HDP’nin, hem genel programı ve politikaları hem de Seçim Bildirgesi bağlamında emek alanına ilişkin yaklaşımını değerlendirir misiniz?
HDP’nin tüzüğünde, bütün ezilenlerle birlikte işçi ve emekçilerin partisi olduğu yazıyor. Herkesin okumuş olması gerektiğini düşünsem de zaman zaman parti temsilcilerinin söylemlerinin daha doğru anlaşılabilmesi için, hatırlatmakta yarar var: “HDP, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle birlikte mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği, demokratik halk iktidarını hedefleyen bir siyasi parti.”
Buradan anlaşılması gereken şey açık: HDP geniş halk kesimlerini ortak bir program mantığında halkın kendi iktidarını kurması için birleştirmeyi amaçlıyor. O bakımdan, HDP, elbette toplumun çoğulluğunu tümüyle tanıyarak, ezilen tüm halk kesimlerinin taleplerini program mantığına taşıyor. Ancak sınıfların çoğul kimlikli bireylerden oluştuğu hakikatinden yola çıkınca bir LGBTİ işçinin kurtuluş programının cinsel tercihinin toplumsal olarak özgürleşmesini kapsayan bir talepler silsilesini de içermek zorunda olduğu anlaşılır.
Gene de, HDP’nin program mantığına bir bütün olarak baktığınızda, anti-kapitalist bir ruhun sinmiş olduğunu görürüz. Dolayısıyla, HDP programı elbette işçi hareketinin çoğu sendikal kimi güncel taleplerini içerse de, buradan yola çıkarak emeğin toplumsal çoğulluk içindeki bir başka sektör olduğu ve onun da taleplerinin diğerlerininkilerle birlikte içerildiği sonucuna varmamak gerekir. HDP programı ile “emek alanı” arasındaki ilişki, bir toplumsal sektör olarak görülen emeğin de taleplerinin programa içerilmesi şeklinde bir ilişki değildir. Gerçi HDP tüzüğünün amaç maddesinde, emeğe ilişkin temel amaç “Kapitalizme ve emek sömürüsüne karşı tüm işçilerin, emekçilerin, yoksul köylüler ile tüm çalışanların onurlu, adil, güvenceli, güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına ve sosyal güvenliğe sahip olma hakkını savunmak; siyaset yapma, siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm yasal ve fiili engelleri kaldırmak için mücadele geliştirmek” şeklinde ifade ediliyor, ama, program mantığı açısından, toplumdaki tüm ezilenlerin taleplerinin siyasal işçi hareketinin temel meselesi haline getirildiği, emek eksenli bir programdır söz konusu olan. Siyasal işçi hareketinin dünya tarihsel gelişme doğrultusu bağlamında, HDP programının başlıca ilhamını siyasal işçi hareketinin toplumsal kurtuluş programından aldığını görmek gerekir.
Dahası, HDP’yi Halkların Demokratik Kongresi’nden ayrı düşünemeyiz. HDP ve HDK bir arada, objektif olarak, Friedrich Engels’in mükemmel bir biçimde formüle ettiği gibi emek ve sermaye, proletarya ve burjuvazi arasındaki nihai savaşımın içinde şekilleneceği demokratik cumhuriyeti temel program hedefi olarak benimseyen, taleplerinin büyük çoğunluğu anti-kapitalist karakterdeki bir demokratik halklar bloğudur. Esasen bu ruhun tüzüğüne, programına ve seçim bildirgesine de yansıdığını görüyoruz.
Programda bu ruh “İnsanlık tarihi bir mücadeleler tarihidir. Farklı ve tarihsel evrelerde ve düzeylerde cereyan eden mücadelelerin en önemli evrensel ortaklıkları eşitlik, özgürlük ve adalet arayışı olmuştur. Büyük altüst oluşların kaynağında bu idealler olduğu gibi, sınıflı toplumların tümüne damgasını vuran mücadelelerin esasında da bunlar bulunur” denilerek açıklanır. Program “Partimize ilham veren, insanlığın bu evrensel ve yerel mücadeleleri ve edinilen deneyimlerdir. Emeğin ve ezilenlerin kurtuluşu için; özgürlük, barış ve adalet için mücadele eden güçlerin birliğinden oluşan Partimiz, insanlığın sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünyaya ulaşacağına inanır” diyerek kapitalizme son verilmesini nihai amacı olarak benimsediğini açıkça ilan ediyor.
O bakımdan, HDP’nin emeğin sorunlarıyla ilişkisini, birbirinden ayrı iki düzlemde kurmadığını kaydetmek gerekir. Böylesi ekonomizme ve sendikalizme varır. Elbette HDP, işçilerin acil sorunlarının farkındadır ve bu anlamda, sendikal ve ekonomik mücadelelerinin sadece yandaşı değildir, siyasal dolayım içinde onların öznesidir de. Ama HDP’nin, siyasal işçi hareketiyle ilişkisini bu dar kapsamda görmek, onu geleneksel sosyal demokrasinin sınırlarına hapsetmek demek olur. Bu sonuç sadece HDP’ye değil, onun ayrılmaz bir bileşeni olan ve HDP’nin bugünkü kimliğini edinmesinde en büyük katkıyı sunan sosyalist güçlere de yapılmış büyük bir haksızlık olur.
Güncel mücadeleler bağlamında siyasal demokrasi hedefinin öne çıkması HDP’nin parçalı bir program mantığına sahip olduğunu, bu demokrasi mücadelesinin toplumsal içeriğinin Kapital’deki ifadesiyle “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” hedefiyle bağlantısının kurulmadığı anlamına gelmez. Bu öncelik sonralık ilişkisi içinde ele alınan bir hedef değildir. Gene de somut talepler halinde formülasyonunu toplumsal mücadelenin seyriyle ilişkilendirilmesine elverecek bir esneklik içinde ifade edilmektedir.
HDP’nin temel yönelimleriyle emek ekseninin ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
Aslında yukarıda bu sorunuza cevap vermiş oldum. Ama bu soru vesilesiyle de, açıkladığım mantığı görünür kılmaya çalışayım. Programda “Emeğin haklarının kazanılması için mücadele” başlıklı kısmın ilk paragrafı şöyledir: “Kapitalizme, emek sömürüsüne, yolsuzluk ve talana; gelir dağılımındaki uçuruma, açlık ve yoksulluğa karşı, işçi ve emekçilerin insan onuruna yaraşır ekonomik ve sosyal koşullara sahip olmasını savunan Partimiz, esnek, sağlıksız, güvencesiz ve sigortasız çalışmaya; sendikasızlaştırmaya, taşeronlaştırmaya, kazanılmış hakların gaspına karşı, işçi sınıfı ve emekçilerin haklarını savunur ve kazanımlar için mücadele eder”. Programın devamında da seçim bildirgesinde de yer alan talepler sıralanmaktadır. Aktardığımız bölümü ve izleyen talepleri HDP’nin tarihsel hakikatinden kopuk düz bir metin olarak okur, yukarıda açıkladığım program mantığı içinden yorumlamazsak, lafzen emek eksenli bir program için şart olduğu düşünülen anti-kapitalist ifadelerin orada bulunmayışı özellikle genç yoldaşların kafasında soru işaretleri doğurabilir. Hakikaten de “işçi ve emekçilerin insan onuruna yaraşır ekonomik ve sosyal koşullara sahip olmasını savun”mak bir partiyi sistem partilerinden ayırmaya yetmeyebilir.
Ancak, programa ve bir bütün olarak taleplerin temel yaklaşımına baktığımızda aradığımız şeyi kolaylıkla buluruz. Bu talepler bir tek temel hedefe yönelirler: Sermayenin egemenliğinin sınırlanması. Bu taleplerin bir kısmı, sermayenin iktisaden sınırlanmasını hedefler. İkinci bölüşüm düzeyinde emeğin payının büyütülmesine ilişkin -ücretsiz eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma hakkı vb. asgari ücretin yükseltilmesinden temel geçim ücretinin yurttaşlık hakkı olarak tanımlanmasına (seçim bildirgesinde bu temel yaşam paketi olarak ifade ediliyor) vb.- bir dizi talep yanında, işçilerin sermaye karşısında doğrudan mücadele gücünü arttıracak üretimdeki demokrasiye ilişkin -sendikal hakların güvenceye alınması, sendikasız çalışmanın yasaklanması vb.- bir dizi talep de buna eşlik eder.
Taleplerin başka bir kısmı, sermayenin siyasal olarak sınırlanmasına yönelirler. Programda demokratik özerklik önerilirken, “Partimiz için yerel yönetimler, gündelik yaşamı ilgilendiren kararların doğrudan demokrasi ile alınacağı ve uygulanacağı özyönetimlerdir. Yerel demokrasi anlayışımız, temsili demokrasiyi aşan doğrudan demokrasiye dayanır. Siyasetin demokratikleştirilmesi ve topluma ait kılınması, halkların kendi kendini yönetmesiyle, güçlü, demokratik ve özerk yerel ve bölgesel yönetimlerle mümkündür” denilerek bu açıkça ifade edilmektedir.
Yine de unutulmaması gereken şudur: HDP, esasen demokrasinin derinleştirilmesini merkeze alır. Onda, siyasal işçi hareketinin -sosyalizmin- geride bıraktığımız tarihsel dönemine ait parti program üslubundan elbette çok az şey buluruz. Üslup olarak HDP, programında halkların kendi çoğullukları içinde kurtuluş taleplerini formüle ederken toplumsal çoğulculuğa hakkını vermektedir. 1968 diye kodladığımız dünya-tarihsel hareketin açığa çıkardığı dinamikler -kadın ve ekoloji hareketleri-, emperyalizmin çağımızda yeni türden bir ezilen halklar kutbu yaratmış olması ve Türkiye’de süregiden Kürt Ulusal Sorunu’nun varlığı karşısında, Kürt ve Türk siyasi işçi hareketinin kapitalizme/kapitalist moderniteye karşı stratejik mücadele birliğinin demokratik cumhuriyet doğrultusunda ileri atılmış siyasi kolu olarak HDP’nin aksi bir tutumu benimsemesi de doğru olmazdı.
Mesele, emeğin kendisini toplumdaki herhangi bir “sektör/katman/kategori” olarak görmekten çıkarak, kendi siyasi hareketini kapitalizmi/kapitalist moderniteyi aşacak bir insanlık hareketi olarak kurabilme becerisidir. Devrimci bir işçiyi, -elbette, tüm sendikal talepleri de içererek gelişen bir siyasal mücadele içerisinde- bir sendikacıdan ayıran şeyin ne olduğunu unutmamak gerekir!
Kürt Özgürlük Hareketi’nin kendisi, merkezinde Kürt siyasal işçi hareketinin siyasi partisinin bulunduğu bir büyük halklar koalisyonudur. Stratejik ortağımız olarak gördüğümüz Kürt Özgürlük Hareketi’nin ana dinamiği, Kürdistan siyasi işçi hareketinin partisi, kapitalist moderniteye karşı cinsiyet özgürlükçü, ekolojist ve komünalist bir alternatif geliştirme arayışındadır. Demokratik özerklik, bu arayışın kendisini gerçekleştirilebilmesi için olanak sağlayabilecek siyasal biçimlerden biri olarak düşünülmektedir. Demokratik özerklik, tüm Türkiye için düşünülen bir biçimdir, arayışın kendisi değildir. Elbette tüm bunlar da program mantığı içinde yer alan gerilimlerdir.
Nitekim, HDP seçim bildirgesi açıklandığında, program mantığının daha doğrudan bir yansıması olarak, bildirgenin daha fazla emek eksenli olabileceğine dair beklenti ve eleştiriler de bu kesimlerden gelmiştir. Türkiye siyasi işçi hareketini temsil eden partiler de, stratejik ortaklık sürecinde, zamanla bu gerilimleri daha çok anlayacak ve ortak olacaklardır.
HDP Seçim Bildirgesi’nde yabancı sermaye, emperyalizme/NATO’yla ilişkiler konularına değinilmediği, Avrupa Birliği’ne üyeliğin olumlandığı şeklindeki eleştirilere ne dersiniz?
Bu soru vesilesiyle, acaba biz bir şey mi kaçırdık, diye düşünmedim değil! Avrupa Birliği ayrı bir tartışma başlığı olarak varlığını sürdürmekle birlikte, HDP’nin emperyalizme karşı tutumu nettir. Programında, “Partimizin başlıca uluslararası amacı, savaşsız, sömürüsüz, halkların eşitliğine dayalı yeni ve özgür bir dünya kurulmasıdır. Partimiz, bu amaç doğrultusunda, emperyalizmin halklarımız, Ortadoğu, Kafkasya, Balkan ve tüm dünya halkları üzerindeki egemenlik ve baskı politikalarına; emperyalist askeri, ekonomik ve siyasi anlaşmalara, askeri üslere ve kurumlara karşı mücadeleyi öncelikli görevi olarak kabul eder” denilmektedir. Bunda anlaşılmayacak ne var? NATO, emperyalist askeri bir anlaşma değil mi?
AB’ye gelecek olursak, HDP, programı gereği AB’nin uluslararası ilişki çerçevesi içinde yer alan emperyalist nitelikli askeri, ekonomik ve siyasi anlaşmalara, askeri üslere ve kurumlara açıkça karşıdır. Ancak, HDP’de AB’nin halkların demokratik siyasi birliği olarak inşa edilebileceğine, ya da AB üyeliğinin kendisi değilse de üyelik sürecinde insan hakları, demokrasi, hukuk devleti ilkelerinin güç kazanacağına dair “iyimser” görüşlere sahip çizgiler de var. Ben şahsen, bir sermaye kalesi olarak AB’nin halkların demokratik bir siyasal birliği için bir imkan veya fırsat olamayacağını düşünüyorum. Bununla birlikte, AB’ye aday ülke olan ve Gümrük Birliği gibi temel anlaşmaları imzalayarak AB’nin iktisadi ve toplumsal çelişkilerini paylaşan ve genel sömürü ağları içinde yer alan Türkiye’de, siyasi işçi hareketinin temel hedeflerinden birinin de – AB içinde ya da değil- hem Türkiye’de demokratik ve sosyal cumhuriyeti hem de onunla birlikte “halkların demokratik Avrupası”nı kurmak olması gerektiğinden de şüphe duymuyorum.
Öte yandan Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin imzacısı olması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı alanında yer almasının Türkiye’de insan hakları hukukun korunmasında olumlu bir rol oynadığı açık. Ne var ki, AB üyesi olmaksızın Avrupa Gümrük Birliği’ne dahil olmanın eşitsiz mübadele bağlamında Türkiye ekonomisine zarar verdiği çok açıktır. Bu konular, parti içinde tartışılmaya devam ediyor. O yüzden programımızda “Avrupa” sözcüğü de yer almıyor. Demek istediğim, demokratik cumhuriyet hedefini demokratik ve sosyal Avrupa hedefinden ayırmamak ile emperyalist bir ortaklık olan AB’ye dahil olmama hedefleri arasında varsayıldığı şekilde bir siyasal uzlaşmazlık olmadığını görmek ve anlamak gerekir.
Daha açıkçası HDP, emperyalist bir AB’ye katılma taraftarı değildir ama demokratik ve sosyal Avrupa mücadelesinin de muhatabı ve kurucu unsurlarından biridir.
HDP, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve toplumdaki özgürleşme sürecinde nasıl bir misyona sahip?
Öncelikle, demokrasi mücadelesinin içeriğine bakalım: 2008’den beri vurguluyorum, AKP tek parti rejimi, ordunun gücüyle paranın ve dinin gücünün halkın tepesinde birleşmesi demek. Geçmişte bu güçler arasında belli bir gerilimin mevcudiyeti, kırılgan da olsa bir denge olanağı sunuyordu. Bu aralıktan işçi hareketi ve öteki ezilenlerin toplumsal muhalefeti uç verebiliyordu. Oysa şimdi bütün çatlakların ta en aşağıdan muhtarlıklar düzeyinden başlayarak Siyasal İslam’ın gökkuşağı koalisyonunun oluşturduğu dokuyla tıkandığı, sıvandığı bir yeni sürece evrildik: Bir tek parti devleti kuruldu tepemizde. Cumhurbaşkanlığı, hükümet, emniyet, bürokrasi, üniversite, Diyanet, yerel yönetimler, medya, sermaye tek bir politik gücün yekpare iktidarı altında, dinsel coşkunun cezbesinde birbirinin içinde eritildi.
Tek parti iktidarıyla birlikte Türkiye tam bir kleptokrasi (hırsızlar yönetimi) halini aldı. 17-25 Aralık operasyonlarının AKP’nin bağrında açtığı yarıktan bu tablo bütün çirkinliğiyle dışarı vurdu. Devlet aygıtının işleyişine nepotizm (akraba kayırmacılığı) egemen olurken, özellikle devletin iktisadi ve mali işlemlerinde kronizm (devlet eliyle eş dostu zenginleştirme) öne çıktı.
İster istemez, bu kleptokratik tek parti iktidarı gidecek. Onun yerini bir tiranlık (zalimler yönetimi) mı halkın demokrasisi mi alacak buna hep birlikte karar vereceğiz. HDP hırsızların yerine zalimlerin gelmemesi için halkın egemenliği için öz yönetim kurmak için yola çıkıyor. Bu nedenle HDP, Türkiye’deki en önemli demokrasi gücüdür. Hatta, Türkiye’yi demokratikleştirebilecek yegane güçtür.
Yeni müesses nizamın tesisi sırasında AKP, düzenin bütün egemen güçlerini, kimi zaman çelişik arzularını birbirine bağlamakta, kendi hâkimiyet iddiasıyla başkalarınınkini uzlaştırmakta güçlük çekse de, rejimin bir tek parti rejimi olarak yeniden tesisine öncülük edebildi. Mevcut şartlar altında aslında eğer kendi haline bırakılsa AKP’nin yönetimindeki MİT’in dizayn ettiği siyasi topografya dışında hiç kimseye hayat hakkı kalmayabilir; ancak böyle olmaması için birden çok sebep, birden çok dinamik var. AKP tek parti iktidarına karşı demokrasi mücadelesinin odağı, bu dinamiklere dayandığı için objektif olarak HDP.
Türkiye yekpare, sınıflara bölünmemiş, iç çelişkilerinden münezzeh bir ülke değil. Bu ülkede kendisini her zaman en uç biçimlerde açığa vurmasa da sert toplumsal mücadeleler, sıkı bir sınıf çatışması süregidiyor.
Kürt halkının demokratik özerklik bağlamında sürdüre geldiği tartışma aslında Kürt yoksullarının fiilen süregiden kendini yönetme sürecine siyasi bir çerçeve bulma, bunu kurgulama tartışması.
Alevilerin, devlet Sünniliğine karşı başlattıkları ve durmaksızın sürdürdükleri, şu an hükümetin kısmi tavizlerle karşılık vermeye çalıştığı tartışma ve mücadele bir başka dinamik. Kadınların erkek egemenliğine karşı sürdüre geldiği hayat pahasına direniş ve mücadele bir başka dinamik.
Köylülerin tarım topraklarını korumak için sürdüre geldikleri ekolojik direnişler güçlü mücadele mevzileri oluşturuyor. Emekçilerin mücadeleleri hemen her gün, büyük kitlesel mücadeleler olarak değilse de küçük direnişler olarak her yerde sürüyor ve küçük küçük direnişlerde küçük küçük başarılar birbirinin peşi sıra tespih tanesi gibi diziliyor.
Türkiye çok güçlü, gelişmiş demokratik ve sendikal geleneklerin olduğu bir ülke. Son 50 yılda gelişmiş olsa, geçmişi çok uzağa gitmese de hiç kimse henüz bu mevzileri terk etmiş, bunlardan geriye basmış değil.
Bütün bu çelişkiler ve çatışmalar ortamında Kürt özgürlük hareketi ile bu toplumsal güçler ve onların politik ifadesi olan sosyalist ve demokratik hareketler arasında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek parti rejimine karşı emeğin, özgürlüğün, barışın ve demokrasinin belkemiği olacak bir blokunu inşa etme yolunda önemli adımlar attığı için HDP, Türkiye’nin demokratikleşmesinin de ana dinamiğidir.
HDK/HDP’nin yükselişi sosyalist hareketin yükselişine ne ölçüde hizmet eder? HDK/HDP’nin “genel demokrasi” programı aynı zamanda sosyalist hareketin sınıf temelli siyasetini “silikleştirici” bir etki yaratabilir mi? Bu ikisinin doğru ilişkisi nasıl kurulabilir?
Bir yanda HDK/HDP öte yanda sosyalist hareket şeklindeki ikicilik, stratejik ittifak olarak formüle ettiğimiz ve öyle de anlayarak mücadele ettiğimiz temel yönelimimize uygun bir çözümleme değil. Yukarıda açıkladım, sizin ifadenizle “sosyalist hareketin sınıf temelli siyaseti”nin temel bir ögesi “genel demokrasi” programı dediğiniz şeydir. İşçi sınıfı siyaseti, “demokrasinin derinleştirilmesi”, daha anlaşılır söyleyeyim “devletin sönümlenmesi” mücadeleleri olmaksızın kendisini sosyalist bir siyaset olarak kuramaz zaten, Lenin’in ifadesi ile aksi ekonomizm olur, sendikalizm olur.
Bunu böyle anlarsak, HDK/HDP yükselmezken sosyalist hareketin yükselemeyeceğini biliriz. Türkiye’de çözülmemiş bir ulusal sorun olduğundan, ayrıca şovenizm ile de yüz yüzeyiz. Bu durumda, işçi sınıfı içindeki şovenist etkileri ortadan kaldırmadan sosyalist bir sınıf hareketi nasıl kurulabilir? Sorunun daha anlaşılır şekli: Türkiye’deki milli meseleyi çözmeyi hedeflemeyen bir sosyalist işçi hareketi olabilir mi? Bu sorulara, Leninist bir yanıt verirsek, HDK/HDP, daha açık deyişle, sosyalist hareketle Kürt Özgürlük Hareketi arasındaki stratejik ittifak olmaksızın, şovenist olmaktan kurtulabilecek bir cevap bulmak mümkün değildir.
O yüzden soruyu da doğru formüle etmek lazım. HDK/HDP’nin -siyasal işçi hareketinin tarihsel programının zaten ayrılmaz bir parçası olan- siyasal demokratikleşme programını sosyal cumhuriyete taşıyacak bir özneye dönüşmesi önündeki engelleri sorabiliriz ve sormalıyız da. Ulusal sorun, eni sonu burjuva karakterli bir sorundur, ancak Kürdistan’da bu sorunu omuzlayan “işçi partisi”dir. Şimdi demokratikleşme programı ile bu sorunu çözerken, birlikte sosyal cumhuriyete yürüyüp yürüyemeyeceğimiz, tümüyle Türkiyeli ve Kürdistanlı sosyalistlerin ortak mücadele perspektiflerinin tarihsel başarası ile sınanacaktır. Bu sosyalist hareketin kendi maharetinin de sınanacağı eşiktir.
Bu nedenle sorunuza açıkça, HDK/HDP yükselmeksizin sosyalist hareketin “bağımsız çizgi”sinin yükselemeyeceği, sosyalist hareketin insan malzemesinin de bugün elimizdeki en gelişkin toplumsal ittifak zemini olan HDK/HDP’yi demokratik ve sosyal cumhuriyetin öznesi kılmayı hedefleyen toplumsal mücadeleler içinde pişerek gelişebileceği cevabını verebilirim.
Seçim çalışmaları sırasında HDP’ye toplumun büyük bölümünden ve diğer partilerin seçmenlerinden yaygın sempati mesajları geldiği tespitine katılıyor musunuz? (Eğer öyleyse) Bunu neye bağlıyorsunuz? Özellikle MHP tabanından olumlu sinyaller gelmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunun temel dinamiklerinden biri, Gezi Direnişi’nden beri açıkça görünür olan AKP ve Erdoğan karşıtlığının henüz bir programa değilse de bir siyasal alternatif arayışına dönüşme istidadıdır. AKP ve Erdoğan karşıtlığını bir programa tekabül etmediği için küçümsememek gerekir; bir hareket olarak o, Haziran boyunca kendi hareketinden öğrendi, yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinden geçti ve şimdi, genel seçimler eşiğinde, bir tür devrimci seziyle, HDP’ye doğru akışı belirliyor. Gezi’nin açığa çıkardığı çoğul muhalefetin, 2014 yerel seçimleri ile başlayan seçimler sürecini, iktidarın bastırma stratejisine karşılık, mevcut egemenlik rejiminin yerini alması beklenen düzenin bir ortak tahayyülüne -henüz bir programa değilse de- ulaşabilmeye imkân veren bir mücadeleler toplamına dönüştürmesi mümkündü, yaşanan iki seçim sonrasında, bu olanak tümüyle gerçekleşmese de önümüzdeki 7 Haziran için, HDP seçeneğini daha da görünür kılan bir arayıştır. Bu nedenle, doğrudan Gezi’ye atıfla kurulan hareketler de ikilemler yaşadılar, aslında Gezi’nin kendisi olan HDK/HDP içinde daha doğrudan yer almaları herkes için daha doğru olurdu ama sonuçta, 7 Haziran’da hep birlikte sandıklara yürüme kararlılığını göstermiş olabilmemiz de küçümsenecek bir sonuç değildir.
MHP tabanından gelen olumlu sinyaller, başka bir dinamiğin eseridir. Hem Barış Süreci’nden vaz geçmemek hem de AKP diktatörlüğüne razı olmamak, her yurttaşın en tabii beklentisidir. Bu dinamik, HDP’nin güçlü barışçıl söylemi ile birleşince -buna Demirtaş’ın özgül rolünü de katmak gerek elbette- karşımıza, çok az da olsa, bize oy verecek ama oy vermeyecekse bile düşmanca tutumunu geriye çeken bir MHP’li seçmen topluluğu çıkmış görünüyor. Yine de abartılı bir iyimserlik içinde olmamak gerekir, benim kendi gözlemlerim, biraz da İzmir özgülüne dayanıyor. İzmir, tüm kışkırtmalara rağmen, yaşam tarzını demokratik değerlerle bir şekilde bütünleştirmeye çalışan Türkiye için özel bir şehir. Bunu da unutmamak lazım, MHP refleksine geleneksel MHP oylarının yoğunlaştığı şehirlerden bakmak lazım. Ben şahsen, oralarda da aynı dinamiğin MHP seçmenini benzer şekilde etkilediğini düşünme eğilimindeyim. Gelen bilgiler de o yönde.
HDP’ye yönelik genel sempati ne ölçüde sandığa yansır? HDP’nin meşruiyet alanının genişlediğini düşünüyor musunuz? (Eğer öyleyse) Bunun hangi sonuçları olur?
HDP’ye yönelik sempatinin ne ölçüde sandığa yansıdığını birkaç gün içinde göreceğiz. Umudumuz ve en azından bizim miting katılımlarında gördüğümüz, yansız anketlerin hatta yanlı anketlerin genel sonucu, bu sempatinin sandıkta gerçek bir karşılığının olacağıdır.
HDP’nin barajı geçmesi demek, bir sonraki seçimlerde, demokratik ve sosyal cumhuriyet programının gerçek bir iktidar alternatifi olarak şekillenmesi demektir.
İspanya’da PODEMOS, komşumuz Yunanistan’da SYRIZA ile HDP’nin yükselişinin ortak dinamikleri var mı? Neler?
Avrupa Birliği üyesi iki ülkede gelişmeleri, her iki hareketin gelişmesinde bu ülkelerdeki ekonomik kriz ve izleyen kemer sıkma politikalarının açık etkisi, Podemos ve Syriza’yı açığa çıkaran koşullardaki benzerlik onları birbirine daha yakın kılıyor. 2008 krizi sonrasında, Yunanistan’da sol parti ve siyasi hareketlerin ittifakıyla oluşan SYRİZA’yı (Radikal Sol Koalisyon) İspanya’da Indignados (Öfkeliler) ekonomik ve siyasi düzene karşı çıkan sokak hareketinin bir yıl önce siyasi partiye evrilmiş hâli Podemos (Yapabiliriz) izledi. Ama bu HDP ile bu hareketler arasında bir benzerlik olmadığı anlamına da gelmiyor. HDP ve Syriza, demokratik halk iktidarını hedefleyen, sosyalist geçmişin birikimine de sahip hareketler. Podemos da benzer talepleri dile getiren bir hareket. Syriza ve Podemos, sosyal Avrupa mücadelesinin bileşenleri ve Avrupa’yı yöneten Troyka’nın ekonominin ve toplumun üzerindeki diktasına karşı sosyal politikalara geri dönülmesini ve kemer sıkma politikalarından vazgeçilmesini istiyorlar.
Herkes, her şey kendi özgüllüğü içinde ele alınmalı. Türkiye için daha fazla sonuç çıkararak, SYRİZA’nın bizim yerimize seçim zaferi kazanmasını bekleyemeyiz. Kendi işimizi kendimiz göreceğiz. Türkiye’nin gündemiyle Yunanistan’ın gündemi çok ayrı. Karşı karşıya kaldığımız diktatörce eğilimler, kültür ve inanç dayatması benzeri basınçlar, temel yaşam hakları, savaş ve barış gibi ikilemlerden geçiyoruz.
Syriza’nın başarısı, Yunanistan halkının AB’nin kendilerine dayattığı mali boyunduruğu kırmak yolunda giriştiği büyük bir başkaldırıya eşlik etmekteydi. Biz parti olarak, başından itibaren Syriza ve Podemos’u destekledik, onlar da bizi destekliyor. Elbette ortaya çıkış koşullarımızda farklılıklar var ama eşitlikçi ve özgürlükçü siyaset bağlamında aynı hedeflere sahibiz.
Her sola doğru açılış, sermayeye, emperyalizme her başkaldırı, diğer başkaldırıları besler. Yunanistan halkına müteşekkiriz, davamıza omuz verdiği için. Ortak bir muhalefet dinamiğinin hem gerekli, hem mümkün, hem de muzaffer olacağına ilişkin bir örnek ortaya koyduğu için çok önem veriyoruz.
Çağımızın yeni enternasyonalizmi de bu tür mücadeleler içinde şekillenecek, bizi çağımıza özgü bir enternasyonale ulaştıracaktır.
SiyasiHaber izleyicilerine başka bir diyeceğiniz var mı?
Seçimlere birkaç gün kaldı. Yaklaşık iki aydır, eşitsiz koşullarda bir seçim mücadelesi sürdürüyoruz. Sürdürdüğümüz bu mücadelenin kendisi bir kazanım ama Sezai Sarıoğlu’nun cümleleri ile, “Bu kazanımı barajı aşmakla taçlandırmak, tarihin bu aşamasında, kendi türünde siyasal ve moral bir “devrimdir…” Barajı aşmak eskiyen kelimelerimizin yenilenmesi, yıllar süren ve 12 Eylül 1980 öncesi kazanımlarımızı da tüketen, “yenilgi” psikolojisinden çıkmanın yoludur barajı aşmak.”
Demokratik ve sosyal cumhuriyet mücadelemiz önündeki barajı yıkmak için, kaç gün kaldıysa, elimizden geleni ardımıza koymayalım. Sonuçta, “biz’ler” kazanacağız. Er ya da geç.
SiyasiHaber