Hüseyin SOLGUN yazdı – Aynı şey, -edebiyat adamı olmak mı, profesyonel devrimci olmak mı?- Hüseyin Cevahir’in de başına gelir. 1970 yılı Cevahir için geri dönülemez bir yol ayrımı yaşadığı yıldır. O yılın baharında Diyarbakır’a gider, Kürt köylerinde uygulanan “jandarma zulmü”nü araştırır, tanıklarla konuşur ve Ankara’ya döner.
Unutulmaz olan imgeler, her an hayata dahil olabilecek kadar canlı olan imgelerdir. Hüseyin Cevahir’in yirmili yaşlarını geçirdiği dönem işte böyle imgelerin ortaya çıktığı bir dönemdi. Türkiye, bir yol ayrımındaydı; belki emperyalist pazara tam olarak dahil olma yoluna girilmesi “tarihsel” olarak kaçınılmazdı. Yirminci yüzyılın başından itibaren emperyalist devletlere kafa tutan “millici” devletler ile öyle olabilme veya öyle kalabilme mücadelesi verenler için, yüzyılın son çeyreğinde çanlar çalıyordu. Ya o yola girilecekti ya da bu yola girilmesi engellenecekti. Türkiye’de dönemi ifade eden slogan şuydu: Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye.
İşte o tarihsel dönemin Türkiye’deki binlerce yapıcılarından biriydi Cevahir.
Her dönemin simgeleri belirli özelliklerinden dolayı öne çıkar. 1965-71 döneminin Deniz Gezmiş’i kitlesel eylemci, Mahir Çayan’ı ise hem eylemci ama daha çok teorik özellikleriyle göze çarpar. Ancak burada bir eksik vardır. O dönem devrimcilerinin özelliklerini eylem ve siyasi teori alanına sıkıştırmak son derece yanıltıcı olur. Edebiyat, sanat, müzik alanlarında da son derece yaratıcı çalışmalar yapılmıştı. İşte Cevahir’i farklı kılan bu edebiyat, sanat alanına duyduğu yakın ilgiydi.
Cevahir’in bir edebiyat eleştirmeni olarak Türkiye’nin Walter Benjamin’i olabilecek bir potansiyele sahip olduğunu söylemek bir abartı gibi görünebilir ama değildir. Bunu bugüne çok azı ulaşan yazı ve mektuplarından anlamak mümkündür. Bir örnek olarak: Sonradan ortaya çıktığı için Cevahir kitabının ikinci baskısında yer alacak olan, daha yirmi yaşında -1965 tarihli- yazdığı mektubunda Baudlaire’den bahsediyor: “Acıdan yılgındır Baudlaire” diye yazıyor Cevahir ve devam ediyor: “zavallı hatta. Öyle garip ki, saçını ve sakalını maviye boyadığı olmuş. Oysa gözlerdeki parıltıların denize vuran güneşten daha az güzel olduğunu da bilecek kadar güçlü bir ozandır.” Sonrasında şiirinden bir kaç mısra aktarıyor ve düşüncelerini, eleştirilerini ekliyor. Diğer taraftan yakın arkadaşı Ziya Öztan’ın Hüseyin Cevahir için söyledikleri, onun edebiyat alanındaki birikimini ve potansiyelini ortaya koyuyor.
Cevahir’in bu yanı görülmezse eksik tanınmış ve anılmış olur. İstanbul Tıp Fakültesini üçüncü sınıfa kadar gelmesine rağmen terketmesinin nedenlerinden biri de edebiyat tutkusuydu. Zaten İstanbul’da geçirdiği üç yılı boyunca da “rahat” durmamış, edebiyat, sanat çevresinden hatırı sayılır arkadaşlar edinmişti: Metin Eloğlu, Edip Cansever, Cevat Çapan ve Selahattin Hilav, bilebildiğimiz arkadaşlarıydı. Ancak İstanbul yine de Cevahir’e yetmiyordu veya başka nedenler de vardı. Sınavlara girdi ve kazandı. Yirmi iki yaşında Ankara’daydı. Siyasal Bilgiler Fakültesinin birinci sınıfı sona ermeden, 1968 yazında, bu tutkusunun ilk ürününü gerçekleştirir. Yeni Eylem dergisinde yayınlanan “Edebiyatımızın Dünü Bugünü” başlıklı yazısı, Cevahir’in edebiyat eleştirmenliği alanında çok yetenekli olduğunu ve büyük bir potansiyele sahip olduğunu gösterir. Hedefleri vardır ve bu doğrultuda çalışmalarını devam ettirir. Bir yıl sonra bu defa Yordam dergisinde hedefine yönelik ilk incelemesini yayınlar. Cevahir, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah” şiirini bir edebiyat eleştirmeni olarak masasına yatırmıştır ama yazısı, aslında daha tamamlanmamıştır. “Fazıl Hüsnü’nün bu önemli yapıtı” diye yazar Cevahir, “çeşitli yönleriyle alıp incelenirse günümüz şiirine ışık tutabilecek özgün sonuçlara varacağımız inancındayım. Bunlar da şöyle toplanabilir: ‘Simgeler’, ‘Görüntüler’, ‘Çelişmeler’, ‘Masal Unsurları’, ‘Maddi Yapı’, ‘Suçluluk’, ‘Yabancılaşma’, ‘Şiirin Diyalektiği’, ‘Teknik Yapı’, ‘Kalıcılık Niteliği’.” Cevahir, bunlardan sadece ilk üçü üzerinde çalışır ve yazısının başlığı ortaya çıkar: “Çocuk ve Allah’ta Simgeler, Görüntüler, Çelişmeler”.
Cevahir, Cumhuriyet dönemi edebiyatını, bu şekilde incelemek ve eleştiriye tabi tutmak niyetindeydi. Tutkusu, hedefi buydu ama devam ettiremedi. Aynı yıl yine Yordam’da yayınlanan kısa eleştiri yazısı, edebiyat eleştirmeni olarak son yazısı olur.
Walter Benjamin’in yazılarından derlenen “Son Bakışta Aşk” kitabını hazırlayan Nurdan Gürbilek, uzun “Sunuş” yazısında edebiyat adamı ile profesyonel devrimci arasındaki ilişkiye dikkat çeker:
“Homme de lettre [edebiyat adamı] ya da profesyonel devrimci. Benjamin ne biri, ne diğeriydi. On sekizinci yüzyıl edebiyat adamlarından farklı olarak çalışmadan edinilmiş bir geliri yoktu. (…) Öte yandan profesyonel devrimci de değildi; partiye hiçbir zaman üye olmamıştı. Gene de, hem edebiyat adamı hem de profesyonel devrimcinin izlerini taşıyordu. Daha doğru bir deyişle, yirminci yüzyılın başında homme de lettre’leri devrimcilere dönüştüren, onları kültür adamları ve profesyonel devrimciler olarak bölen süreç Benjamin’de derin izler bırakmıştır.” (Metis Yay., 1993, s. 24)
Aynı şey, -edebiyat adamı olmak mı, profesyonel devrimci olmak mı?- Hüseyin Cevahir’in de başına gelir. 1970 yılı Cevahir için geri dönülemez bir yol ayrımı yaşadığı yıldır. O yılın baharında Diyarbakır’a gider, Kürt köylerinde uygulanan “jandarma zulmü”nü araştırır, tanıklarla konuşur ve Ankara’ya döner. Yazısını hazırlar ve Aydınlık dergisine verir. Yazı “Doğu Raporu” adıyla yayınlanır. Cevahir, yol ayrımında nereye doğru gideceğinin ilk işaretini sadece bu yazısıyla değil kısa bir süre sonra katıldığı bir eylemle de verir: AID deposunu yakmak için gidenlerin arasına katılır. Polis operasyonları sonucu ismi diğer arkadaşlarıyla birlikte deşifre olur. Cevahir artık polis tarafından aranan biridir. Dev-Genç örgütlenmesinin güçlü olduğu Orta Karadeniz bölgesine gider 1970 Temmuzunda. Oradan eniştesi olmasının ötesinde yakın arkadaşı olan Fevzi Özkan’a yazdığı mektupta hangi yolu tercih ettiğini belirtir. Karadeniz’den yazdığı mektupta artık “ot gibi” yaşamayacağını yazar ve şöyle bir cümle ile hayatına yön verir: “Kendime karşı sorumluluğumu yerine getiriyorum.” Kendisine karşı duyduğu sorumluluğun diğer anlamı insanlığın mutlu olmasına dönük hayali için mücadeledir. Cevahir, artık bir edebiyat adamı değil, profesyonel devrimcidir.
Sonrası bilinen bir öyküdür. 1970 sonbaharında iki ay civarında bir hapislik yaşar ve çıkar. Mahir Çayan ve diğer arkadaşlarıyla birlikte örgüt oluşturma çalışmalarını yürütür. Örgüt tarafından yapılan eylemlere katılır. Ve sonunda Mahir Çayan ile birlikte İstanbul Maltepe’deki bir evde güvenlik kuvvetleri tarafından kuşatılır. Hiç istemedikleri halde yanlarında on dört yaşlarında bir kız çocuğu vardır rehine olarak. Elli bir saatlik kuşatma 1 Haziran 1971 günü öğlen saatinde sona erer: Çatışma sonrası Hüseyin Cevahir, Mahir Çayan sanılarak öldürülür. Mahir Çayan ise kendisini öldürmek için kalbine doğru bir kurşun sıkar ama başaramaz, yaralı yakalanır…
Hüseyin Cevahir’in zorluklar ve talihsizliklerle geçen hayatı bir dönem öyküsüdür. Ancak bu öykü Walter Benjamin’in “Hikâye Anlatıcısı”nda yazdığı gibi kendini tüketmeyen, gücünü toplayan ve koruyan, yıllarca sonra bile harekete geçirilebilen (aynı kitap s. 83) bir öyküdür.