Nevra AKDEMİR yazdı – Torba yasadan çıkarılan kıdem tazminatının gaspını yasalaştıracak maddelere rağmen, geçici işçilik ve kayıt dışılık düzenlemeleri özellikle kadınları etkileyecek pek çok etkiyi barındırıyor bu ortamda.
Emine hanımın çantaları, büyük markaların satıldığı mağazalarından sokak kapatarak yaptığı alışverişler medyada pek gündeme gelmese de Fransız ürünlerine boykot yapma fikrinin dillendirildiği günlerde oldukça espri konusu olmuştu. Türkiye’nin fazlasıyla özgür ve öz hakiki bağımsız basınının bir neferi, bu çantaların aslında iktidarın “itibardan tasarruf edilmez” şiarının tersine Emine hanımın büyük rakamlar telaffuz edilen orijinal markaların imitasyonlarını kullanmakla kalmayıp, bu çakma ürünlerin hepsinin geri dönüşüme imkân veren maddelerden üretildiğini iddia etti. Bu haberle aklıma halkı açlık ile imtihan edilirken, benzer bir yoksulluktan gelen Filipinler devrik diktatörünün eşi Imelda Marcos’un ayakkabıları geldi. Ferdinand Marcos Filipinler’de 1965 yılından 1986 yılındaki büyük ayaklanmalara kadar başkan olarak ülkenin kaderinde korkunç bir dönemi yarattı. 1972 yılında işçi hareketi ve güçlenen sosyalist akımlara karşı batının da desteğini alarak diktatörlük ilan etti ve sonrası çok tanıdık.
Ayakkabılardan çantalara geri dönersek, haberin bir ucu küresel meta zincirlerinin en emek gücü değersiz ülkelere devrettikleri sömürü ve insan hayatını, doğayı hiçe sayan üretim zincirinden, ticaret dünyasında küresel suç olarak kabul edilen imitasyon pazarlarına kadar uzanırken, diğer ucu ise söz konusu pahalı alışverişleri konu etmesi nedeniyle gazetecilere açılan davalara kadar uzanıyor. Ancak iki hafta önceki bu haberden sonra Türkiye’nin dizginsiz gündemi, yapılabilen ve yapılamayan büyük haberlerle sarsıldı. Ekonomi bakanı olan damadın istifasını haberleştirememe ve kulis dedikodularıyla analiz yapma arasında duran medya, yaratılmasına katkıda bulunduğu rejimi ve kendisini karakterize eden limitlerini ortaya serdi. Ülkenin en büyük gündemlerinin bir ailenin etrafında dönmesine rağmen hepimizi etkilemesinin mümkün olabilmesi, tarih boyunca pek çok totaliter rejimde görülmüş elbette. Aynı o rejimler de iş cinayetlerinin, kadın cinayetlerinin, doğa talanıyla gelen ekolojik yıkımın ve bilimsel bilgi ile hakikatin değersizleşmesinin yarattığı kötücül gündelik hayatı deneyimlemişler, bizim gibi.
İstatistiklerin aynasında
Bir kadının çanta almasının neden haber değeri taşıdığına bakalım isterseniz birkaç istatistikle. İlk olarak Türk lirasının diğer para birimleri karşısında son birkaç yılın en değersiz olduğu dönemi yaşadığını söyleyerek başlayalım. Özellikle bu durum gündelik hayatın maliyetini, tarımı çökerten politikalar ve küçük üretimi imkansız hale getiren ekonomi dışı zoru ile yaşamsal ürünleriyle ithalata bağımlı hale gelen bir ekonomide, hayat pahalılığı demek. İkinci olarak, işgücü istatistiklerinde yer alan işsizlikten bile beter olan umutsuz ve çaresiz nüfusun artışı korkunç bir rakamsal veri olarak göze çarpıyor. Ayrıntılarda gizli olanı görelim:
Türkiye’nin nüfusu, TÜİK verilerine göre 2019’dan 2020 Ağustos’a 1 milyon 139 bin kişi artarak, 62 milyon 730 bin kişi olmuş. Ancak işgücü aynı dönem içinde 1 milyon 431 kişi azalmış ve 31 milyon 749 olarak hesaplanmış. İşgücünün içinde erkekler 21 milyon 592 bin; kadınlar 10 milyon 156 bin iken, kadınlar erkeklerden daha fazla miktarda işgücü kategorisinden çıkmış. İstihdam ise aynı dönem için yine 1 milyon 254 bin kişi azalarak 27 milyon 263 bin kişi olarak belirlenmiş. İstihdam verilerini de cinsiyetlendirirsek, işgücü verilerine benzer şekilde 19 milyon 14 bin kişi erkek istihdamını, 8 milyon 541 bin kişi de istihdamdaki kadınları göstermektedir ve yine kadın istihdamındaki azalış erkek istihdamının çok az altındadır. Kadınların özellikle tarım sektöründe çalışanlar içindeki istihdamı yüzden 15’ın üzerinde azalmış görünürken, erkeklerin tarım sektöründeki istihdamı artmış. Sanayi sektöründe ise tersi bir durum görünüyor: Erkeklerin istihdamı azalırken, kadınların istihdamı artmış. Bu durum sanayi sektöründe kapanan fabrikaların ve işten çıkarmaların emek gücünün ücretini düşürme stratejisi olduğunu ortaya koyan diğer örneklere benziyor. Daha düşük ücretle çalıştırılabilen ve varsayımsal olarak daha uyumlu işgücü olan kadınlar özellikle yoğun çalıştıkları elektronik ve tekstil gibi ihracata dayalı alt sanayi kollarında sanayi alanında yerlerini korurken, iç piyasaya üretim yapan alanlarda yoğun çalıştığı bilinen erkek işgücünün sayısının azalması; salgının getirdiği “yeni normallerle” pekişen ekonomik krizin Türkiye’nin sanayi bileşimindeki etkisini görmek için önemli bir veridir. Bu konuda daha fazla araştırma yapılması ne iyi olurdu.
Aynı verilerin işsizlik kısmına biraz daha dikkatle bakalım, zira tüm yasal dönüşümlerin söylemi, işsizliğe neden olan katılıkları ortada kaldırmak. Katılık dedikleri özellikle kıdem tazminatı, zincirleme sözleşme ve iş sözleşmesinin fesih şartları gibi çalışanın gelirini ve hayatını sermayedarın ticaret süreçlerinin kaprisli istikrarsızlıklarına karşı koruyan yasalar ve yönetmelikler olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Aynı şekilde esneklik olarak öne konulanların da aslında işgücünün çalışma saati, yeri ve biçiminin esnekliğinden ziyade işgücünün çalışma sürecinin eğretiliği olduğunu görmek de bizi çok şaşırtmayacaktır. Zira kapitalistlerin hayal ettiği, emek gücünün piyasadan herhangi bir üretim aracı gibi serbestçe alınıp satılması kararı. Yani emekçinin “sosyal ve politik varlığı ile haklara sahip birer insan” olması, kapitalistlerin hayatını çok zorlaştırıyor diyebiliriz. Bu açıdan göçmen işçiler ve mültecilerin varlığı kapitalistlerin cennete bir adım daha yaklaşması anlamına geliyor. Zira belgesiz mültecilerden kayıtsız göçmenlere, siyasal ve politik haklardan mahrum, sadece insan haklarının uluslararası çerçevesinden kamuoyundaki görünürlükleri ölçüsünde hayatlarına yansıyan haklarla daha şiddetlenen çalışma koşulları en çok iş cinayetlerinde önümüze düşüyor. Zira Berger ve Mohr’un göçmen işçileri anlatan yedinci adam kitabında söylediği üzere, göçmen işçi, sınırdan geçerken sosyal ve politik varlığından soyulan kişidir.
Covid-19 bir işçi sınıfı hastalığı
Bu bağlamda, yaşamlarının nasıl olduğunu ölümleriyle kayıt altına alınan göçmen işçileri İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerinden göreceğiz: Meclisin tespit edebildiği kadarıyla Ekim ayında en az 207 işçi, 2020 yılının ilk on ayında ise en az 1736 işçi çalışırken hayatını kaybetmiş. Sadece Ekim ayında, 8’i çocuk, 14’ü kadın, 9’u Suriyeli, 1’i Afganistanlı, 1’i Özbekistanlı ve 1’i Türkmenistanlı olmak üzere 12’si göçmen ve 10’u sendikalı işçi çalışırken alınmayan önlemler yüzünden öldürüldü. Ölüm nedenlerine bakınca, açıklıkla alınmayan tedbirlerin insan hayatını nasıl yok ettiğini; yani ölümlerde sermayedarların ve denetim yapmadığı, hukuka uygun davranmayı garantilemediği için devletin sorumluluğunu ortaya koyuyor. Meclis’in verilerine göre en çok ölüm sebeplerine bakarsak: 51 işçi Covid-19, 36 işçi ezilme/göçük, 35 işçi trafik/servis kazası, 18 işçi yüksekten düşme, 13 işçi kalp krizi, 12 işçi elektrik çarpması, 12 işçi şiddet ve 7 işçi boğulma nedeniyle hayatını kaybetmiş. Meclis, Ekim ayı raporunda şöyle uyarıyor: “Türkiye’de ilk vakanın tespit edildiği 11 Mart’tan beri geçen sekiz ayda en az 325 işçi koronavirüs nedeniyle hayatını kaybetti. İşçilerin ailelerini ve emeklileri de ekleyince Covid-19’un bir işçi sınıfı hastalığı haline geldiği gerçeği tüm çıplaklığı ile ortadadır.”
Ölüm riskine rağmen işçilerin çalışma nedeni işsizlik elbette. Hükümet temsilcilerine göre işsizlik kendi başarılı politikalarının sonucu olarak düşüyor. Bu veri ilk bakışta doğru gibi görünse de TÜİK 2020 Ağustos ayı istatistiklerine bakıldığında, işsizlikten daha korkunç bir durum ortaya çıkmış görünüyor: Çaresizce, iş bulma umudunu kaybeden, iş aramaktan vazgeçen ve dolayısıyla işgücü istatistiklerinde işsiz olarak da değerlendirilmeyecek büyük bir kitle görünür hale gelmiş. İşgücüne dahil olmayan nüfusun 1 senede 2 milyon 570 bin kişi arttığı hesaplanmış ve bu kişilerin yüzde 70’i kadın. Eskiden kolaylıkla kadınların yüklenmek zorunda kaldıkları bakım ve ev işleri nedeniyle gelir getiren işlere dahil olamadıklarını kolayca söylerken; bu konuda bir soru işareti yaratan bir veri artık söz konusu. Ev işleri nedeniyle gelir getirici işte çalışmayanların sayısı ciddi miktarda azalmış. Gelir getirici bir işte çalışma arzusunda olmayan kadınların 2019 yılının Ağustos ayında oranı yüzde 40 iken şimdi yüzde 32’ye düşmüş. Kadınların bir kısmı, gelir getirici işte ev işleri dolayısıyla değil, iş bulmaktan ümitleri olmadığı için çalışamıyorlar bu verilere göre. Erkekler için de benzer bir durum var. Erkekler ve kadınlar neredeyse aynı düzeyde çalışmaktan vazgeçmişler ve hükümetin işsizlik verilerine bile yansımayacak bir işsizlik durumu bu. Zira işsizlik oranlarındaki azalışı bu görünmeyen çaresiz kişilerin varlığı azaltmış demek ki.
İşsizleri biraz ayrıntılı incelediğimizde işsizlerin büyük kısmının (yüzde 35) geçici bir işte çalışanlardan oluştuğunu görüyoruz. Yani geçici işler içinden kolay çıkamayacağımız bir çukur oluşturuyor, özellikle kadınlar için. Hizmet sektörü ise en fazla işsizlik işçilik döngüsünü barındıran sektör. Zira hem ev içi devredemedikleri yükümlülükler hem de işyerlerinde sıklıkla karşılaştıkları toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin uzantısı olan ayrımcılık ve şiddet nedeniyle. Bu açıdan işgücüne dahil olmama nedenlerinden en önemlisi ve cinsiyete bağlı olan kategori olarak ev işleri nedeni görünür hale getiriyor bu durumu. İstatistiğin dikkat çekici artış gördüğümüz, bir seneden iş bulma ümidini kaybedenlerin yüzde 117 artmış olması, diğer nedenlerle iş aramaktan vazgeçenler ise yüzde 68 oranında artmış.
Pandemi koşullarında evde devam eden üretim ile ev işleri ve bakım gereksinimine bölünen zamanın üzerimizde yarattığı yıkım açıkça ortaya çıkmış oldu bazılarımız için. Üstelik işlerin muazzam yoğunlaşmasını artık hesaplanamayan iş saatinin uzunluğu üzerinden ev koşullarının olanaksızlığına rağmen yürütüyoruz. Evlerin kimseye bir şey soramadığımız, iki dakika konuşup nefes alamadığımız, isyan edemediğimiz ve yalnız, tükenmiş hissettiğimiz iş mekanlarına dönüşmesi, iş nedeniyle artan faturalar da cabası. Serbest zamanlarımızda vicdan azabı hissettiren bir dönüşüm bu, tam da kapitalistlerin hayal ettiği gibi. Bazılarımız için işe gitme zorunluluğunun ötesinde, işyerlerinin bir çalışma kampına dönüşmesini izlemek ve işten atılmamak için bu duruma razı olmak içinde bulunduğumuz hal. Pandemiye rağmen sıkış tıkış gittiğimiz işyerlerinde, pandemi yokmuşçasına çalıştırılıp, pandemi nedeniyle düşük ücret aldığımız hayatımız, güç ilişkilerinin somutlaşmış hali.
Bir tarafı akademik olarak çalışan yoksulluğu olarak ifade ettiğimiz, riskli koşullara rağmen uzun ve yoğun çalışma saatlerini kabul etmek zorunda kalan, geliriyle ancak borçlarını döndüren, işyerinde ve kamusal alanlarda daha güçlü pozisyonda olanlar karşısında onur mücadelesi veren ve sefalet koşullarına rağmen yaşayabilen işçilik örüntüsü ile tanımlanıyor artık. Diğer tarafta ise gelir getirici bir işi aramaktan vazgeçen, daha ayrıcalıklı hissettiği halde hissettiği kayıpları sosyal ve siyasal varlıkları görünmez hale gelen göçmen düşmanlığına evrilerek öfke biriktiren, kategorilerde bile yer almayan kocaman bir çaresizler kitlesi ile doluyor.
Öfkeyi pahalı çantalara değil ötekine yönlendirmek ise medyanın asli görevi bugünlerde. Bu yüzden gündeme geldiğinde iktidarın keskin hukuk zırhını çıkararak hakaret davası çerçevesinde değerlendirdiği haberlerin yerini “Suriyelilerin misafirliği” konusu alıyor her cepheden. Halbuki her zaman, sadece emek göçü olarak gerçekleşmez, sermayesini, vasfını, kültürünü, yemeğini, politik tavrını da emek gücü ile beraber getirir göç eden insanlar. Bu bağlamda büyük göçler sonrasında kentsel siyasetin yönünün de kentin sermaye bileşiminin de değiştiğine defalarca şahit olduk aslında. Kentlerdeki değişim, devletin planlaması kadar üzerindeki yaşayanların güç ilişkilerine ve sermaye yatırımlarına da bağlı değil miydi? Çantaların dolmasını sağlayan kentsel mekanların değişim değerinin yükselmesi, en geniş anlamda profesyonel meslek sahipleri de dahil olmak üzere işçilerin cüzdanlarının boşalmasına tekabül etmesi şaşırtıcı değil bu açıdan. Sosyal bakım hizmetlerinin bir hak olarak sağlanmasından uzaklaşıldıkça, kadınların daha fazla cinayete kurban gitmesi arasındaki bağı kuran çok dinamik var, imtiyazlar ve yaşam tarzı konusunun suyu bulandırmasına rağmen.
Emine Hanım’ın çantalarını değerlendirmek için torba yasaları görmek de oldukça önemli: Geçen hafta konu ettiğim torba yasa, 10 Kasım tarihinde Türkiye’de mecliste kabul edildi. Düzenlemelerden dikkat çekenler, sermayedara daha fazla teşvik ve kar vadediyor. Kayıt dışılığın 2020 Ağustos istatistiklerine yüzde 22 oranında yansıdığı bir dönemde, sigortasız çalıştırmaya para cezası uygulanması kaldırılmış. Bu durumda çalışanların emeklilik hakları, sosyal sigortaları ve pandemi döneminde sağlık hizmeti desteklerinden yararlanmasını sağlayacak olan çalışma haklarının sermayedarlar tarafından gaspına yeşil ışık yakılmış görünüyor, hem de istatistiklere göre her üç işçiden biri için. Söz konusu gaspı yasal hale getiren bir uygulama olan kısa çalışma ödeneğinin cumhurbaşkanı tarafından uygulama süresini 30 Haziran 2021’e kadar uzatma yetkisine sahip olması çok çarpıcı görünüyor. Vergi borçlarının sermayedarlar için taksitlendirilmesinin yanı sıra yurtdışında bulunan kayıt dışı para, altın, döviz, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçları ile taşınmazların vergi dairelerine bildirilmesi sonucu vergi incelemesi yapılmayacak olması da üzerinde durulması gereken, özel ricalar ve gereklilikler üzerine çıkarılmış maddeler açık ki.
Torba yasadan çıkarılan kıdem tazminatının gaspını yasalaştıracak maddelere rağmen, geçici işçilik ve kayıt dışılık düzenlemeleri özellikle kadınları etkileyecek pek çok etkiyi barındırıyor bu ortamda. Tüm esneklik olarak betimlendiği halde güvencesiz çalışmayı dayatan düzenlemeleri ve hukuksuzluk, etnisite ve göçmenlik gibi pek çok bağlamda katman katman şiddetlenen sömürü koşulları demek bizler için. Emine hanımın çantası, damat beyin istifası derken, ana akım medyanın görmedikleri kocaman bir cehennem, emek cehennemi.