Zeki TOMBAK yazdı – Ekonominin bu hale gelmesinde, enflasyonun azmasında, kitlesel yoksulluk ve açlıkta kendilerinin hiçbir sorumluluğu yokmuş rahatlığında konuşuyor, millete ayar veriyor. Çünkü devşirmedir. Topluma/millete ait değildir; ona karşı sorumluluğu yoktur. Bunların sorumluluğu, adına güç ve iktidar kullandıkları ve ceplerini doldurdukları kutsal “devlete”dir.
3. Bölüm: Sadece temsili demokrasi
Demokrasinin sınırlarının, en ağır bedeller ödenerek, “genişler gibi” olduğu dönemler o kadar kısa ve o kadar istisnaidir ki; Cumhuriyet tarihimizi demokrasinin sınırlarını daraltma eğiliminin güçlü veya daha az güçlü olduğu dönemlerden ibaret saysak büyük bir hata yapmış olmayız.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bir asırlık tarihinin tamamı “olağanüstü devlet biçimleri”nin eşine az rastlanır bir çeşitlilikle birbirini izlediği bir tarihtir. Tabii bu çeşitlilik emekçi sınıflar, ilerici aydınlar, Kürtler, Aleviler, Anadolu ve Trakya’nın Hristiyan halkları ve zaman zaman, bazı sünni tarikat ve cemaatler için sonu gelmeyen bir trajediler tarihidir.
Ülke işgal altındayken ve işgalciye karşı sadece Çerkes Ethem liderliğindeki Kuvayı Seyyare savaşırken, düzenli orduyu ilk olarak Kuvayı Seyyare’nin üzerine süren ve Kurtuluş mücadelesine katılmak için ülkeye gelen Türkiye Komünist Fırkası’nın önder kadrosunu katlettiren ve bütün bunları İngiliz emperyalizmiyle Londra Konferansı’nda bir uzlaşma zemini yaratmak umuduyla yapan; Ermenilerin o gün hala tarih olmamış soykırımını reddetmeyen, sorumlularından kendisini ayırmayan bir kurucu iradenin, geleceğin etrafına çektiği tel örgülere işaret ediyorum.
Yaşanan tarihin iki fotoğrafına bakınız:
Opera sanatçısı Ruhi Su’nun 1951 Komünist tevkifatında tırnaklarını kerpetenle söküp avucuna koyan; ülkeyi topyekun işkencehaneye çevirdiği 12 Eylül döneminde, Diyarbakır cezaevinde Kürt’e bok yediren bir Cumhuriyet.
Kısacası, Türkiye toplumunun siyasal refleksleri bu şiddet dolu tarih içinde, dünyada benzerine pek rastlanmayacak ölçüde ihtiyatlı, hesaplı bir nitelik kazanmıştır. En geniş haliyle yığınlar, siyasal tutum alışlarında risk almamaya; devletle karşı karşıya gelmemeye azami dikkati göstermeye yönelmişlerdir.
Çünkü her kuşak “devşirmelerin” kıyıcılığını yeni, yeni ve yeni örneklerle yaşamıştır.
Gene de, neredeyse her zaman hem asker/sivil devlet bürokrasisinin, hem büyük sermayenin yüreğini ağzına getiren toplumsal/siyasal hareketler resmi tarihe eşlik etmiştir. Türkiye İşçi Partisi, 1960’lar ve 1970’lerde DİSK, 1960’ların sonunda ortaya çıkan devrimci hareketler, 1970’lerde bu hareketlerin devamı olan kitlesel devrimci örgütlenmeler; bu yıllarda tarihte hiç olmadığı kadar kitleselleşen ve işçi sınıfı içinde güç kazanan TKP; 1980’lerin ortalarından itibaren hızla güç kazanan ve zamanla her düzeyde kitlesel/kurumsal nitelikler geliştiren Kürt özgürlük hareketi, Gezi ayaklanması vb.
Burada zikrettiğim gelişmeler çok değerlidir. Ancak en geniş kesimleri bakımından, Türkiye toplumunun demokrasiyle kurduğu ilişkinin kendisi de, bu muhteşem istisnai örneklerden ne kadar farklı olursa olsun, önemlidir.
Türkiye toplumunun çoğunluğu demokrasiyi, oy verme mekanizması olarak benimsemiştir. Seçimlerde oy kullanma oranları bakımından Türkiye daima dikkat çekici bir düzeyi yakalamaktadır. Bu benimseyişte, seçilmiş Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanın darbe yönetiminin kurduğu bir mahkemede, “yargılanıp” idam edilmelerinin etkisi azımsanamaz.
Bununla birlikte demokratik katılımın bu yaygın ve yerleşik kavranışı içinde, İfade özgürlüğü ve örgütlenme hakkı, işçi hakları, kadın hakları, LGBTİ+ hakları; çalışanların hak aramaya dair hakları, sendikal özgürlükler, halkların kendi kimliklerini ifade etme, koruma ve geliştirme hakları; çoğunluk inancı dışındaki inançların inanma, ibadet, inancını yayma hakkı vb vb genel, yaygın ve derinlikli bir ilginin konusu olmamıştır.
Demokrasiyle kurulan bu ilişkiyi derin bulmasak da, bir “geri çizgi” olarak değerini yok sayamayız..
4. Bölüm: Seçim sonuçlarına saldırı
Çünkü, Türkiye toplumu tarafından seçim veya halk oylaması, iktidarlar için olmazsa olmaz bir meşruiyet kriteri halinde benimsenmiştir. Bu benimseyişin gücü yüzünden, hiçbir darbe yönetimi, seçimsiz süreyi 3 seneden fazla uzatamamıştır. Halkın sandıkta ortaya koyduğu iradesine yer vermeyen bir gelecek projesi, sadece R. Erdoğan’ın da takipçilerinden olduğu Necip Fazıl Kısakürek’in “Başyücelik” devleti projesinde (İdeologya Örgüsü) ve Kürtlerin oy kullanmaya ehil olmadığını iddia eden Doğu Perinçek’in hezeyanlarında yer alır.
Dolayısıyla toplumun karşısına “Bundan sonra seçim yok” veya “Tek parti sizin neyinize yetmiyor” diye çıkacak ve bunu deneyecek herkesin kısa sürede hüsrana uğrayacağı kesindir.
Bu kesinlik kıymetli bir birikimdir.
Dolayısıyla halka karşı faaliyetlerini, “devletin ali menfaatleri” gerekçesinin arkasına geçerek yürüten devşirme zihniyeti, bu birikimi, darbeler ve ardından gelen 2-3 yıllık dönemler hariç, bir kerede ve tümüyle reddedemedi. Saldırılar adım adım genişletildi.
Yakın tarihteki ilk büyük saldırı, Türkiye hakim sınıflarının, Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in, belediye başkanlığı dönemindeki halkçı uygulamalarından duydukları anti-komünist, halk düşmanı korku yüzünden, 11 Temmuz 1980’de Fatsa’ya düzenlenen askeri operasyondur. Bu operasyon sonucu, sıkıyönetim mahkemesinin tutukladığı ve yargıladığı Fikri Sönmez, 12 Eylül zindanlarında gördüğü işkence sonucu 4 Temmuz 1985’de hayatını kaybetti.
Arada başka örnekler de olmakla beraber, özellikle 15 Temmuz 2016 sonrasında “Kayyum rejimi” ile, seçmen iradesi yaygın ve sistematik bir saldırı altına alındı.
15 Temmuz sonrası, ülke coğrafyasının üçte birinde; yerel seçimleri HDP’nin kazandığı Kürt şehirlerinde, demokrasi adına Doğu Perinçek/Süleyman Soylu zihniyeti hakimdir. Sahte ve taşıma seçmenleri, sayım/yazım hilelerini, “güvenlik güçleri”nin ve Korucuların zorbalıklarını ve halkın bu yollarla “gasp edilmiş” çok sayıda yereldeki iradesini bir kenara not edelim. Halkın bütün bunları aşarak sandıkta ortaya koyduğu iradesi; seçim gecesinden, henüz oyların sayımı devam ederken gaspedilmekte, “serbest seçimlerle ortaya konmuş” halk iradesi yok sayılarak, seçilenlerin yerine kayyum tayin edilmektedir.
HDP’nin kazandığı yerel yönetimlerde kural haline gelen bu saldırı; 31 Mart 2019 seçimlerinde İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçiminde “Batıya” sıçratıldı. İstanbul seçimleri, muhalefet adayı lehine ortaya çıkan farkı “yeterli bulmayan” AKP-MHP rejiminin, kayyum uygulamasını nerelere taşıyabileceğinin çarpıcı bir örneği oldu. Halkın 31 Mart’takı 13 bin oy farkını 24 Haziran’da tekrarlanan seçimlerde 800 bine çıkartması, seçim sonuçlarının tartışılmasını önledi. Ama rejim, muhalif yerel yönetimlerin yetkilerini, haklarını, maddi varlıklarını, gelirlerini, finansal ilişkilerini ve faaliyetlerini sınırlamaya yönelik saldırılarına son vermedi.
Devşirme zihniyetinin “devletin bekası”, “vatanın milletin bölünmez bütünlüğü“, “terörle mücadele” gibi çiğnene çiğnene çürümüş ve kokmuş klişelerle Kürt coğrafyası için açtığı bu yoldan AKP ktidarı kendi çıkarları için yürümeye başladı.
Seçim kazanarak iktidara gelen, farklı siyasal renkleri olsa da sınıf karakteri itibariyle ve devletin asker/sivil bürokrasisine egemen devşirme zihniyetine kısa sürede uyum göstermeleri bakımından sözde “sivil” iktidarlar ve saldırı kendilerine doğrudan temas etmiyorsa, sistem içi muhalefet, halkın sandıkta gerçekleşen iradesini ve beklentilerini daima boşa çıkardılar.
Türkiye toplumu darbecilerin, despotların, meşruiyet iddialarını, sandık önüne her konulduğunda oylarıyla reddederken; demokrasiyi sadece şeklen benimseyen ve devlet içindeki devşirme zihniyetiyle bütünleşen iktidarlar giderek pervasızlaşmakta; halkın sandıkta ortaya koyduğu iradenin tersine uygulamaları alenileştirmekte ve sıradanlaştırmaktadır.
Dolayısıyla toplumun seçme ve seçilme hakkını ve iradesini koruması, dahası kendi ekonomik ve toplumsal çıkarları için iktidarların politika tercihlerini bu güne kadar geliştirdiği seçmen refleksleriyle etkileyebilmesi giderek mümkün olmaktan çıkmakta, seçme ve seçilme hakkının içi hızla boşaltılmaktadır.
“Millet İttifakı” üzerinden geliştirilmeye çalışılan, sistemi restore etme hamlesi de bu tehdidi ortadan kaldıramaz. Çünkü esas olarak rejimin kriz dinamiklerini güçlendiren savaş politikalarına, demokratik kurumları yok eden girişimlerine ve bu girişimlerin sözde gerekçelerine bu güne kadar etkili bir itirazda bulunmadıkları gibi; bu restorasyon hamlesinin arkasına bir halk örgütlenmesi koymaya da istekli değiller.
Dolayısıyla bu kriz ve çözümsüzlük sarmalından çıkmayı başaramazsak, giderek daha ağır bedellere maruz kalacağımız kesindir.
Burada “hep beraber daha derinlikli bir demokrasi inşa edelim” çağrısı yapmıyorum. O her zamanki çağrımızdır. Burada daha derinlikli bir demokrasi inşa etme çabasından, devşirme zihniyetinin yarattığı korkular yüzünden veya böylesi kolayına geldiği için veya mevcut ortamdan faydalandığı için uzak duran; hatta bu yöndeki çabalara düşmanlık eden herkese söylüyorum: Yaşadığımız ve yaşayacağımız koşulların, siyasi parti liderlikleri dahil, Türkiye toplumunu yaptığı ve yapmaya hazırlandığı siyasi tercihler için pişman edeceği ve doğruyu yapıncaya kadar pişman etme/öğretme süreçlerinin işlemeye devam edeceğine dikkat çekmek istiyorum.
5. Bölüm: Duvara dayanmak
Türkiye toplumu son yüzyılını asalak bir sınıfı ve despot bir devlet bürokrasisini sırtında taşıyarak yaşadı.
Bu egemenlik yapısı ülkenin hiçbir sorununu demokrasi yönünde çözmedi. Toplumsal mücadelenin zorlamasıyla demokratikleşme yönünde atmak zorunda kaldığı her adımı, darbe dönemlerinde veya zorbalığını egemen kılabildiği koşullarda geri aldı.
Ülkenin stratejik konumu veya soğuk savaş koşulları veya Avrupa devletlerinin mülteci endişeleri gibi avantajlarını değerlendirerek, işleyen kriz dinamiklerinin sonuçlarıyla topyekün bir yüzleşmeden kaçınmayı başardı; yaşanan krizleri, topluma fatura ederek öteledi.
Dahası emperyal hayaller görmeye, en ağır kriz dinamiği olan Kürt sorununu çözmek ve sorun olmaktan çıkarmak yerine Kürtlerin eşitlik ve özgürlük mücadelesini bahane ederek komşu ülkelerinin topraklarında işgallere girişti.
Türkiye toplumu da, büyük borçlanmalara dayanan ekonomik rahatlık yıllarında Kürt düşmanlığı, Batı düşmanlığı, siyasal islamcılık, milliyetçilik, ulusalcılık, Osmanlıcılık vb ile uyuştu.
Şimdi bu siyasetlerin sonuçlarıyla ve bu ekonomi politikalarının faturalarıyla toplumun ezici çoğunluğu olarak yüzleşme sürecindeyiz.
Elbette “terörle mücadele” görüntüsü altında yürütülen kirli savaşta Kürt gençleri hayatını kaybederken; çatışmalarda polis ve asker gençler, genç subay ve astsubaylar da hayatını kaybetti. Karadeniz’de, Ege’de, Akdeniz bölgesinde, Trakya’da binlerce otobüs durağının, küçük parkların, okulların vb adı “Şehit” diye başlıyor. On binlerce ailenin ocağına 40 senedir ateş düşüyor. Devşirmeler güçlerini ve imkanlarını genişlettikleri bu savaşın sona ermesine; sorunun barış içinde, eşit yurttaşlık, demokrasi ve özgürlükler çerçevesinde çözülmesine asla izin vermediler, vermezler.
Dahası bu sorunu yeni savaş politikaları geliştirmek için bir gerekçe yaparak, Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak’ta işgal bölgeleri yarattılar. Libya’da savaş politikaları izlediler. Karabağ sorununda Azerbaycan’dan daha fazla savaşçı tutum aldılar. Afganistan’da ABD’ye TSK’yı yedeklemeye yeltendiler. Kıbrıs’ta çatışmacı, provokatif adımlar attılar. Ege’de, Akdeniz’de her sorun alanına sadece “gambot diplomasisi”yle yaklaştılar. Kırım konusunda Rusya’ya karşı Ukrayna’dan daha radikal bir dille müdahil oldular. İdlib’de cihatçı çetelerin hamiliğine soyundular.
Dolayısıyla savaş politikalarının sonuçlarını hep beraber ağır ekonomik krizle; kitlesel işsizlik, yoksulluk, yoksunluk ve açlıkla ödüyoruz. Ve tabii pek çok aile evlat acısı yaşayarak ödedi, ödüyor.
Bu bedeller ağırlaşacak. AKP-MHP rejimine oylarıyla destek verenler veya oy vermese bile savaş politikalarına alkış tutanlar ve muhalif olarak bu politikaları engelleyemeyenler olarak, hep beraber ve uzun yıllar ağır koşullar altında yaşayacağız ve pişman edileceğiz.
Pişman edilmek bir öğrenme yoludur: Öğrendik diye gurur duyamayacağınız; öğrenince kurtulamayacağınız bir öğrenme yolu.
Bu bölüme ek:
“Devşirme zihniyetine, örnek verebilir misiniz?” diyenlere, taze bir haberle cevap vermek isterim:
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli: “Çarşıda pazarda, yumurta, et, süt, peynir fiyatlarının artışından, vicdani olmayan zamlı ürün satışlarından samimi olarak sızlananlara hak veriyor, BİR ŞEY DEMİYORUM.” (5 Ekim 2021, TBMM Grup konuşması)
İlgili konuşmada geçen “terörist kebapçılar” konusu, Bahçeli’nin akıl sağlığına dair bir emare olarak, herkesin dikatini çekti, ancak “devşirme kime denir?” sorusuyla ilgili bölüm, yukarıda büyük harfle yazdığım bölümdür.
İktidarın fiili ortağısın, kamuoyu önünde en büyük destekçisisin, “vicdani olmayan” fiyat artışlarından samimi olarak sızlananlara, lütfedip “bir şey demiyor”muş! DÖVSEYDİN BARİ!
Ekonominin bu hale gelmesinde, enflasyonun azmasında, kitlesel yoksulluk ve açlıkta kendilerinin hiçbir sorumluluğu yokmuş rahatlığında konuşuyor, millete ayar veriyor. Çünkü devşirmedir. Topluma/millete ait değildir; ona karşı sorumluluğu yoktur. Bunların sorumluluğu, adına güç ve iktidar kullandıkları ve ceplerini doldurdukları kutsal “devlete”dir.