Uzun bir süredir Türkiye’de suç konuşuyoruz. Narin Güran cinayeti ile zirve yapan bu tartışma polis memuru Şeyma Yılmaz’ın Ümraniye’de Yunus Emre Geçti adındaki adli suçlardan aranan bir kişi tarafından öldürmesi ile devam etti. İnsanların yaşam haklarının elinden alınması acı verici. Bu yazı söz konusu cinayetlerin vasfından bağımsız olarak suçun ve suçlunun medyadaki temsili veya çevrelenmesi noktasından tartışmaya müdahil olacak. Nitekim, meselelerin ideolojik olarak nasıl çerçevelendiği (framing) sorusu sosyolojide önemli bir konu. Modern devletin iletişim aparatları görme, anlamlandırma ve algılama alanlarını düzenlemekle iştigal ederler. Devlet görsel, söylemsel ve duygusal alanları adeta bir “dramaturg” gibi perde arkasından düzenleyerek yurttaşın imgelem (görme biçimini), simgesel (anlamlandırma) ve duygu (haz, haset ve nefret) dünyalarını yapılandırır: neyi nasıl görmemiz bizden isteniyor? Sıradan yurttaş yaşadığı hayatı kendisinden istendiği gibi anlamlandırsın ki statükonun devamı mümkün olsun. Tartışmalara kabaca baktığımızda iki farklı temsiliyet biçimi, ya da iki farklı ideolojik çerçeveleme formunun öne çıktığını görüyoruz. Bir taraftan, suç toplumsal bağlamından soyutlanarak bireyselleştiriliyor, diğer taraftan (özellikle dijital medyada) failin etnik kimliği öne çıkarılarak suç ırksallaştırılıyor.
Suçun sosyolojisi ve bireyselleştirilme
Suç, sosyolojinin başat konularından biridir ve bu konuda geniş bir külliyat vardır. Meseleyi kısaca özetlersem: Suç bizzat -toplumsal ilişkiler içine konumlanmış olan- insana yani topluma mahsus bir ameldir, malum hayvanlar suçtan muaftır, bir hayvan başka bir hayvanın yediği için suçlu olmaz, ama bir insan başka bir insanı öldürdüğü zaman (bir toplumda belirli şartlar dışında) suç işlemiş olur. Suç, formel hukuk ve ahlaki normlar üzerinden düzenlenir ve bu yasalar/normlar zamanla değişir: bu yüzden suç nedir, suçlu kimdir soruları mutlak yanıtlar içermezler, zamana/mekâna göre değişkenlik gösterirler. Yoksa dünün kimi suçlarının bugünün normali kapsamına nasıl alındığını, ya da dünün normali görülen bazı cürümlerin bugün nasıl suç kapsamına girebildiğini açıklayamazdık. Ayrıca suçlar arasında da kimi hiyerarşiler vardır. Kimi suçlar “kamu vicdanını” yaraladığından halkı dehşete düşürüp galeyana getirir, kimi toplu suçlar/siyasi cinayetler -failler veya kurbanlar için- cemaat kurucudur; kimi suçlar zenginleşmenin başat aracıdır, failine mülk ve itibar kazandırır. Kimi suçlar dehşete düşürür, kimisine gıpta ile bakılır.
Adli veya siyasi ayırımına bakılmaksızın suçlar bireylerin tekil cürümleri/tercihleri sonucunda ortaya çıkan olgular olmasından ziyade belirli konjonktürlerde artan veya azalan, değişen ve dönüşen toplumsal fenomenlerdir. İnsani bir cürüm olması dolaysıyla toplumsal ilişkiye veya topluluk inşasına içkindir, çünkü her toplumun normatif /ahlaki düzeni suçlu ile suçsuzun, norm dışı ile normalin tasnifine dayanır. Bir yandan suç olağandır ve gündeliktir, diğer yandan toplumun normali kendini suçludan ayırarak gündelik ve kurumsal devamlılığını sağlar. Bu durumda bir toplum için asıl mesele toplumu suçtan ve suçludan tamamiyle arındırmaktan ziyade, ki böylesi bir şey mümkün değildir, suçun normale göre oranı veya oransızlığı sorunudur. Bir toplum belirli bir tarihsel konjonktürde hangi cürümleri suç kategorisine sokarak kendi normalini inşa eder, söz konusu cürümleri işleyenlere ne tür cezalar ve/veya yöntemleri müstahak görür; hangi suç türleri ve oranı ile baş edebilir, hangi suç türleri ve oranı ahlaki bir krizin ve toplumsal bir çözülüşün bir semptomu olarak görülür?
Bu soruların yanıtları suçun vasfını ve suçlunun eşkalini tarif etmesinden ziyade ilgili toplumun (ekonomik ve simgesel) örgütleniş biçiminin aynası işlevi görür: söz konusu toplumda sosyal ve simgesel eşitsizliğin derecesi nedir, maddi ve simgesel müşterekler çeşitli topluluklar ve sınıflar arasında nasıl paylaşılmıştır, sözü edilen toplum kendi yaşamını ilgilendiren siyasi süreçlere katılım imkanlarına ve demokratik bir kültüre ne kadar sahiptir ve nihayet çeşitli gruplar arasında maddi ve simgesel kaynak paylaşımı noktasında ortaya çıkabilecek çatışma ihtimalleri doğduğunda söz konusu toplum ne tür aracı sivil mekanizmalara sahiptir? Meselenin özü bu soruların yanıtlarında gömülüdür. Bu iki noktayı biraz daha açalım.
Toplumsal eşitsizlik ve suçun normalleşmesi
Suç oranlarını fazladan belirleyen şartlardan biri maddi kaynakların nasıl dağıtıldığını kapsayan (yeniden) bölüşüm meselesidir. Bir diğeri ise simgesel kaynakların yani itibarın çeşitli kimlikler arasında nasıl bölüşüldüğü ile ilişkilidir. İlk nokta bize üretim ve tüketim piyasasının ilgili toplumda nasıl örgütlendiğine dair bir bilanço ortaya koyarken, İkinci nokta devletin bir toplumda nasıl örgütlendiğini, mesela hangi kimliği ayrıcalıklı konuma getirdiğine ve kimleri dışlayarak değersizleştirdiğine dair bir fikir verir.
Suç oranları yoksulluğun ve eğitimsizliğin yüksek olduğu toplumlarda artmasından ziyade hızlı toplumsal dönüşümün yaşandığı ve sosyal eşitsizliğin hızla derinleştiği toplumlarda bir nevi bir toplumsal entropinin (bozulmanın) veya yabancılaşmanın semptomu olarak belirir. Hızlı ve kolay zenginleşme, çeşitli imkânlardan yoksun bırakılmış olma, dışlanma, yaftalanma, geleceksiz ve alternatifsiz bırakılma, eğitimin liyakat üzerinden kariyer yapma vaadini yerine getirememesi; aile, tarikat veya aşiret gibi mevcut toplumsal dayanışma ağlarının kentleşme ile çözülüşü; meslek örgütlerinin, sendikaların, sosyal hareketlerin, vakıfların veya siyasi partilerin söz konusu işlevi yerine getirememesinden dolayı belirli sınıfsal habitusların içine doğan yurttaşların güçsüzleşmeleri ve yalnızlaşmaları. Özetlersem: aşırı ve hızlı tüketim ile tetiklenen yabancılaşmanın, yalnızlaşma ile tetiklenen güçsüzleştirmenin ve toplumsal eşitsizliğin derinleşmesinin bir semptomu olarak suç oranlarındaki artışı analiz etmek mümkün.
Yukarıda, bir topluluğun suçluyu kendinden ayrıştırarak kendi normatif düzenini kurduğundan hareketle suçun, bireysel tercih olmaktan ziyade toplumsal bir fenomen olduğunun altını çizdim. Ne var ki bazı durumlarda suç oranları o kadar yükselir ki neyin normal neyin norm-dışı olduğu tartışması anlamını yitirir. Bir toplumda suç toplumsallaşıp normalleşmiş ise, yaygın bir şekilde devlet kurumlarına, hukuka ve siyasete sızmış ise eğer, toplumsal anomali veya norm dışılık/yabancılaşma bizzat ana akımın kendisi haline gelmişse, neyin normal neyin norm dışı olduğu, neyin suç kapsamına girdiği neyin girmediği, kimin suçlu kimin suçsuz olduğu belirsizleşip anlamsızlaşır. Bugün Türkiye’de böylesi bir bozulmaya/çözülmeye doğru sürüklendiğimizi düşünenlerin sayısı oldukça fazla. O halde nasıl oldu da bu duruma gelindi? Her şeyi gördüğü ve bildiği öne sürülen, en üst kurumundan en alt kurumuna kadar göze çarpan otoriter yapıların idare ettiği bir toplumda suçun bu kadar yaygınlaşmasını, alenileşmesini ve toplumsallaşmasını nasıl açıklayabiliriz? Mevcut siyasi ve iktisadi rejimin sözünü ettiğim suçun alenileşerek normalleşmesindeki payı nedir? Bu sorulara yanıt vermek akademik olarak oldukça meşakkatli bir iş. Bu yüzden şimdilik burada bırakıp simgesel kaynakların ve itibarın eşitsiz dağılımına ilişkin ikinci noktaya gelelim.
Simgesel eşitsizlik ve suçun ırksallaştırılması
Bir toplumda suçluların sosyolojik profiline baktığımızda suçun siyasi sonuçlarını, yani ilgili toplumdaki bazı toplulukların nasıl suçlulalaştırıldıklarını (kriminalleştirildiklerini), başka bir ifadeyle suçun nasıl ırksallaştırıldığını görürüz. Burada mesele suçlu profillerinin ve suç formlarının yapısal dönüşümü üzerinden toplumsal yapının röntgenini çekmek ve siyasi rejimin (dönüşen veya devam eden) idari rasyonalitesini okuyabilmektir. Mesela Almanya hapishanelerindeki adli vakalara baktığımız zaman Türkiyeli alt sınıf göçmenlerin oransal olarak aynı sınıftan gelen beyaz Almanlara nazaran yüksek çıkması piyasanın ve devletin oradaki örgütlenişine dair bize bir fikir verir. Amerika’da alt sınıftan gelen siyah tutuklu ve hükümlülerin oranının, aynı sınıftan gelen beyazlara nazaran kat be kat fazla olması aynı sebeple açıklanabilir. Hatta, siyahların aynı suçu işleyen beyazlardan daha fazla ceza alması onların hukuki olarak da beyazlarla eşit olmadıklarını gösterir.
Peki, adli suçluların Türkiye’deki profiline baktığımız zaman ortaya nasıl bir tablo çıkmaktadır? Hapishaneye tıkılan siyasi tutsakların ezici çoğunluğun Kürtlerden oluştuğu zaten biliniyordu. Fakat adli suçlardan içerde yatanların da nüfusa oranla çoğunluğunun Kürtlerden oluştuğunu Zeynep Gönen’in akademik çalışmalarından öğreniyoruz. Nasıl ki Amerika’da siyahlar beyazlara nazaran özleri itibariyle daha suçlu değil, veyahut da Almanya’da Türkiyeli göçmenler beyaz Almanlara göre fıtratları icabı suça daha meyilli değillerse, aksine ortaya çıkan tablo suçun ırksallaştığını gösteriyorsa, Türkiye hapishanelerindeki adli suçlardan tutuklu/hükümlü bulunan Kürt tutukluların orantısal fazlalığı, suçun Türkiye’de de ırksallaştığını gösterir. İHD’nin açıkladığı verilere göre, Türkiye nüfusun yaklaşık yüzde 20’sini Kürtlerin oluşturmasına rağmen, tutuklananların yaklaşık yüzde 40’nı kürtler oluşturmaktadır. O halde, suç Kürtlüğün (veya göçmenliğin) bir karakteri olarak değil, Kürt meselesine içkin bir alt problem olarak beliriyor demektir. Burada adli olduğu düşünülen suçun da politik olduğu anlamı çıkar. Bu durumda, Kürt gençlerinin bir kısmının politik sebeplerle, azımsanmayacak bir diğer kısmının da suçlulaştırılarak içeri tıkılması durumu ile karşı karşıyayız sonucuna varırız. Eğer bu analiz doğru ise bunun arkasında yatan idari rasyonaliteyi şu şekilde ifşa edilebiliriz: Suçlulaştırma politikası veya suçun ırksallaşlaştırılması, bir yandan bir topluluğun hak ve eşitlik talebini nötralize etme, özellikle yeni nesilleri siyaset dışına itme yöntemi olarak beliriyor ve diğer yandan de egemen toplumu kenetleyerek, kendinden görmediği kesimlere karşı ahlaki olarak üstünlük taslamasını mümkün kılıyor.
Bitirirken son bir noktanın daha altını da çizelim. Görsel alanın düzenlenişine baktığımızda kimi faillerin vahşi hayvan statüsüne indirgendiğini, kimisine ise itibar bahşedildiğini görürüz. Polis memuru Şeyma Yılmaz’ın hayatına kast eden ve sonra tutuklanan Yunus Emre Geçti adlı kişiye ait olduğu söylenen resimlerin -hayvan taşıma aracına konmuş ve siyah çöp torbasına paketlenmiş bir vaziyette- medyaya servis edilmesi ile geçmişte Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast’ın polis karakolunda elinde bayrak ile çekilmiş resminin medyaya servis edilmesi söz konusu kurumsal çifte standardı göstermektedir. Nitekim, insanın yaşama hakkına kast eden iki failden birine kahraman muamelesi yapılırken, diğerine fiziksel işkence edilmiş ve çöp muamelesi yapılmıştır. Burada, her iki cinayet türünün benzerliği/farklılığından bağımsız olarak, failin ve kurbanın kim olduğu sorusu üzerinden suçun (ve hukukun) ırksallaştırıldığını görüyoruz. TikTok paylaşımlarından Kürt olduğu tahmin edilen Geçti’ye çöp muamelesi yapılması çoğunluğu teskin etmesinden ziyade, onların hınç duygularını tetikleyerek failin mensubu olduğu kimliği hedef haline getirebilir ve tarihte sıkça deneyimlendiği gibi bizden olmayan “fazlalıklar” olmasa, çoğunluk toplumu suçtan ve suçludan muaf olacakmış fantezisi galebe çalabilir.