HDP üzerine süregiden tartışmaların teorik, ideolojik-politik, sosyolojik, felsefi, psikolojik, tarihsel olmak üzere birden fazla düzeyi kapsadığı ortada. Dolayısıyla HDP anlatısı/savunusu bir metnin, bu satırlara sığmayacağı aşikar. Hatta “klasik” sosyalist akılla yazının dünya, bölge, ülke değerlendirmesi içermesi gerektiğini de sayarsak bu yazı bir imkansızlığı içermektedir diyebiliriz. Bu, metaforik düzlemde de böyle: HDP imkansızı isteyenlerin bir imkanıdır.
Sartre, Fanon’un “Dünyanın Lanetlileri” isimli kitabına yazdığı önsözde, bir sömürgeciyi vurup düşürmenin bir taşla iki kuş vurmak anlamına geleceğini söyler. Burada yok edilen, hem ezen hem de ezilendir. Türkiye sosyalistleri 1900’lü yılların başlarından itibaren milliyetçilikle sembiyotik bir ilişki içindedir. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte bu ilişki Kemalizmle ilişkiye dönüşmüştür. İkinci bir nokta: Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği aynı kategoride değerlendirilemez. İkisinden söz edilen her yerde farklılıkları izah edilmek durumundadır. PKK kuruluşuyla birlikte milliyetçiliği karşısına alan bir programla ortaya çıktı. 15 Ağustos saldırısı üzerine yapılan açıklamada örgüt doğrudan Türkiye devrimci soluna hitap ederken şunları söylemiştir: “Türkiyeli devrimci ve demokratlar, emekçi Türk halkı! HRK; sizleri, yaşamınızı, geleceğinizi karartan faşist barbarlığa karşı direniş mücadelesini yükseltmeye, bunu Kürdistan halkının yürüttüğü kurtuluş mücadelesiyle birleştirmeye, Kürt halkının haklı mücadelesini desteklemeye, faşist zindanlarda ve Kürdistan dağlarında yükselen direniş mücadelesine sahip çıkmaya çağırır.” Benzer içerikteki vurgu Mahir Sayın’ın yaptığı görüşmelerde Abdullah Öcalan tarafından da yapılmıştır. (Erkeği Öldürmek-1997) Yine sınıf mücadelesi ve birlikte mücadele üzerine söylenenleri Hayri Durmuş, Kemal Pir ve Mazlum Doğan’ın mahkeme savunmalarından okumak mümkün. (www.saradistribution.com)
Velhasıl-ı kelam, HDK-HDP bir seçim ittifakı, koalisyon biçimi, geçici bir birliktelik olmadığı gibi parlamenterist bir anlayışa da sahip değildir. Dünden bugüne aynı topraklarda mücadele yürütenlerin stratejik ittifak ve mücadele birliği anlayışıyla, egemenler tarafından ezilen ve mağduriyete uğratılmış tüm toplumsal kesimleri içererek oluşturulan zorunlu ve haklı bir birlikteliğin tezahürüdür. Her iki taraftan gelen itirazların temel problemi de bu anlamıyla dikkat çekicidir: Kürtler Türkleşiyor diyenler ve (sosyalist) Türkler Kürtleşiyor diyenler. Oysa ki her iki önermenin de doğrulanma imkanı taşımasında herhangi bir problem, yukarıdaki gerekçeler çerçevesinde yoktur.
Neo-liberal politikalar açmazda. Bununla birlikte Türkiye devleti bir rejim krizi ile yüz yüze. 12 yıllık AKP iktidarı neo-liberal politikaların yürütücüsü olarak görevlendirildiğini görmezden gelerek, Yeni Osmanlıcılık anlayışı ile bölgede hegemonik güç olma sevdasına düştü. Tüm bunlara eş zamanlı ve koşut olarak yeni bir aşamaya evrilen Kürdistan sorunu bölgesel dengeler açısından ayrı bir önemi imler hale geldi, Kürt Hareketi niteliksel bir sıçrama yarattı. Hareket, Türkiye hükümetinin kuşatma çabalarına rağmen, Rojava’da hakimiyet sağlayarak bölgenin reel bir siyasi aktörü olduğu gerçeğini perçinledi.
Emperyalistler açısından bölgesel “savaş” konsepti, neo-liberalizmin krizini çözmek, dünya sermayesinin istikrarını sağlamak adına süreklileştirilmek isteniyor. Dolayısıyla bu fotoğrafta Türkiye’ye bölgesel anlamda daha büyük bir rol biçileceği ortada. Petrol, kaya gazı, transit yol olmanın çekişmesi ve ittifakları, Rusya/Ukrayna/Suriye denklemi, istikrarsızlaşan sermayenin ihtiyacına uygun yeni anayasa girişimlerindeki kapışmalar, yeniden yapılandırılmaya çalışılan TC rejimi… Çıkar birliği çerçevesindeki AKP-Çete Cemaat ittifakının yerle yeksan olması, sadece iktidarın yeniden bölüşümüyle sınırlı bir okumanın ötesini gerektirmekte. Bu bağlamda 17 Aralık yolsuzluk, rüşvet, çevre ve inşaat rantı operasyonunu başlatan; Suriye’de uluslararası bir savaş başlatmayı başaramayan AKP’nin Ortadoğu’da kendi enerji stratejisini kurma çabası sırasında oluşturduğu ittifaklarla ABD’nin yoluna çıkmasının sonucu ise mesele, ulusal sınırları da aşan denklemiyle ufku geniş bir birlikteliği zorunlu kılmakta. Savaş, istikrar sağlamanın bir aracı haline getirilmek isteniyorsa birlikte savaşacakların “barışması” gerekmekte: Aleviler, Ermeniler, Araplar, Süryaniler, Lazlar, LBGTİ’ler, Türkler, Kürtler… Bugünkü dünya koşullarında demokratik devrimci bir sürecin, sınıfsal ittifaklar yanında, aynı zamanda başka ittifak güçlerini de içerdiğini görmeyen, hiçbir örgüt ya da çevre bırakınız devrimi, devrimin hayalini bile göremez.
Bugün HDK-HDP’nin ne olduğu, bizim yönümüzden ne olması gerektiği anlayışını ortadan kaldırmaz. Demokratik devrim sürecinin temel ittifak güçlerinin birlikteliğinin esasını oluşturduğu bu olanağın, giderek demokratik devrimci bir program etrafında kalıcı bir cephe örgütlenmesine dönüşmesi, olması gerekendir. HDK-HDP bugün bir başlangıçtır, başlangıç olduğu için de olması gereken yönünde bir imkandır. Olanla olması gerekeni karıştırmak, eğer art niyet taşınmıyorsa, ortaya çıkan imkanı değerlendirme sorumluluğundan uzak davranmaktır.
Nesnel olarak devrimci demokratik bir Kürt Hareketi’nin varlığına karşın, Batı’da politik bir işçi hareketinin olmadığı, işçi sınıfının siyaset sahnesinin dışında kaldığı, işçi sınıfı ile sosyalizmin kopukluğunun sürdüğü, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma durumuyla siyaset sahnesine girmediği koşullarda, devrimci demokrasi programının fiiliyatta işlerlik kazanması ihtimali oldukça zayıftır. HDK-HDP aynı zamanda bu ihtimali artırmanın, bu yönde ortaya çıkan imkanı büyütmenin aracıdır. HDK-HDP ile işçi sınıfı partisini birbirinin karşısına koyan ya da bu iki paralel görevi birbirinin yerine ikame eden veya işçi sınıfının siyaset sahnesine çekilmesi sorunuyla, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik çözümü meselesini karşı karşıya koyan yaklaşımlar, yukarda ifade edilen zaaflı durumu gidermede hiçbir rol oynayamazlar. Olması gereken, bu temel sorunları birbirinin karşısına koymadan, birbirini tamamlayan ve birisinin diğerini güçlendireceği bir perspektife sahip olmaktır. HDK-HDP, en azından bu perspektifle yola çıkanların içinde yer aldığı ezilenlerin kurtuluşu imkanını büyütme zeminidir.
Bugün Türkiye’nin Batısının, sokağa dökülüp kitle hareketinde niteliksel bir dönüşümün işaretini bizlere vermiş olduğunu görmezden gelemeyiz. Bu, Gezi bileşenlerinin yerine HDK-HDP’yi ikame etmek anlamına gelmemelidir. Bugünkü bileşenleri itibarıyla eksik sayılabilecek HDK-HDP zeminini en geniş devrimci-demokrat güçlerle her seferinde yeniden kurmak ve bu kuruluşun kendisini Gezi’nin içinde bir bileşen olarak tarif ederek yol almak, cephenin oluşması ve genişleyebilmesi için temel öngörülerimiz olmalıdır.
HDK-HDP tartışmasını sosyalistliğin ispatı, teoriyi yanlış/doğru okuma veya Kürt Hareketi’nin kanatları altına girme/şovenistlik ezberinden uzak, bugünkü koşulların ve Gezi’nin ışığında, emperyal hevesli bölge siyaseti karşıtlığı ekseninde yapmak tüm Türkiye muhalefeti için hayırlı olacaktır. İhtiyacımız ve zorunluluğumuz gereği tartışma, bölgesel ve yerel saldırıya yanıt üretebilecek açılımları, örgütsel inşanın hedef ve yolunu gösterecek nitelikte olmak durumundadır.