Zeki TOMBAK yazdı – “Türkiye’nin uluslararası ilişkiler birikimi ve AKP’nin dış politika parantezi” başlıklı yazı dizisinin ikincisi – Kendisini halkın efendisi gören bu “efendi” takımı, uluslararası ilişkilerde “efendisiz” yapamıyor. Bütün anti-emperyalist gevezelikler bittiğinde, hepsinin aklından geçen soru şudur: ABD başkanı Biden ne zaman telefon edecek?
Sivil Siyaset ve Devlet
Türkiye Osmanlı İmparatorluğu’nun varisidir.
Cumhuriyet bu varislik halini, övünülesi bir durum olarak anlamadı ve yeni kuşaklara da överek ve övünerek anlatmadı. Çünkü devraldığı mirasın son halkası bir İngiliz gemisine binerek ülkeyi terk eden Padişah Vahdettin ve son toprakları da işgal altına girmiş veya girmek üzere olan bir imparatorluk enkazıydı.
AKP iktidarı ise, Osmanlı mirasını adeta 16. yüzyıl sonunda, Kanuni’ye, oğlu Sarı Selim’e ve onun oğlu III. Murat’a sadrazamlık yapan Sokollu Mehmet Paşa’nın uğradığı suikast sonucu ani ölümü üzerine yapılan genel seçimlerde, sandıktan birinci parti olarak çıkmak suretiyle devralmış gibi konuşuyor. Başta TRT olmak üzere havuz medyasına yaptırılan “devletimiz/tarihimiz” temalı diziler, toplumun tarih algısını bu ikinci anlayışa göre inşa etmeyi amaçlıyor.
2020’yi hatırlayalım.
Libya’da, Ege’de, Kıbrıs’ta, Suriye’de, Kuzey Irak’ta, Karabağ’da ya sıcak çatışmanın içinde, ya eşiğindeydik. AB ile, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Rusya, Suriye, Ermenistan, Bingazi hükümeti, İsrail ile karşı karşıyaydık ve bu ülkelerin bazılarıyla farklı coğrafyalarda müttefik gibi görünüyorduk. Rusya Suriye’de dostumuzdu ve çok sayıda “Mehmetçik” İdlib’de Rusya uçakları tarafından vuruldu. Dostumuz Rusya ile Libya’da Sirte-Cufra hattında kurduğu savunma hattında karşı karşıya geldik ve dostumuz Rusya ile savaşırlarsa kullanabilsinler diye Ukrayna’ya SİHA sevkiyatı yapmaktayız. Subat ayının son haftasından bu yana dostumuz Rusya ve onun müttefiki Suriye ordusu, Kuzey Suriye’de, Türkiyenin kontrolü altındaki bölgelerdeki Türkiye’nin müttefiki selefi cihatçı örgütlere ait hedeflere füzelerle ve topçu ile vuruyor. İçişleri Bakanı Soylu, “dost ve müttefik” ABD’nin 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olduğunu ve bunun “hesabını vereceğini” söylüyor. vb vb.
Ülke içinde “iç güvenlik harekatı” 40 senedir sürüyor.
Gare üzerine yazıp söylediklerim tazedir, tekrar etmek istemem.
Türkiye’nin herkesle kavga eden politikası hem yanlış ve hem de böyle bir politikayı yürütecek maddi gücü yok.
Türkiye’yi yönetenler, dost düşman ayırmadan, içeride ve dışarıda, kiminle herhangi bir konuda ihtilafa düşseler, ülke bir anda TRT dizisi setine dönüşüyor. Ağızlar bozuluyor, ortam kılıç şakırtısı ve at kişnemeleriyle doluyor. İşin düşman ve tehditkar bir dille konuşma bölümünde AKP ve MHP’li siyasiler var. Ama devlet aklı, ne zamandan beri sadece siyasilerin aklından ibaret bir akıl oldu? Belli ki, devlet içindeki bazı “ağırlıkların” aklıyla, sivil aklın örtüştüğü veya çatışmadığı alanlarda ortaklaşılan hamleler yapılıyor. Hamlenin başarısına göre roller abartılıyor veya rol çalınıyor.
Ama karşıdaki muhatap sert çıktığında, İdlib bombardımanından sonra Kremlin kapısında bekletilme görüntülerinde olduğu gibi sonuçları sessizce kabullenme; Rahip Branson olayında ABD’nin, Deniz Yücel olayında Almanya’nın iradesine boyun eğme sefaleti yaşandığında, bu sonucun sahibi ortaya çıkmıyor ve neredeyse Gare’ye kadar kimsenin kimseyi işaret etmesine de izin verilmiyordu.
Sadece bilerek/bilmeyerek yollara bırakılan işaretlere baka baka gerçeğin peşine düşebiliyorduk.
Gare’de yaşananın “başarısızlık” olduğunu söyleyen Erdoğan “sorumlu devlettir” dedi. Devlet Bahçeli “Fezlekelerin arkasında devlet var” diyerek fezleke politikasını sadece güçlendirmeye çalışmadı; muhtemelen sorumluluğu da paylaştırdı. Böylece artık siyaset kurumunun dışında, bir “devlet”in, görünür olmasa da işaret edilir hale geldiği günler başladı.
Eğer bu maceracı ve sürdürülemez olduğu görüldüğünde teslimiyetçiliğe dönüşen dış politika AKP-MHP’nin tutumu olarak devlete hakim olsaydı; cehalet, sığlık, bir devlet yönetme geleneğine sahip olmama gibi nedenlerle konuyu izah edebilirdik. Ancak Türkiye’de böylesine bir yekpare iktidar yapısı hiçbir zaman sözkonusu olmadığı gibi, şimdi de mevcut değildir. Diğer taraftan AKP gibi, uzun yıllar ülkeyi yönetecek toplumsal desteği arkasına alabilmiş partiler de kendi içinde güç odakları ve “ağırlıklarla” varolabilirler. Ve bu ezik ruh hali, çapsız sivil siyasi kadrolardan devlet politikalarına sirayet etmekten ziyade; devlet zihniyetinden ve onun taşıyıcısı olan devlet içi kümelenmelerden sivil siyasete ve giderek topluma nüfuz etmektedir. Zaten bu tornadan geçmeye direnen politik akımlar/partiler engellenmekte; kapatılmakta ;siyasetçiler gene devlet uygulamalarıyla siyasetin dışına itilmekte; buna da direnirlerse, cezaevi yolu görünmekte, hatta hayatlarına kastedilmektedir.
Asıl Şekillendirici: İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı
Burada “devlet” diye adlandırdığım ve kendisi de yekpare olmayan aklın nasıl şekillendiğini hikaye etmeye çalışayım.
19. yüzyıl İmparatorluğun en uzun yüzyılıdır. Ağır yenilgiler ve toprak kayıplarıyla sona eren savaşlar; Kutsal topraklarda yaşanan Vahhabi ayaklanması; Mora isyanı ve Yunan Bağımsızlığı, izleyen diğer ayrılıkçı ayaklanmalar ve bağımsızlıklar, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ilkinde Osmanlı ordularını yene yene Bursa civarına kadar ilerleyen, ikincisinde Nizip zaferiyle İstanbul yolunu tekrar açan isyanı, donanmayı alıp Mısırâ götüren donanma komutanı Firari Ahmet Paşalar, devletle paşası arasına giren yabancı devletler, Kırım Harbi, Dış Borçlar, devletin iflası; Duyun-u Umumiye, Balkan Savaşı, Sarıkamış faciası ve nihayet Osmanlı Devleti’nin tarihe gömüldüğü 1. Dünya Savaşı.
Osmanlı 19. yüzyıl boyunca giderek şiddetlenen biçimde, bir güçlü devletin himayesine ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Osmanlı’nın tercihi hep İngiltere (yanı sıra Fransa) olmuştur. Sadece İngiltere himayeye yanaşmadığı durumlarda, muhtaçlık haline cevap olarak, 1833’te Rusya ile Hünkar İskelesi Anlaşması yapılmış ve gene İngiltere ve Fransa yanaşmadığı için 1. Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak girilmiştir.
İmparatorluğun en uzun yüzyılının sonuna yaklaşıldıkça, bütün son zamanlarını yaşayan siyasi oluşumlar gibi; daha açık bir örnek olarak bugünkü AKP-MHP rejimi gibi, Osmanlı’nın da uluslararası ilişkilerde ittifaklarının, dostluklarının ömrü hızla kısaldı. Devleti ayakta tutmak ve ömrünü uzatmak için bulunan çareler ve politik seçenekler hızla etkisizleşir oldu. Tanzimat, İmparatorluğu meydana getiren etnik ve inanç temelindeki çeşitliliğini korumaya hizmet edemedi. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük, “üç tarz-ı siyaset” bir kaç yıl içinde tüketildi. İttihat Terakki’nin ve 2. Meşruiyet’in yarattığı coşku ve umut; bir kaç yıl içinde kapkara bir devlet terörüyle boğuldu. Devlet içindeki siyasi rekabetler siyasi cinayetlerle çözülmeye başlandı.
Devletteki çözülüş, İttihatçı hareket içinde,
– Devleti doğuya taşımak. İleride toparlanıp yeniden Batıya dönmek;
– Devleti savunulabilir sınırlara çekmek, ileride fırsat çıktığında adım adım genişlemek, eski topraklara dönmek;
– İmparatorluğunun Müslüman olmayan tebasını tehdit olarak görmek ve bu unsurlardan kurtulmayı “milli bir varoluş” sorunu olarak algılamak gibi kabullere dayanan bir akıl yarattı.
Bu akıl, Ermenileri soykırıma tabi tuttu. Rumları mübadele ve zorunlu göçe tabi tutma politikalarıyla Süryani, Ezidi ve kendilerini tamamen “Türk” addeden Musevi cemaatini ötekileştirerek; yerel otoritelerin ve cihatçıların ve faşistlerin saldırılarına açık hale getirerek ülkeyi terk etmelerinin şartlarını hazırladı. AKP’li TBMM Başkanı Cemil Çiçek, bir mülakatında “Gayrı müslim unsurlar devam etseydi bazı milli gelişmeler gerçekleşebilir miydi?” şeklinde yapılanları onaylarken, işaret ettiğim zihniyetin bugün yaşayan cisimleşmiş bir örneğini ortaya koydu. O akıl, Alevileri asimilasyona tabi tutarak sünnileştirmeye, Aleviliği “Alevi islam” olmayı kabullenmeye zorladı. Daima her muhalefet girişiminde komünizm tehdidi algıladı; berrak bir sınıf düşmanlığı ile hareket etti; örgütlenen ve hakkını arayan işçiden, özgürlük talep eden aydından, öğrenciden öldüresiye nefret etti ve öldürdü de. Tabii her zaman “Kürtleri ne yapsam?” sorusuyla boğuştu, kabuslar gördü ve görmeye devam ediyor.
Kürtlere kendi çözümünü kabul ettiremeyeceğini, özellikle son 40 yılda gördü. Ama öğrenmedi. Bu yüzden ülke giderek daha kısa aralıklarla, giderek daha derinleşen ekonomik, sosyal ve siyasal krizler yaşıyor. Bu görme/öğrenme süreci, devlet akıllarının ve sivil siyasi akılların tamamının, Kürtlerin çözüm önerilerini dinleyip, anlamaya ve kabullenmeye hazır oldukları günlere kadar devam edecek.
Bu akıl eşitlik, özgürlük temelinde, barışçı, insani bir toplum kurma kapasitesine sahip olmadığı gibi, böyle bir toplumda yaşamaya da hevesli değil. Bir sürü kıytırık adam ve kadın, bu gayrı insani, faşizan fikirleri savunduğu için kendisini devletin sahibi, hatta ta kendisi ve milletin efendisi zannediyor. Uyuşturucu, silah kaçakçısı, fuhuş sektöründe iş tutan mafya bozuntuları, dünyadaki benzerlerinden farklı olarak Türkiye’de en vatansever, en milli fiyakası ile konuşuyor. Devlet bu fiyakayı kabul ediyor ve mafyaya devlet kurumu hüviyeti bahşediyor.
Kendisini halkın efendisi gören bu “efendi” takımı, uluslararası ilişkilerde “efendisiz” yapamıyor. Bütün anti-emperyalist gevezelikler bittiğinde, hepsinin aklından geçen soru şudur: ABD başkanı Biden ne zaman telefon edecek?
Soğuk Savaş‘a İlham Kaynağı Bir Cumhuriyet
Osmanlı’nın varisi olmak, uluslararası ilişkilerde öncelikle 19. yüzyılın ezici hafızasını, bütün izleriyle beraber devralmaktır. Zayıflığın ve himayeye muhtaçlığın mecbur ettiği diplomatik dil, şekil ve usullerin ötesinde, güçlü devleti ve devletleri gözetmek, tedbirlilik, mesafeleri doğru belirlemek, içinde bulunduğu blokla uyum, çatışmadan uzak durma, onay alarak harekete geçme gibi prensipleri hep dikkate almaktır. Tabii bireyler ve gruplar hatta kimi zaman kurum düzeyinde kulis, yaranma, yaltaklanma, maddi ilişkiler kurma, güçlü devlete ruhunu teslim etme, ajanlaşma ve devlet içinde başka devletler adına gerilim, tasfiye, komplo vb çalışması yapma vakaları da sadece miras değil, bir gelenektir.
Bu çeşit eziklikler bağımlı ülkelerin uluslararası ilişkilerinde sık görülür. Ama Türkiye’nin tamamen istisnai bir birikimi var:
Soğuk Savaş, 2. Dünya Savaşı’nın son günlerinden SSCB’nin çözülmesine kadar devam eden bir dönem olarak bilinir. . Cumhuriyeti kuracak olan kadro, ülkenin işgalinden duyduğu endişeden daha çok, Kuzey komşuda yaşanan Bolşevik Devrimi’nden korkmuştur. Bu yüzden Cumhuriyet rejimi, daha kendisini kurmadan, 1921 Ocak ayından başlayarak Soğuk Savaş’ı kendi içinde inşa etmeye girişmiştir. Böylece bu devlet geleneği Batıda Soğuk Savaş döneminde geliştirilen Özel Harp/Gladio örgütlenmesine, İttihatçıların kurduğu “Teşkilatı Mahsusa” ile ilham kaynağı olmakla kalmamış; bizzat rejimin bütününü, anti-komünizm şemsiyesi altında demokrasiye ve halka düşmanlıkla, mafyanın özellikle 12 Eylül rejiminden başlayarak bir devlet kurumu haline getirilmesiyle, muhalif unsurlara karşı 1921’den itibaren, örtülü operasyonlarla ve sonuna kadar bağımlı bir medya ve yargı ile inşa etmesine örnek teşkil etmiştir.
Dolayısıyla 2. Dünya Savaş’ının sonu yaklaşırken, savaş öncesinden başlayarak Nazi Almanyası ile geliştirilen ticari ve siyasi ilişkilerin savaş sonrasında başına dert olacağı endişesiyle, “Sovyet tehdidi” bahane edilerek , ABD’nin kanatları altına girildi. İngiltere ile ilişkiler her zaman korundu ve bu ikiliye zamanla İsrail de dahil oldu. ABD-İngiltere ve İsrail, özerklik alanları olmakla beraber, uluslararası ilişkilerde her zaman birlikte hareket ettiler. Türkiye Cumhuriyeti dış politikasında bu üçlü ile uyumlu oldu. Himayelerini ve onaylarını gözetti. ABD’nin sürükleyicisi olduğu bütün uluslararası kurumlarda yer almaya; uluslararası sözleşmeleri imzalamaya özen gösterdi. Bununla birlikte Batı sistemi içindeki devletlerle, 1974 Kıbrıs harekatı dahil, sistemi rahatsız edecek gerilimler yaratmadı. (Gerilim, TSK’nın kontrol altına aldığı bölgelerden çıkmaması nedeniyle yaşanıyor.)
NATO üyesi olarak, sisteme gücünün çok ötesinde katkı sundu, sunmaya devam ediyor. Ve ülke içinde bütün anti komünist patırtıya ve zalimliğe rağmen, tarih sahnesinden çekilinceye kadar SSCB ile son derece dikkatli bir ilişki sürdürüldü, Sovyetlerin dostluğundan faydalanıldı, NATO üyesi ve ABD’nin güçlü kontrolü altında bir devlet olunmasına rağmen, özel bir gerilimden ve provokasyondan uzak durmaya özen gösterildi.
Dış politika alanında Cumhuriyet tarihi boyunca takip edilen söz konusu “kendini bilen” tutumdan kopuşun sembol adımlarından biri Suriye savaşının fitilini AKP iktidarının ateşlemesi, zirve adımı ise 24 Kasım 2015’te bütün bir Soğuk Savaş döneminde hiçbir Batı ittifakı üyesi ülkenin yapmadığını yapıp Rusya’ya ait bir SU 24 savaş uçağının düşürülmesi; uçağın düşürülmesinden dakikalar sonra NATO’dan himaye talep edilmesi ve Başbakan Davutoğlu ile C. Başkanı Erdoğan’ın “uçağı düşürme emrini ben verdim” yarışına girmesidir.
Azerbaycan’ın Rusya’nın yol vermesi, İsrail ve Türkiye’nin desteğiyle, Ermenistan’a karşı Dağlık Karabağ’da kazandığı askeri başarıya İlham Aliyev’in o kadar çok ihtiyacı vardı ki; aylardır gece gündüz bu başarıyı sahiplenmeyi günlük rutin faaliyet haline getirdi. Aliyev bu kadar sahiplenmeseydi, Erdoğan bu başarıyı da, kendisinin zaferi olarak Türkiye toplumuna sunmaya dünden hazırdı.
Erdoğan’ın, 2020 yazında Ege krizinde Yunanistan’a ait bir savaş gemisinin vurulması yönündeki talimatını uluslararası basında okumadan önce yazmış ve Hulusi Akar’ın böyle bir gelişmeyi önlediğine dair duyumlarımı paylaşmıştım. Aynı Hulusi Akar, belki de havuz medyasında hakkında yürütülen yıpratma kampanyasının etkisi altında, PKK önder kadrosundan bir veya bir kaç tanınmış ismi ele geçirme ve böylece kendi yıldızını tekrar parlatırken, devletteki müttefikleriyle beraber AKP’nin kötü talihini hiç değilse bir süreliğine geri döndürme hayaliyle gittiği Gare operasyonundan bir başarısızlıkla döndü.
AKP henüz ortaya çıkmadan yaklaşık bir asır evvel ortaya çıkan ve Cumhuriyet rejiminde devlet akıllarının en azından biri ve en etkilisi olan akıl ne yaptı? “Adım adım genişleme”, “eski topraklara dönme” anlayışı ne oldu? Büyük devletlerden birinin veya bir kaçının onayını alabildiği anlarda, hızla bir bölgeyi işgale hazır; “Artık geri çekilmek yok” diyerek girdiği hiçbir yerden silah zoru olmaksızın çıkmamaya kararlı, “eski topraklardaki” iç sorunları sürekli gözeten, kaşıyan bir akıl olarak yaşamaya devam ediyor.
Haliyle AKP bu bütün bu maceracı adımları kendi başına atmadı. AKP dış politikası duvara tosladığında, bütün sorumluluk sadece Erdoğan ve çevresine yıkılırsa; devlet zihniyeti ve bu zihniyet adına hareket ettiğini iddia eden odaklar ile hesaplaşılmazsa Türkiye gerçek bir demokrasi yaratma şansını bir kere daha kaçırmış olur.
Bu neo İttihatçı akıl, AKP’den önce vardı ve AKP’nin iktidara taşınmasında, önündeki engelleri kaldıran, yolunu temizleyen dış akıllar kadar, içerideki bu aklın da rolü ve etkisi oldu.
1962’de Milli Emniyet Hizmeti Reisliğine, 1966’da MİT’in başına getirilen, son rütbesi Korgeneral olan, önce Nazi istihbarat şefiyken, ikinci Dünya savaşı sonrasında müttefiklerin safına geçen Gehlen’in öğrencisi Fuat Doğu, üniversite gençliği içinde sol düşüncenin etkisini kırmak amacıyla İhvan lider Seyyid Kutub’un kitaplarını Diyanet İşleri Başkanlığına çevirterek yayınlattı.
Ve henüz AKP ortada yokken, 1982’de Hama’da askeri öğrencilere saldırı düzenleyerek silahlı ayaklanma başlatan ve başarısız olunca, kapağı Türkiye’ye atan İhvan’ın Suriye kolu önderleri, hayatlarını Mersin’de devam ettirdiler.
Müslüman Kardeşler, AKP’den çok önce, hem solun fikri etkisini kırmak; hem de komşunun içini karıştırmak için elverişli bir bağlantı idi.
Baba Esad durup dururken mi Bekaa Vadisini PKK ve daha sonra Türkiyeli sol örgütlere tahsis etti sanıyorsunuz?
(Devam edecek)