TÜLAY HATİMOĞULLARI yazdı – “Henüz hiçbir şey bitmiş değil. Bu ölümcül gidişatı durdurup tersine çevirmek mümkün. Yakın zamanda Gezi’yi ve 6-7 Ekim’i yaşamış, tanıklık etmiş kitleler doğru kanallar açıldıkça akan su gibi yatağını bulacaktır. Hatta bizzat o kanalların açılması sürecinin parçası olacaktır.”
TÜLAY HATİMOĞULLARI
Dış politika tutarsızlığı tavan yaptı
Bir zamanlar Ortadoğu’nun süper gücü olmayı hedefleyen AKP iktidarının süngüsü düştükçe düşüyor. “Arap Baharı”nın Müslüman Kardeşler’in yıldızını parlatacağı bekleniyordu. Mısır’dan bölgeye ve Suriye’ye yayılacak, Türkiye’nin yeni komşuları olacaktı. Müslüman Kardeşler’in parlaklığı kısa bir zamanda sönümlendi. Olmadı. Esed’leştirdikleri Esad hızla gidecekti. Emevi Camisi’nin kapıları Erdoğan için ardına kadar açılacaktı. Belki Yavuz Sultan Selim’in kaftanını o giyecekti ve “Ben Halife-i ruy-i zemin'im” (yeryüzünün halifesiyim) diyecekti. Olmadı. Kürtlerin bölgesel güç olmasını engelleyecek ölümcül darbeleri vuracaktı. Olmadı. İran ile eşitlenecekti, belki de kafa atacaktı. Olmadı. Filistin davasını savunarak imaj düzeltecekti. Yüzüne gözüne bulaştırdı. Cami/ezan tartışmalarına rağmen İsrail’le kadim bağlara devam etti. Olmadı.
Bu kadar başarısızlığa bir hal yol bulmalı derken; AB ve ABD’ye göreceli restlerle, Kasımpaşalılıkla, raconsuz delikanlılıkla, “Şanghay’ a katılırız” tehditleriyle dış siyaset yürütülmeye çalışılıyor. AB ve ABD’nin ciddi rezervleriyle karşılaşılınca Hükümet sözcülerinin dilinden “Biz AB’den kopmadık, kopmak istemiyoruz” ifadeleri çıkıveriyor. Türkiye’yi kullanarak NATO’nin içine oynamak isteyen Şanghay 5’lisi, üye olmadığı halde Şanghay Enerji Kulübü Dönem Başkanlığı’nı Türkiye’ye vererek ağzına bir parmak bal çalıyor. Bu arada da Rusya Türkiye’nin sınırlarını hatırlatmak için El Bab’ta Türkiye’nin askerlerini vurdu/vurdurdu. Enerji politikalarında Türkiye’nin jeostratejik konumunu kullanmaya ihtiyacı olduğu halde Türkiye’nin kaygan zeminde başarısız dansını gördükçe yeni anlaşmalarda Türkiye kadar acele etmiyor. Türkiye’ye olan tarımsal ürün bağımlılığını azaltmak için alternatifler arıyor. Tarım ihtiyaçlarını Suriye’den karşılamak üzere projeler geliştirmeyi gündemine alması önemli bir göstergedir. AKP/Saray’ın tutarsız politikalarından zerre şüphe duymayan Rusya sınırlarını kendisinin çizdiği sahada Türkiye ile oynamaya devam edecek. Çin, Gürcistan’da büyük liman inşa ediyor. Türkiye’ye uğramadan Gürcistan-Karadeniz-Avrupa hattı üzerinden ticaret yolu oluşturuyor. İran ise Irak, Suriye, Yemen, Lübnan’da her düzeyde varlığını ilmek ilmek örüyor. Az konuşarak çok iş yapıyor. Ve Türkiye’yi soğukkanlılıkla izliyor.
AKP/Saray doların yükselmesine karşın TL’yi güçlendirme politikasını sınır ötesine taşımak istiyor. Rusya ve İran’a ticareti “milli para” cinsinden yapmayı teklif ediyor. Bunu yapabilirliğine yeterince güvenmediklerinden olacak ki işlerine geldiği halde “Kısa vadeli olmayıp, planlanmış uzun vadeli bir plan ise olumludur. Türkiye bu konuda ciddi ise işbirliği yaparız” yanıtını alıyor.
Ya iç politika
15 Temmuz oyuncağının suyunu çıkaran Erdoğan/AKP, saray ve saltanat uğruna Türkiye’yi uçuruma yuvarlıyor. Ne hak, ne hukuk, ne ekonomik kriz dinlemeyerek freni patlamış kamyon gibi önlerine geçeni ezmek istiyor. Kamyon durursa içindekilerin varlık şansı yok olacak. Bunu bildiği/bildikleri için “mazot nereye kadar yeterse” tavrıyla tam gaz yola devam ediyorlar.
Doların tavan yapması ve buna karşın alınan önlemler nasıl sonuç verecek? “Milli irade” bunun üstesinden gelir mi? Bu mesele çok önemli bir tartışma konusu olmakla beraber asıl olarak olası sonuçlarına odaklanmalıyız. Türkiye yeni bir borçlanma yapmasa dahi Doların yükselmesinden dolayı dış borç otomatik olarak artıyor. Ücretler eriyor. İşsizlik daha da artacak. Pahalılık da artacak. Şu sıralar asgari ücretin ne kadar arttırılacağı önemli. Bunun hane içine yansımalarını hızla göreceğiz.
Ülke, devam etmekte olan OHAL uygulamaları ve KHK ile yönetiliyor. Meclis tamamen bypass edilmiş, HDP Eş Genel Başkanları ve milletvekilleri, belediye başkanları ve meclis üyeleri tutuklanmış durumda. Onları seçen halkın iradesi yok sayılıyor. Tutuklulara keyfi muamele ve tecrit işkencesi yapılıyor. İstediğini işe alıyor, istediğini işten çıkarıyorlar. Basın-yayın organları içerik olarak da tekleştiriliyor. Hangi kanalı açarsanız Erdoğan’ın canlı yayın konuşmaları var. Kanal değiştirdiğinizin bile farkına varamıyorsunuz. Muhalif basın ve yayın organları zaten kapatılıyor. Gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, öğrenciler, kadınlar, LGBTİ’ler dışarda uslandırılamıyorsa yeni oyuncakları olan FETÖ’yle ya da başka “terör” örgütleriyle kurgusal bağlantılar yaratarak cezaevlerine tıkılıyor. Cezaevlerinde kapasitelerinin çok üzerinde tutsak var. Ve yeni cezaevleri yapımı son hızla devam ediyor. İş arayan ve biatçı olmayı kabul eden gençlerden resmi ve gayri resmi güvenlik ordusu kuruluyor. Yeni rejim kan, şiddet, zulüm, baskı, sömürü üzerinde yükseliyor.
Başkanlık sistemi, partili cumhurbaşkanlığı = dikta rejimi
Başkanlık sisteminin toplumda yeterince kabul görmediğini gözlemleyen AKP/Saray partili cumhurbaşkanlığını dillendiriyor. Muhtemelen de tasarı Meclis’e bu şekilde gelecek. Başkanlık sistemi kurulmakta olan rejimin zirvesi olacak. Erdoğan/AKP bu işi yol kazasına uğramadan tamamlamak arzusunda. O nedenle yol temizliğine devam ediliyor.
Taslak kamuoyunca henüz tam bilinmemekle beraber partili cumhurbaşkanlığında yürütme yetkisinin sadece bir kişinin elinde toplanacağı, Meclis’in denetiminin doğrudan Cumhurbaşkanına geçeceği, -zaten şimdiden iyice belirsizleşen- yasama/yürütme/yargı ayrımının tamamen kaldırılacağı bir sistem, yani dikta rejiminin kurulması öngörülüyor.
Adı ne olursa olsun başkanlık sistemini engellemeliyiz
Erdoğan/AKP ve kurmakta oldukları dikta rejimi mutlak bir güç değildir. Şu an sokaklara taşmamış olsa da geniş kitlelerde bu gidişata büyük tepkiler var. Türkiye’nin savaş politikasından, her alanda özgürlükleri kısıtlamasından, işten çıkarmalardan/tutuklamalardan, tecavüz kültürünün açıkça meşrulaştırılmasından, kadın düşmanlığından, eğitim alanına müdahalelerden, seçilmişlere yapılan muamelelerden, zaten bir yığın eksiği olan seküler yaşamın daha da tehdit altına alınmasından, içerideki ve dışarıdaki muhaliflerine çemkirip duran siyasetten bıkmış insanların sayısı azımsanmayacak düzeydedir. “Tüm bu baskılara, akıl dışılıklara dur demeliyiz, en geniş demokrasi cephesini oluşturmalıyız” fikri giderek daha geniş kitlelerin zihninde somutlaşıyor. Bu fikirlere ve hislere sahip kitleleri buluşturabiliriz. Ama biz de önümüzü temizlemeliyiz. Ayağımıza dolanıp duran engellerle yüzleşmeliyiz:
Kürtlerle yan yana durmama tavrı
Kimi güçler bunu açık ifade ederken, kimileri daha örtük davranabiliyor. Eleştiri hakkını her daim baki tutarak, pratiğin içinde karşılıklı eleştirileri belli bir çerçevede sunarak yol alınmaması için hiçbir neden yoktur.
Kürt halkı ulaştığı örgütlülük düzeyi ve mücadele kapasitesi ile sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun da önemli öznelerinden biri durumundadır. Hiçbir siyasi oluşum bunu inkâr ederek yol alamaz. Sol/sosyalist güçlerin, demokratik bir Türkiye isteyenlerin, mutlaka Kürtlerin siyasi iradesiyle buluşma yollarını bulmaları gerekiyor. Yaklaşımlarımızda bu olgusal gerçekliği dikkate almak durumundayız. Kaldı ki arzu ettiğimiz demokratik sistem halkların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak zorunda. Karşılıklı saygı ve siyasi esneklikle yaklaşabilmeli, birlikte yol almanın deneysel öğreticiliğini görebilmeliyiz. Kürtlerle yan yana durmaktan kaçınma siyasetinin, demokrasi güçlerinin en geniş birliğini yaratma ve faşizme gidişi durdurma işini ağır biçimde baltaladığını dostlarımız görmelidir.
CHP meselesi
Türkiye’de oluşan demokrasi cephesine her fırsatta davet edilen muhalefet partisi CHP, ne yazık ki her konuda olduğu gibi demokrasi güçlerinin kendisinden beklediklerini yerine getirmiyor. En kötüsü, AKP’ye karşı muhalefet ediyormuş gibi görünüp, son kertede AKP/Saray karşıtı cepheyi zayıflatan tutum takınıyor. CHP halkın demokrasi isteyen kesimlerine değil, devlet/sermaye odaklarına kulak verdikçe güç kaybetmeye devam ediyor.
Sağa açılarak oyunu arttıracağı yaklaşımını terk etmeyen CHP, yerinde sayıp duruyor olmasına rağmen neden oyunu arttıramadığının arayışına çıkmıyor. Bir yandan Türkiye’de muhafazakârlığa yatkın bir kitle olduğu tespiti ile muhafazakârlık yapmaya çalışıyor. Diğer yandan MHP’den kopacak milliyetçi oyları kapmak için milliyetçilik yapıyor. Ama bir türlü aldığı oyun önemli bir oranını oluşturan ve asıl olarak da bu antidemokratik gidişi durdurabilecek olan kesimlerin siyasal taleplerine kulak vermiyor. Alevileri, demokratları “çantada keklik” sayıyor. Peki, muhafazakârlığı ve milliyetçiliği temsil eden esas özneler varken neden taklit edene oy verilsin ki.
Devletin demokratikleştirilmesini esas almak yerine bekasına odaklanan CHP hata üstüne hata yapıyor. Ortaya çıkacak sonuçtan kendisine de bir şeyler düşeceği beklentisiyle AKP’nin değirmenine su taşıyor: HDP Milletvekillerini hedefleyen dokunulmazlıkların kaldırılmasını kabul ederek; Yenikapı mitinginde Erdoğan iktidarının pekiştirilmesine destek vererek; “asla gitmem” dediği AKSaray’a gidip diktatörlüğü meşrulaştırarak; demokrasi güçlerinin yan yana geldiği önemli bir buluşma olan Kartal Mitingi’nden çekilerek; bu ülkenin en acil ihtiyacı olan “demokrasi mitingleri yapmak yerine” vatanı böldürmeyeceğiz” mitingleri yaparak; Adana mitinginde ülkücüleri alkışlatıp devrimcileri alandan attırarak AKP’yi geriletmek bir yana güçlendiriyor.
Şüphesiz ki bu duruma rağmen demokrasi güçleri CHP’yi Erdoğan/AKP’nin elini güçlendirici politikalardan vazgeçip Demokrasi Cephesine katkı vermek üzere çağırmaya devam edecektir. CHP ya bu tarihsel sorumluluğu yerine getirecek ya da tarih olup gidecek. Gidişatı durdurmak isteyen hiç kimsenin adım atmak için CHP’nin tutumunu bekleme, kendini ancak CHP’nin de katıldığı bir Demokrasi Cephesine göre konumlandırmaya hakkı ve lüksü yok. Denklem tam tersine çalışabilmeli, biz demokrasi cephesini ve mücadelesini büyüttükçe CHP yüzünü demokrasi güçlerine dönecektir. Şunu unutmayalım ki bu cephede yer almayı önemli gören herkes, çalışmanın doğası gereği ev sahibidir, eşittir. İçinden geçtiğimiz dönemin gerekliliklerini yerine getiremezsek tarihsel bir sorumsuzluğa imza atmış oluruz.
Yapacaklarımızı sadeleştirmeliyiz
Bu süreçte önümüzde duran görevleri sadeleştirecek olursak; OHAL’in uzatılmasına izin vermemek, partili cumhurbaşkanlığının başkanlık sistemi ile aynı anlama geldiğini kamuoyunun gündemine yoğun olarak taşımak. Bu konularda olanaklarımızı zorlayarak gerçekleri anlatmalı ve kitlelerin harekete geçmesinin öncülüğünü yapmalıyız. Dönemin acil ve yaşamsal görevleri somut, sade, kitlelerin aklında iz bırakacak ortak söylemleri oluşturup kitlelere mal etmeyi gerektiriyor.
Henüz hiçbir şey bitmiş değil. Bu ölümcül gidişatı durdurup tersine çevirmek mümkündür. Yakın zamanda Gezi’yi ve 6-7 Ekim’i yaşamış, tanıklık etmiş kitleler doğru kanallar açıldıkça akan su gibi yatağını bulacaktır. Hatta bizzat o kanalların açılması sürecinin parçası olacaktır.