Nevra AKDEMİR yazdı – Bu dönemde devleti en üst düzeyde temsil eden iktidar ortakları, sermayedarlar ve bürokratların oluşturduğu kocaman bir ağın, özellikle kentsel varlıkların yağmalanması ve devletin şiddet tekelinin bu uğurda insan hayatını hiçe sayarak kullanılması ortaya dökülmüştü.
Ayakkabı kutusuyla sembolize olan ve dilimize “sıfırlama”, “bakara makara” veya “Bilal’e anlatır gibi” gibi pek çok ifadeyi açıklamaya gerek bırakmaksızın yerleştiren tarih nedir diye sorsalar Türkiye siyasetini biraz takip eden herkes 17-25 Aralık 2013’ü işaret edecektir. Bugün tam 7 yıl geçmişken süreç içinde olanlar, bir yolsuzluk operasyonu olarak başlayan süreci iktidarın kendini sürdürmesi ve iktidardaki partinin iktidardan düşmeme motivasyonuyla devleti biçimlendirmesine dair önemli ipuçları veriyor.
17 -25 Aralık 2013’te Gezi eylemlerinden hemen sonra bir polis operasyonu HDP’nin 2015’te verdiği Meclis Araştırması gerekçesinde de ifade edildiği gibi özellikle yolsuzluk miktarı hacmi ve dayandığı uluslararası networkler ile, Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluğunu ortaya çıkarmıştı. Bu dönemde devleti en üst düzeyde temsil eden iktidar ortakları, sermayedarlar ve bürokratların oluşturduğu kocaman bir ağın, özellikle kentsel varlıkların yağmalanması ve devletin şiddet tekelinin bu uğurda insan hayatını hiçe sayarak kullanılması ortaya dökülmüştü. Sonrasında AKP’nin iktidarının meşruiyetini üzerinde kurduğu “yetmez ama evet” ifadesiyle sembolize olan ılımlı İslami demokrasi modeliyle kendini ifade eden geniş ittifak zemini yok olmuş, oy oranlarında düşüş gerçekleşmiş ve “seni başka yaptırmayacağız” söylemi toplumda geniş bir kabul görmüştü. Gezi direnişinin haklılığını pekiştiren yatak odalarında bulunan para sayma makineleri, ayakkabı kutularında saklanan yüksek miktarlı paralar, telefon konuşmalarıyla rüşvetin sıfırlanma çabası, pahalı saatlerin içini doldurduğu bir gündemin ardından paralel yapı tartışmalarını duymaya başladık. Siyasetin yeniden karıldığı, tapelerin ortalığa döküldüğü dönemde elimize çekirdek alıp egemenlerin arasındaki kavgayı seyretmek keyifli olabilirdi, ancak iktidarın yeni ittifak zemini, çekirdek olarak muhalifleri çitleyebilecek gücü hızlıca bulabilmesini sağladı.
17 Aralık 2013’te bugün hala büyük kamu ihalelerinde adını duyduğumuz kapitalistler, çeşitli yerlere büyükelçi veya genel müdür olarak atanan bakan ve vali çocuklarının aralarında bulunduğu 89 kişi gözaltına alınmış, ve yine bugün hala ABD’de süren dava ile gündemde olan Halkbank Genel Müdürü ve İranlı sermayedar Reza Zarrab ile beraber 26 kişi tutuklanmıştı; 28 Şubat’ta tutukluların tamamı serbest bırakılmıştı. Elbette, 28 Şubat AKP’yi iktidara taşıyan bir darbe olarak sembolik bir öneme sahipti ve bugünden bakıldığında iktidarın aklının çalışma prensibini şaşmaz şekilde gösteriyor. Zira bu tarihten sonra her başarısızlığında olduğu gibi “komplo”, “içimizdeki hainler” ve “darbe girişimi” cümlelerini sıkça duyacaktık. Bu bağlamda geçmişin bütün başarısızlıkları da biten iktidar ortaklığına yıkılarak şiddetli bir aklanma denenecekti. Zira bir sene sonunda 15 Aralık 2014’te tüm operasyon resmen sona erdirilerek iktidar aklanmıştı. 17 Aralık’la başlayan sürecin 25 Aralık’ta son bulan noktasında ise yolsuzluk operasyonunun Erdoğan’a kadar uzanması vardı. Bu nokta ise Erdoğan’ın en ufak eleştiriye bile hakaret tanımlaması yapması ve hukuku buna göre biçimleyerek eleştirilemeyen siyasetçi konumunu kendi pozisyonu için üretmesinin başlangıcı olarak sayılabilir. Bu dönemde başlayan AKP’nin tüm devlet kurumlarını kendine uygun tarikatlara göre liyakatı ortadan tamamen kaldırarak dizayn etmesi, bugün tüm ülkenin kurumsallık biçimini neredeyse ortaya koyuyor. Zira kamu çalışanlarının yasalarla korunan güvencesi dahi iktidara biata göre bir anlam ifade ediyor durumda.
2015’e gelindiğinde hala Erdoğan’ın elini kolunu bağlayan bir siyaset alanının hala mümkün olduğu görülüyordu. Zira iktidardan düşmeye en yakın olduğu anın 2015 Haziran Seçimleri olduğu ortada. O dönemde 400 milletvekiline ulaşamayan iktidar partisi ve yeni ittifaklarının Kürt düşmanlığında ortaklaştığı yapılan “hendek operasyonunda” açığa çıkacaktı. İktidarın söylemsel ve maddi desteğini esirgemediği ortada olan İŞİD bombalarıyla patlarken, bir meclis konuşmasında 400 milletvekilini verseydiniz böyle olmazdı diyen Erdoğan Haziran 2015 seçimlerindeki yenilgisinin hesabını tüm muhalif ve savaş karşıtı kesimlerden soracaktı. Aynı zamanda yeni ittifakın ideolojik söylemi, yerli ve milli ifadesinde yeniden oluşacaktı.
2016 yazına gelindiğinde ise ne olduğu hala aydınlanmayan ilginç bir darbe girişimi yaşanmış; Erdoğan’ın şahsında karakterize olan devlet gücü ve özellikle şiddet tekeli, yaygın şekilde kanıta ihtiyaç duymadan şikayet üzerine cezalandırmaya dayalı rejimi hayata geçirecek ve böylelikle iktidarda kalma/her ölçekte iktidar olma imkanını siyasetin alanını yok ederek genişletecek şekilde uygulamaya soktu. Erdoğan, Cumhur İttifakı adını verdikleri Sünni muhafazakar ve milliyetçi cephenin tartışılamaz ve eleştirilemez lideri değildi sadece, bir iktidar biçiminin her düzlemde rol modeliydi de artık. Türkiye’nin en küçük yaşam alanlarından en büyük şirketlerine kadar Erdoğan’ın nobran tarzıyla yönetme meraklısı, ittifakın keskin dönüşlerine rağmen söylemini hayata geçirmenin bir kariyer yolu olduğunun farkında bir sürü iktidar oluştu. Giderek daha şiddeti artan ve sadece yaşam tarzı baskısı diyemeyeceğimiz eril, muhafazakar, siyaseti yok eden ve bilimi imkansız kıldığı ölçüde yıkım üzerine kurulu bir yaşam bugün önümüzde duran. Dahası birkaç senedir iş güvencelerinin konuşulmasını bile imkansız kılan siyasallaşmış hukukun yarattığı adaletsizlik ve barışsızlık üzerine kurulu baskı, kıdem tazminatından İstanbul Sözleşmesi’ne ve hatta nafakaya kadar her egemenin ezilene yönelik sömürüsünü sınırlandıran “devlet olma mutabakatının” bir unsur olan güvenceleri tartışmaya açıyor. Olağanüstü hal adı verilen düzenlemelerin olağanlaşması ile rejimin sınıfsal karakterinin eril, muhafazakar ve ırkçı olma zorunluluğunu da açıkça gösteriyor.
17- 25 Aralık 2013 operasyonlarına bugünden baktığımızda doğal alanların ve kent varlıklarının insanlık tarihinin evrensel tarihsel mirası olup olmadığına bakılmaksızın talanı, kadınların ve işçi sınıfının kazanımlarının tırpanlanması ve siyaset alanının yok edilmesine varan rejimin nasıl bir ittifakla kurulabildiğinin de çırçıplak kalmış halini görmek mümkün; ancak, medya ve hukukun, sermayenin hangi öznelerde birikeceğinin ve makbul ile hain arasındaki sınırın belirleme gücü iktidar bloğunda olmasına rağmen sosyal medya yoluyla kendine gedik açan hakikatin, sanatın, farklılıklarla birlikte yaşamak ve barış fikrinin direndiğini de. Zira patriyarkal kapitalizmin mekâna ve üzerindeki tüm toplumsal ilişkilere bağlı açığa çıkış biçimi olarak tarihe yazılmış durumda; aynı dünyanın pek çok yerinde sömürünün şiddetlenmesini baskı rejimiyle sağlayan tüm çağdaşı tüm rejimler gibi. Hala cezalandırmaya doyamadıkları halde gezi direnişinin haklılığı ve barış talebindeki ısrarla beraber kriminalize etme çabalarına rağmen daha fazla meşruiyet kazanan kadın hareketi, tüm bu hukuku tekeline almış, milli ve yerli söyleminin altında hala mağduriyetlerden bahaneler yaratan, mafya ve lümpen burjuvazi ile iş birliği halindeki siyaset alanı bırakmayan ve yönetim krizini asla aşamayan rejimin iyi örgütlenmiş bir kıvılcımda yok edileceğinin de en önemli göstergesi.