”
“Yaşam öyküleriyle 1908-41 yılları Türkiye tarihinin tablolarını” oluşturduğu Manzaralar’ın kahramanlarına ilişkin destanın Moskova 1961 Kasım baskısına yazdığı önsözünde ise şöyle diyor:
“İnsan Manzaralarında –kimi zaman beş dizede, kimi zaman bütün bu üç kitap boyunca– anlatılan insanların hiç değilse yarısı, yaşamlarına kişisel olarak tanık olduğum kimseler; diğer yarısı benim imgelemimin kahramanlarıdır.”
Gerçekten de Nâzım daha önce Kuvâyi Milliye’de yaptığı gibi Manzaralar’da da cezaevlerinde tanıdığı birçok insanı, kuşkusuz imgeleminden de çok şey katarak destanının karakteri haline getirmiştir: Yayalar Köylü İbrahim’ler, Çorbacı Memetler, Laz Eyüp Ağa’lar, İlyas Kaptan’lar, Balkanlı Muhacirler, Azerbaycanlı Şükrü Bey’ler, Galip Usta’lar…
Nâzım, İkinci Dünya Savaşını başından sonuna büyük bir merak ve heyecanla radyo ve gazeteler aracılığıyla izler. Kemal Tahir’e 15. 4. 1941 tarihli mektubunda yazıyor:
“Boş vakitlerimde, bütün ajans haberleri saatlerinde, sabah saat sekiz, öğle saat 12.50, akşam saat 7.30 ve hatta bazen 10.30’da radyonun başındayım.” (Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar, Adam Yayınları, s. 59.) 7.5.1941 tarihli mektubunda da “Gazete okuyup radyo dinleyen ve aklıselimi, gözlüğü, ölçüsü olan bir mahpusun dışarıdakilerden daha özgür, daha çok anlamak imkânına sahip olduğunu” yazar.
Nâzım, dış dünyayla bağlantısını radyoyla sağlayan gerçekten çok tutkulu bir radyo dinleyicisidir. Daha önce iki yıla yakın kaldığı Çankırı Cezaevi’nde de düzenli bir radyo ve gramofon dinleyicisi olan Nâzım’ın Bursa Cezaevi’nde de radyosu hep yanı başındadır. Koğuş arkadaşı Orhan Kemal not defteriyle tanıklık ediyor:
“Üstat radyoya inmemiş. Sütü kaynattırmış. (…) (25.51942.) Akşam. Şimdi Nâzım Hikmet, radyo gazetesinde Nurettin Artam’ın tıraşlarını dinliyor. Radyo parazit yaptığı için elektriklerimizi aşağıdaki santralden söndürüp duruyor. (2.6. 1942) (…) Gece saat on ikiydi. Yarı uykulu yarı uyanık gözlerimi açıp kaparken Nâzım Hikmet’in eli, ayağımı dürttü; ‘Yahu Kursk düştü, Kursk.’ Sevinçle kendime geldim. Nâzım Hikmet radyoyu ortaya almış. Son derece kısılmış sesiyle radyo fevkalade Sovyet tebliğini veriyordu. Nâzım Hikmet sarı saçları kıvır kıvır, darmadağınık gözlerinin içi gülüyor ve hazret cıva gibi yerinde duramıyor. (…) Sonra Nâzım Hikmet radyoyu aşağı indirdi. Beşinci kol Alâeddin Bey’in koğuşuna gitmiş. Zaten Nâzım Hikmet her gece böyle yapıyor. Sovyet fevkalade tebliğini dinleyip alınan şehirleri öğrendikten ve bir kenara notladıktan sonra Alâeddin Beylerin koğuşuna koşuyor. Orda mufassal bir harita vardır, alınan şehirleri haritada buluyor. Bu hareket belki Nâzım için gayet tabii, içinde hiçbir ‘nispet’ yok. Fakat Alâeddin muhterem beşinci kollarımız için ana avrat sövmekle müsavi. Hatta bu yüzden Alaeddin Bey diyormuş ki: “Nâzım Hikmet şimdi beni on ikide uyandırıyor ama, yarın Almanlar yaz taarruzuna başlarlarsa o zaman da ben onu uyandıracağım. (9.2.1943)” (Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl, Everest Yayınları, 9. Basım: Haziran 2019, s. 108; s. 112.)
Manzaralar’da şair dünyayı, İkinci Dünya Savaşı’nı hapishanedeki kahramanlarına radyo ve gazeteler aracılığıyla izletir. Bu kahramanlarından biri de “radyoman Cevdet Bey”dir. Destanın beşinci kitabı onunla başlar. Tam bir radyo bağımlısı olan Cevdet Bey destanda kendisini şöyle tanıtır: “Kokainoman, eroinoman, nikotinoman, megaloman filan var ya, ben de elli beş yaşında bir radyomanım. Yani illetimiz radyomani/ İnsanların seslerini dinliyorum. Dünyanın dört bucağından bana sesleniyorlar.”
Destanda Ankara’ya doğru giden 15.45 treninde, ana hattında siyasi mahkûm Halil’in Çankırı hapishanesine yaptığı yolculuk anlatılır. Anlatıda 1941’le başlayan zaman ileri ve geriye kayarken mekân da anlatının gelişmesiyle birlikte trenle sınırlı kalmaz. Destanın anlatısında zaman geriye, 1908’e kadar uzanırken anlatma zamanının bize en yakın ânı, İkinci Dünya Savaşının sonunda, Sovyet Birliklerinin Berlin önlerine dayanmış olduğu sahnedir, yani 1945’tir. Bu sahnede anlatıcı/Nâzım, anlatıya doğrudan girer ve birazdan hikâyesine başlayacağı, asılarak öldürülen partizan Tanya’ya seslenir:
“Tanya, Bursa Cezaevi’nde karşımda resmin. Bursa Cezaevi’nde. Belki duymamışsındır bile. Bursanın adını. Bursa’m yeşil ve yumuşak bir memlekettir. Bursa Cezaevi’nde karşımda resmin. Sene 1941 değil artık sene 1945. Moskova kapılarında dövüşüyor seninkiler, bizimkiler, bütün namuslu dünyanınkiler… ” (Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, s. 442.)
(Devam edecek)