SEÇTİKLERİMİZ – Fehim TAŞTEKİN Duvar’a yazdı: “Kürtleri Şam’a itecek Türkiye’den müdahale tehdidi Suriye, Rusya ve İran açısından işlevseldir. Fakat Deyr el Zor’a kadar “TOKİSTAN” ve Fırat’ın doğusunda kalıcı üs hayali o cenahta da yutkunma nedenidir. “
Beyanatları sıralayıp kesin sonuçlar çıkarmak kolay. Bir saniyede ittifaklar kurup dağıtırız, savaş çıkartıp barış yaparız. Çok konforlu iş!
Suriye’nin olmadığı masalarda Suriye’ye gelecek dayatılıyor!
Türkiye, Rusya ve İran arasında 16 Eylül’deki beşinci zirveden çıkan sonuç bildirisinin ikinci maddesinde, “Liderler Suriye’nin egemenline, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne bağlılıklarını teyit etmiştir” deniliyor.
Suriye’nin egemenliğine ve bütünlüğüne bağlıyız ama Afrin’i Hatay yapmakta beis görmeyiz. Azez ve Cerablus’tan El Bab’a kadar kolonizasyon ekipleri Cemal Paşa’nın çizmelerini parlatmaya çok hevesli.
Diğer ikisi Suriye devletinin davetlisi, hukuken işgalci değiller, bu bakımdan kafaları rahat; yine de bu ülkeye elbise biçerken kendi çıkarları hesaba dahildir. Lazkiye ve Tartus limanları, petrol ve doğalgaz yatakları ya da fosfat madenleri için attıkları zarlar görünmez değildir. İkisi arasındaki rekabet de.
Yine kendimize dönersek; Suriye’nin egemenliğine hürmetimiz sonsuzdur ama Fırat’ın batısında da doğusunda da hayallerimiz köpük köpük. Değil 30-40 kilometrelik tamponu Rakka ve Deyr el Zor’a kadar verin bize, TOKİ ile konutlar yapalım, 3.5 milyon Suriyeliyi taşıyalım, bahçeli ve dubleks evlerde neşe saçsınlar!
Konya ovası olsa adama bu hazzı bu denli kolayca tattırmazlar.
Yine Suriye’nin egemenliğine ve bağımsızlığına hürmetkârız ama Savunma Bakanı Hulusi Akar akılda olanı dışa vurur; sadece 5-15 kilometrelik alanı ABD ile kolaçan etmekle kalmayız Irak’takine benzer şekilde kalıcı üsler kurarız. YPG ulusal güvenliğe tehdit ya her şeyi yaparız ama yine de Suriye’nin egemenlik haklarına saygıda kusur etmeyiz. Hem kalıcı üs hem de ABD ile ortak. Ha bu arada ABD de işgalcidir, “ABD varsa Türkiye neden olmasın” mantığı da hürmette kusurdur!
***
Tam Ankara’daki zirve sırasında Şam ilk kez YPG’nin lokomotif olduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) ‘terör örgütü’ olarak nitelendirdi. Üçlü bildiride de, “Liderler Suriye’nin kuzeydoğusundaki durumu tartışmış, bu bölgenin güvenlik ve istikrarının ancak ülkenin egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı temelinde sağlanabileceğini vurgulamış, bu amaç doğrultusunda çabaların koordine edilmesi konusunda anlaşmıştır” denildi. Farklı çevrelerde ivedilikle çıkartılan iki sonuç:
– “Şam YPG’yi hedef alarak Ankara’ya göz kırptı, Erdoğan’ın Esad’la el sıkışması yakın.”
– “Moskova, Tahran ve Ankara Fırat’ın doğusunda ortak bir stratejide buluşuyor.”
Nispi bir yakınlaşmanın olduğu doğru ama bu da birçok açıdan göreceli ve hileli.
Ankara-Şam hattında düşmanlık politikasından sapmaya işaret eden küçük bir makas açısı, tarafları 2011 öncesinde buluşturacak doğru yol haritalarından hâlâ uzak. Bunlar taktiksel ve stratejik hesapların dayattığı hareketler.
ABD sahadayken Suriye ordusunun Fırat’ın doğusuna harekât başlatması zor. O yüzden Şam’ın muhtemel stratejisi iki yönlü gelişebilir:
– Bir taraftan Kürtlerin liderliğindeki özerklik unsurlarını zayıflatacak ya da paralize edecek iç dinamikleri harekete geçirirken diğer yandan Türkiye’nin Amerikan himayesine dönük ‘bozucu’ ya da ‘caydırıcı’ etkisine değer atfedebilir. Bu Şam’da ‘Yeni Osmanlı’ korkularının gözardı edildiği anlamına gelmiyor.
Kürtleri Şam’a itecek Türkiye’den müdahale tehdidi Suriye, Rusya ve İran açısından işlevseldir. Fakat Deyr el Zor’a kadar “TOKİSTAN” ve Fırat’ın doğusunda kalıcı üs hayali o cenahta da yutkunma nedenidir.
Kuzey Doğu Suriye Demokratik Özerklik yapılanmasına yönelik üç ülkenin net ifadelerde buluşması, hem ABD’nin Suriye planlarını zora sokacak hem de Türkiye’nin İdlib’de Rus planına bağlı kalmasını temin edecek bir yaklaşımın ürünü. Bu yaklaşım bildirinin beşinci maddesine şöyle yansıdı:
“Liderler terörle mücadele bahanesi altında yasadışı öz yönetim girişimleri dahil yeni gerçeklikler yaratma çabalarını reddetmiş ve Suriye’nin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü zayıflatmayı amaçladığı gibi komşu ülkelerin ulusal güvenliğini tehdit eden ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılığını ifade etmiştir.”
Buna Demokratik Özerk Yönetim temsilcilerinin, “Astana ortakları Suriye’yi bölecek şekilde hareket ediyor” suçlamasıyla yanıt verdiğini de buraya not edelim.
Türkiye’nin ABD ile Urfa’da ‘müşterek harekât merkezi’ kurup sahaya intikal etmesi de diğerleri açısından yeni gerçeklik yaratmadır. Rusya, İran ve Suriye açısından Türkiye’nin tehditkâr siyasetinin ‘kullanışlı’ olması müdahale mekanizmasının onaylandığı anlamına gelmiyor. O yüzden bu meseleyi Adana Mutabakatı’yla sınırlandırmak istiyorlar.
***
Beri tarafta İdlib çengeli, Fırat’ın doğusuyla ilgili yaklaşımları etkileyen faktör olmaya devam ediyor. Orada, Türkiye’yi Soçi Mutabakatı’na göre harekete zorlama ihtiyacı hâlâ baskın. Bu konu bildirinin altıncı maddesine şöyle yansıdı:
“Liderler 17 Eylül 2018 mutabakatı başta olmak üzere İdlib üzerindeki tüm anlaşmaları harfiyen hayata geçirerek sükûneti sağlama gerektiğinin altını çizmiştir.”
Soçi Mutabakatı’nın 31 Aralık 2018 itibariyle yerine getirilmesi gerekiyordu. Ruslar bu şekilde Türkiye’yi üslendiği taahhütlere sabitleyerek Suriye ordusuyla birlikte yürüttüğü operasyonu sürdürmenin koşullarını yaratıyor.
Bildiride, “Liderler terör örgütü Heyet Tahrir el Şam’ın (HTŞ) bölgede varlığını artırmasından duyduğu derin endişeyi dile getirmiş; DAİŞ-IŞİD, Nusra Cephesi ve El Kaide ya da IŞİD ile bağlantılı diğer tüm kişi, grup ve teşebbüsleri ve BM Güvenlik Konseyi’nin listelediği diğer tüm terör örgütlerini eninde sonunda yok etmek için işbirliğine devam etme kararlılığını teyit etmiştir.”
Bildirideki bu ifadelerle, 2015’te, “Halep’in öz evlatlarıyla Suriye’nin fethini” müjdeleyen Erdoğan’ın, “Suriye’deki savaş terörle mücadeledir” çizgisine çekilmesi, hamasetperverler açısından trajik bir dönüşümdür. Ancak terörle mücadele kararlılığının Türkiye tarafındaki yorumu da pratiği de tezatlıklarla dolu. Yani Erdoğan hâlâ farklı çatı yapılanmalarıyla sulandırılanlar dahil cihatçı kümelenmelere sahada kalabilmek, kalkan oldukları gruplara siyasal statüler kazandırmak ve Kürtlerle ilgili taleplerini dayatabilmek için ‘kullanışlı varlık’ olarak bakıyor. Aralık 2012’de Nusra Cephesi, ABD’nin terör listesine girdiğinde ‘zamansız’ ve ‘devrime darbe’ diye feryadı basmışlardı. Kalben hâlâ oralarda takılı kaldılar. Ama en nihayetinde Suriye’de istedikleri karşılandıkça İdlib’de de üç aşamalı olarak Rusya’nın dediğine gelmeleri muhtemel:
– Önce M-4 ve M-5 otoyolları açılacak, böylece İdlib’in yarıdan fazlası Suriye devletinin kontrolüne geçecek, ardından İran ile Rusya’nın Adana Mutabakatı’na dayandırdığı ama Şam’ın meşru görmediği bir formülle sınırlarda ince bir şeridin kontrolüne razı olacak, son aşamada da buralardan da çekilecek.
Olayların akışı öngörülen senaryodan çıkmazsa gidişat böyle.
Rus lider Vladimir Putin ortak basın toplantısında, “Türkiye kendini savunma ve sınırlarında çıkarlarını koruma hakkına sahiptir” diyerek Erdoğan’a bir adım yaklaşırken devamında, “Suriye’nin toprak bütünlüğü tamamen sağlanacak. Bu bütün yabancı güçlerin çekilmesi anlamına da geliyor” diyerek de perdenin sadece ABD değil Türkiye için de nasıl kapanacağına işaret etti.
***
Şimdi Erdoğan, New York seferi öncesi, Fırat’ın doğusunu olduğu gibi kapsayan coğrafyada TOKİ nağmeli ‘barış bölgesi’ hayallerini tellendirirken Sağlık Bakanlığı da personele Suriye’ye askeri harekâtın icap ettireceği olağanüstü durum için Mardin ve Urfa’da görev emri çıkardı. Erdoğan tek taraflı müdahale için ABD’ye iki hafta süre tanıdığına göre sınırların da teyakkuzda olması lazım! Artık mutat bir mekanizmaya dönüştü: Her eli kulağında harekât görüntüsünü bir pazarlık denemesi izliyor.
Rusya ve İran’ın ‘ikircikli’ esnekliğinden sonra bir de New York’ta Başkan Donald Trump’tan yeşil ışık alırsa tank paletleri gıcırdar.
Ne var ki Pentagon dahil Amerikan kurulu düzeni bu tür bir müdahale senaryosuna karşı. Bu tutum, Trump’ın çekilme planından çark ettiği ocaktan beri değişmedi. Hatta 20 Eylül’de telekonferansla basın toplantısı düzenleyen Tuğgeneral Christian Wortman ve Tuğgeneral Scott Naumann müşterek harekât merkezi üzerinden izlenen politikayla ilgili üç noktaya işaret etti:
– Erdoğan’ın mil üstüne mil kattığı katmanlı planlarının aksine ABD, Tel Ebyad (Grê Sipî) ve Ras’ul Ayn (Serekaniye) arasına yoğunlaşmış bulunuyor.
– ABD’nin bu ortaklıktaki amacı IŞİD’le mücadeleye engel olacak planlanmamış herhangi bir askeri operasyonun sınırlanmasıdır.
– ABD, SDG’ye silah ve mühimmat göndermeye devam edecek.
Wortman iktidar çevrelerinin “YPG sever” Merkez Kuvvetler Komutanlığı’na (CENTCOM) karşı “Türkiye sever” diye teveccüh ettiği Avrupa Kuvvetleri Komutanlığı’nın (EUCOM) Urfa’daki merkezde görevlendirdiği komutan. Naumann ise IŞİD’e karşı koalisyonun operasyonlar direktörü.
Erdoğan New York’a giderken, “Sınırda hazırlıklarımızı tamamladık… Cerablus, El Bab ve Afrin’de kendi göbeğimizi kestiğimiz gibi kuzeyde de…” ifadelerini kullanırken, “Buranın gerçek sahipleri yüzde 85-90 oranında Araplardır” diyerek de etnik temizlik niyetini bir kez daha açığa vurdu.
***
Gerilim ve barut tek adamlık rejimin içeride ve dışarıda yakıtı haline geldi. Ateşin çağrısına kapıldılar bir kere, kötülüğün A, B, C, D kapıları sonsuza kadar açık!