GÖKSEL ILGIN yazdı… “Lakin popüler kültürün (karşı-hegemonik bir gücün, devrimci bir olanağın yokluğunda) içine aldığı her şeye kendi biçimini verme prensibi göz önüne alındığında, Dodan nezdinde yarışmacıların ve de yarışmada materyalleşen müzik yapıtlarının akıbeti için endişelenmekte haklılık payımız kesinlikle yüksek!”
GÖKSEL ILGIN
Onca debdebenin içinde, kirli savaşlar, yakılan askerler, patlayan bombalar arasında kimine hariçten gazel gelecek bir dizi konu sosyal medyada hızlıca gündemleşiyor ve yaygınlaşıyor. Hayretin lüzumu yok zira böyle dönemlerde tali meselelere indirgenen gündelik hayat kaileleri, kültürel/ideolojik operasyonların tezgahında “daha çıplak” ve daha korunaksız hedefler halini alıyor. Toplumun ve tüm ilgili süreçlerin; algı eşiklerinin sinir uçlarıyla oynamak sistem lehine kolaylaşabiliyor.
Birkaç gündür sosyal medyada; ses sanatçılığında uzunca bir geçmişi olan Dodan Özer’in, epeydir yüksek izlenme oranlarına mazhar olan bir müzik yarışmasına katılması tartışıladuruyor. Çeşitli taraflardan yüksek sesli eleştiriler dile geliyor. Kimi; Dodan’ın bu yarışmaya katılarak kendine ve sevenlerine haksızlık ettiğini, bu durumun yakışıksız olduğunu beyan ederken kimileri çıtayı daha da yükselterek; ana akım müzik piyasasından uzaklığıyla bilinen sanatçının popüler kültüre yenik düşmesinden dem vuruyor. Diğer yandan ise; müzik piyasasının katı koşulları, sanatçıların maddi çıkmazları gibi gerekçeleri masaya yatırarak en azından bir reklam/tanıtım aracı olarak bu tür mecraları sanatçıların kullanmasında çok da beis görmemek gerektiğini düşünenler var.
Önce küçük bir anımsa(t)ma
Tartışmaya, ilgili müktesebatımıza ilişkin küçük bir anımsama için konunun muhtevasına uygun bir anekdotla başlayarak katılalım. Mustafa Cihat isminde bir sanatçının 2007 tarihli albümünde yer alsa da, bugünkü popülerlik düzeyine İmera adlı Karadeniz müzik grubunun icra etmesiyle kavuşan “Emri Olur” adlı şarkının hikayesiyle… Şarkı İmera’nın ardından epeyce bir zaman bir Karadeniz türküsü, bir aşk şarkısı kisvesiyle dinlendi ve yaygınlaştı ki bu gelişim sürecinde, solistin “Karadeniz şivesi(?)” ve şarkının Karadeniz kemençesiyle icra edilmesinin etkisi mühim. Halbuki yayınlanan video-klipte bestenin Mustafa Cihat’a ait olduğu bildiriliyordu ve Mustafa Cihat, Sünni Siyasal İslam geleneğine yakınlığıyla bilinen bir sanatçıydı. Dahası, mevzu bahis şarkının öyküsü İslam tarihinden bir rivayete dayanıyordu. Şarkının sözleri, evvelce gayri müslimlerin safında bulunduğu sırada, cephede İslam Peygamberi’nin amcasını öldürmüş fakat daha sonra Müslüman ümmetine katılmış Vahşi adlı şahsın ağzından Peygamber’e hitap eder gibi tasarlanmış. Zira rivayet o ki İslam Peygamberi, bu şahsa; “Benim karşıma çıkmasın, onu görünce amcam Hamza geliyor aklıma, çok üzülüyorum” demiştir. Şarkı da; “Bakmasın demiş bir daha yüzüme / Emri olur inansın bu sözüme” gibi sözlerle donatılmış. Şarkı sözlerinin öyküsünü bilenler elbette var. Ancak, popülerleşmeye başladıkça şarkının, sosyal medya kanallarında bu öyküden bihaber biçimde “son zamanların en güzel aşk şarkısı” gibi başlıklarla paylaşılmak suretiyle hızla yaygınlaştığına şahit olmak için dijital müzik platformlarında kısa bir gezinti yeterli olacaktır. Popüler müzik piyasasında hala en geçer akçenin “aşk, ayrılık” gibi temalar olması ve sözünü ettiğimiz şarkının dönüşümleri aynı bağlama yerleştiğinde göze çarpan elbette tesadüften veya kendiliğinden gelişimden bir hayli fazlası. Yani, “ne var ki bunda, bir şarkı dinleyiciler tarafından başka anlamlarda algılanmış?” safdilliğiyle karşılanabilecek kadar basit bir mesele değil muhatap olduğumuz. Post-modernizmin, popüler kültürün, anlam evrenlerinde keyfi oyunlar oynayabildiği; nesnelerin, metaların, imajların yüzer-geçer bir düzlemde kolayca içeriksizleştirilebildiği, yeniden biçimlendirilebildiği; güçlerin eskiye oranla daha da eşitsiz dağıldığı hegemonik çarpışma alanlarından söz ediyoruz!
Kapitalizm koşullarında geniş kitlelere dayatılan gündelik hayat tasarımında mesai (ücretli emek) ve dinlenme (uyku) vaktinden arta-kalan “serbest zamanı” örgütlemek kapitalizmin kendi lehine mühim yükümlülükleri arasındadır. Zira en basit tabiriyle, insanların uğruna ömür veresiye çalıştıkları, maddi kazançlarını harcadıkları, harcamalarını planladıkları, birtakım haz ve keyifleri satın alabildikleri, eğlence için tasarruf ettikleri ve benzeri birçok etkinliği gerçekleştirebildikleri alan serbest zamandır. Serbest zaman, duyargalarımızın görece daha açık olduğu alandır; dolayısıyla, tüm ideolojik aygıtların durduraksız biçimde topluma sağanak edildiği başat uzamdır. Bu bağlamda serbest zaman; uğruna kapitalizme “rıza gösterdiğimiz” tüm “şey”lerin önemli bir kısmının toplamını da ifade eder.[1] Serbest zamanımızın büyük çoğunluğunun, popüler-kültürel metaları tüketmekle geçirilmesi elbette sistemin ideolojik yeniden üretiminin en sağlam garantörüdür.
Tabii ki tümüyle edilgen kalabalıkların kitle iletişim araçları tarafından hipnotize edildiğini ima eden; tüm birey edimlerini, bilinci/iradeyi by-pass ederek belirleyen bir sihirbaz değneğinden bahsetmiyoruz. Althusserci bir izlekle “çağrılan özne” kavramıyla kısaca açıklamayı denersek; ideolojiler özneleri çağırır ve bu bakımdan özneler yaratır. Birey özne, ideolojik aygıtların, zihin dünyalarının en ücra köşelerine sızabilen kudretine rağmen, kendi bilincine, iradesine yer açabilmektedir. Yani, öznenin bilinciyle ideolojik aygıtlar arasında sürekli bir çatışma hali söz konusudur. İdeolojiler tarafından çağrılan öznelerin davranış kipi, özneyi çevreleyen tüm politik-ideolojik belirleyicilerin baskısı altında ama yine de öznenin bilinciyle gerçekleşir. Bu yazının sınırları içerisinde bir çeşit “mihenk taşı” niyetine bu kısa kuramsal anıştırmanın ardından[2] konumuza; bizim büyük kültürel metalarımızın güncel işlevlerini tartışmaya dönebiliriz. Zira mesele Dodan’ın yarışmaya “çağrılması”yla başlamıştı, değil mi?
TV kanalında müzik yarışmasına katılmak ne anlama gelir?
Deneysel müzik çalışmalarıyla, İzzet Kızıl gibi mühim enstrüman icracılarının da dahil olduğu projeleriyle hatırı sayılır bir kitlenin tanıdığı ama elbette birkaç gün öncesine dek ana akım piyasanın tümüyle dışında kalan Dodan, “O Ses Türkiye” yarışmasına katıldı. Ardından, Dodan’ın bu yarışmaya katılmasını “yürek burkucu” bulan bir eleştiri yazısı yayımlandı ve bu yazıya cevaben “Dodan’ın arkadaşları” imzasıyla ortaya çıkan başka bir yazıda, sanatçının müzik piyasasında nice zorlukla geçirdiği yıllardan, günbegün sertleşen piyasa koşullarından bahsederek Dodan’ın daha geniş kitlelere sesini duyurabilme gayretinin ön plana çıkarılması gerekliliği vurgulandı.
Müzik piyasası hakikaten çilelerle doludur; hele ki ana akımın dayattığı popülerlik kıstaslarının dışında üretim söz konusuysa. Peki, O Ses gibi yarışmalar böylesi üretimler için gerçekten bir fırsat kaynağı sunmakta mıdır? Bu soru, popüler kültüre dahil olarak popüler kıstasların dışına çıkmak ne kadar mümkündür sorusuyla paralel düşünülebilir. Yakın tarihte Popstar furyasıyla başlayıp, Türkiye TV eğlence serüveninde bir çeşit tekelleşme yönelimi sergileyen bir TV kanalında yayınlanan O Ses’le son/güncel biçimini alan “star”, ses sanatçısı yarışmalarının şampiyonlarının akıbetleri nedir? Diğer yandan, bu yarışmalara dek “bir star doğuyor” mecazı nasıl gerçekleşiyordu?
İnternet olanaklarının bugünkü yaygınlığa erişmesinden biraz önce yüksek müzik piyasasının nabzını ana akım medya kuruluşlarına bağlı TV müzik kanalları tutuyordu ki sanırım Kral TV’yi bilmeyen yoktur. Ancak, bir müzisyen için Kral TV gibi kanallarda video-klip oynatmak ciddi ölçekli ödemelerle mümkündü. Parayı veren düdüğü çalıyor ve geniş kitlelere erişim şansına vakıf oluyordu.Vakıf olamayanlar ise kendi kısıtlı çeperlerinde icraatlarını, muhtelif eğlence mekanlarında, görece küçük çaplı konserlerde, yerel organizasyonlarda sahne almayı sürdürüyor veya geniş çaplı tanıtım organizasyonlarından yoksun halde, zar-zor biriktirilmiş paralarla albüm çıkarmaya çabalıyordu. Bu iki ucun arasında; ana akımın dışında yer alsa da hatırı sayılır bir kitleye, muhtemelen döneme göre alternatif sayılabilecek üretimlere kulak veren dinleyicilere muhtelif biçimlerde erişebilen bir ara akım piyasa da söz konusuydu. Kültürel meta modalarının, müzik “trend”lerinin ağır baskısı altında tüm bu akımların piyasa koşulları kısacık dönemler içinde değişkenlik arz edebiliyordu. Rock müzik türü ana akımdan bir anda düşüverirken, evvelce ötelenen fantezi-arabesk sanatçıları bir anda starların koltuğuna oturabiliyordu, örneğin.
Yarışmalar furyası kolay yoldan meşhur olmaya aralanan “bir umut kapısı” arayan müzisyenlere ve de aktif anlamda müzisyen olmasalar da “yetenekli” olduklarını düşünen bireylerin dünyasına güneş gibi doğmuştu. Epeyce bir süre, “kallavi” jüri üyelerinin fırçaladığı ama aile şefkatiyle de sarmaladığı star adaylarını izleyedurduk; hem müzik performansları hem de trajik hikayelerin serpiştirildiği dramatik performanslarıyla. Star dediğin donanımlı olmalıydı zira! Tam; “yahu birer birer kayboldu bu popstarlar. Niye ortada yoklar?” diye kendi kendimize söyleniyorduk ki bir süredir sönük bir ilgiden fazlasını bulamayan, birbirinin tekrarı formatlarla temcit pilavına dönen ses yarışmalarına “yeni bir soluk” geldi O Ses’le birlikte.
O Ses yeni bir yarışma formatını ekranlara taşıyordu. Yarışmada sadece bir jüri üyesini etkileyebilmek yetiyordu (yani, ilk etaptaki hedef biraz daha küçültülmüştü) ve yeni format gereği; jüri üyeleri yarışmacıyı seçmiyor, “yüce halkın mensubu” yarışmacı birlikte çalışacağı jüri üyesini seçiyordu ki jüri üyeleri beğendikleri yarışmacıyı kapmak için bin takla atabiliyordu. Format tutmuştu ve yanı sıra; internet olanakları yaygınlaşmış, sosyal medya mecraları çoğalmaya, birey yaşamlarında tecessüm artırmaya başlamış ve neo-liberal ekonomi koşullarına paralel olarak yürütülen kültürel politikalar müzik piyasasındaki akımlar arasında katı bir uçlaşma sonucunu doğurmuştu. Kültürel metalar pazarının buyrukları dışına çıkmak iyice güçleşmiş, ana akım popüler müzik üretiminin dışında kalan ara akımlar tümüyle piyasa dışına itilme tehdidiyle baş başa kalmıştı. Yani, küçük çeperlerde müzik faaliyetiyle yüksek müzik piyasası arasında bir ara akım imkansızlaşmaya başlamıştı. Ara akımda uzundur tutunmuş, yerini sağlamlaştırmış, ana akıma alternatif üreticiler popüler kıstasların baskısından görece muafiyetlerini muhafaza ederek varlıklarını sürdürebiliyor hala. Fakat benzer konumlar hedefleyen yeni müzisyenler için evvelki köprüler piyasa tarafından tarumar edilmiş durumda.
Ses/star yarışmaları; en güncel formatı ile O Ses, “yırtma” hayalini, hızlıca meşhur olma umudunu pazarlama prosedürünü seleflerinden on kat daha ucuz, erişilebilir ve ikna edici kıldı. Mevcut sistem içinde sınıf atlama, eski mecazıyla “köşeyi dönme” umudunun berbat ekonomik koşullara, sefil hayatlara rağmen başkaldırmaktan, itiraz etmekten imtina etmeyi alttan alta örgütlediği su götürmez bir gerçek. Elbette bu durağanlığı/rızayı örgütleme prensibinin etkisi yarışmaya katılanlarla sınırlı değil. Bir ideolojik aygıt manivelası olarak yarışmanın çağrı alanı/gücü izleyicileri kapsayacak ölçülerde yüksek. Makro düzeyde böylesi işlevlerinin yanı-sıra, O Ses konjonktürel politikaların doğrudan ekrana devşirildiği bir mecra; mevcut iktidarın kültürel politikalarının dolaysız işleyen bir uzantısı. (Mesela, iktidarın yürüteceği olası bir Kürt veya Alevi açılımı döneminde ilgili değerler yarışmada kendine yer bulabilecekken şimdilerde adlarının anılması bile problem olarak görülüyor.) Kitlelerde büyük oranlarda sempati uyandırmayı başaran ünlü figürler (yine niyetlerinden “zorunsuzca” bağımsız olarak) hemen her bölümde dönemin kültürel örgütlenmesinin neferliğini yürütüyorlar; cinsellik söyleminden, vatandaşlık söylemine varan geniş bir yelpazede düzenin sözcülüğü ifa ediliyor. Ayrıca programın iktidar bloğuyla kurduğu ortaklık sadece yarışmanın yapısı, kurgusu, ideolojik içerimleriyle değil; mevcut iktidarla kurulan, gizlemeye bile cüret edilmeyen aleni patronaj ilişkileri yumağıyla da gün gibi ortada.
Dodan gibi, bir takım projelerde yer alan, canlı müzik sahnelerine çıkan, aktif müzisyenliği geçim aracı olarak kullanan çeşitli piyasa düzeylerinden sanatçılar, doğrudan etap atlama veya şampiyon olma imkanına erişemeseler bile, internet olanaklarını da hesaba katarak yarışmaya katılmanın vaat ettiği en azından bir reklam fırsatına çağrılıyorlar. Oysa günbegün “görsel baskı”nın meta pazarında yine tekelleri önceleyen yapısına paralel olarak internet mecralarında öne çıkma, seçilirliği artırma fırsatlarının her geçen gün düşmesi ve internetin, rekabet algısı yönetimi gereği güçsüz ürünleri değersizleştirici prensibi nedeniyle, O Ses ilgili beklentileri karşılamaktan çok uzak. Her geçen gün yeni videoların, görsel girdilerin baskıladığı internet mecralarında, yarışmacılar inanılmaz hızlı bir sirkülasyon içinde saman alevi gibi yanıp sönüveren bir sosyal itibara erişebiliyor çoğunlukla ki geçtiğimiz 5 sezonun şampiyonları dahi bu makus tablodan münezzeh kalamadı.
O Ses ve benzeri programların kurgusu izleyiciyi, yarışmacıların kişisel becerisine, birey kültünün yüceltilmesi prensibine odaklamak üzerine yapılandırılıyor. Bu biçimde hem mevcut sistem içinde bireysel başarı olasılıklarının varlığı kitlelere onaylatılarak müreffeh bir yaşam düşüyle hakikat arasındaki katı mesafe silikleştiriliyor; hem de yarışmanın temel argümanıymış gibi sunulan müzik, bir kültürel varlık olarak taşıdığı onca toplumsal işlevden, kendisini var eden tarihsel-toplumsal birikimden ayrıştırılarak bir birey becerisine, basit bir rekabet metaına indirgeniyor. Böylece, başlangıçta andığımız “Emri Olur” adlı şarkıda küçük bir örneği görüldüğü gibi, müzikle toplum arasında gerçekleşen anlamlandırma ilişkisinin ideolojik aygıtlar karşısında zırhları anbean eriyor.
Popüler kültür, geniş kitlelerin ilgisini en yüksek raddede çekebilmek için halkların kadim kültürel öğelerinin de dahil olduğu neredeyse sınırsız bir listeyi bünyesine çekmekte beis görmez; hatta doğası gereği bu eğilim zorunludur. Bu yüzden, mesela Dodan’ın bir halk müziği eseriyle (ve elbette güçlü ses icrasıyla) yarışmada ciddi ölçüde yankı uyandırmasında şaşılacak bir yan yoktur. Jüri üyelerinin Dodan karşısında gıpta, takdir dolu şaşkınlıkları elbette beğenilerinin yanı sıra, Dodan’ın güçlü performansının yarışmaya katkısının da ifadesi. Lakin popüler kültürün (karşı-hegemonik bir gücün, devrimci bir olanağın yokluğunda) içine aldığı her şeye kendi biçimini verme prensibi göz önüne alındığında, Dodan nezdinde yarışmacıların ve de yarışmada materyalleşen müzik yapıtlarının akıbeti için endişelenmekte haklılık payımız kesinlikle yüksek!
Peki, popüler kültür olanaklarından, araçlarından faydalanma gayreti lanetli ve kesinlikle sakınılması gereken bir uğraş mıdır? Aksine, popüler kültür, Stuart Hall’un işaret ettiği gibi boyun eğmenin olduğu kadar, direnmenin, itiraz etmenin de alanıdır. Ancak, bir ideolojik çarpışma alanı olarak popüler kültürle kurulacak ilişki hegemonya ve karşı-hegemonya mücadelesi bağlamında çeşitli güç denklemlerinin hesabına muhtaçtır. Genel çerçevede, mevcut iktidarın otoriter-faşizan politikalarının yanı sıra ideolojik hegemonya kuvvetinin güncelliği, tüm muhalif odaklar üzerine çöreklenen baskı aygıtları, siyasal alanın günbegün daraltılması ve bunlarla bağlantılı olarak, konu özelinde O Ses’in, kendi hilafına tüm güçleri izole eden yapısallığı popüler kültür içinde karşı-hegemonik konumlanış olasılıklarının zayıflığını işaret ediyor.[3]
O Ses’e katılan bazı yarışmacıların (ki binlerce insan katılıyor ve biz sadece ön elemeyi geçebilen azınlığı izleyebiliyoruz) muhtemelen fısıltı şeklinde duyurdukları bir “yetenek sözleşmesi” Kasım 2011’de gazetelere konu olmuştu.[4] Bu, yarışmaya katılan herkesin zorunlu olarak imzaladığı bir sözleşme. Öyle katı şartlar barındırıyor ki katılımcıların sözleşme esaslarını kamuya açıklaması dahi yasak. Elbette, yarışma ve ilgili içerikler hakkında olumsuz beyanda bulunmak da sözleşme ihlaline yol açıyor ki ilgili haberlerde, sözleşmeyi ihlal durumunda 25 bin Avroluk bir yaptırımdan söz ediliyor! Ayrıca, yarışmacı sözleşmeyi imzaladığı takdirde; konser, albüm gibi müzik etkinliklerinden elde ettiği gelirlerin belli yüzdelerini O Ses’i düzenleyen firmayla paylaşmayı, yarışmacının eski-yeni ürünlerinin, imza, logo gibi temsili varlıklarının telif haklarını yine aynı firmaya devretmeyi kabul etmiş oluyor ve sözleşme yalnızca firma tarafından tek taraflı feshedilebiliyor! Bu tür bir sözleşmeyi imzalayan yarışmacı, ekonomik ve ideolojik anlamda O Ses’ten bağımsız bir faaliyet imkanından yoksun kaldığı gibi daha önce sözünü ettiğimiz patronaj ilişkileri nedeniyle dolaylı yollarla olsa da mevcut iktidarın ekonomik-kültürel faaliyetlerine eklemlenmek zorunda kalıyor.
Tartışmaya vesile olan Dodan meselesine geri dönecek olursak… Kaliteli müzik icraatları, ana akımın meyletmediği dönemlerde dahi Kürtçe yapıtlar seslendirmekten yana tavrı ile tevazu sahibi sevgili-miz Dodan’ın, yazı boyunca sözünü ettiğimiz çeşitli ilişki ağlarının içine çekilmesine üzülmek elbette hem hakkımız, hem de en dar tabiriyle vicdani yükümlülüğümüzdür. Ancak, özneyi “çağıran” ideolojinin ve de neo-liberal baskıların gücünü bilsek ve göz ardı etmekten kesinlikle sakınsak da, Dodan adına yapılan, yoksunluk-çaresizlik söylemiyle O Ses gibi aygıtları meşrulaştırma eğilimi sergileyen açıklamaların ana akımı besleyen ideolojik yapıya eklemlendiğini görmezden gelemeyiz. Dodan jüriyi döndürmeyi başardı ve sonraki etapa hak kazandı. O halde “Dodan’ı yedirmeyiz!” ithamının muhatabı biz değil, yeri göğü inleten O Ses olmalı.
[1]-En temel ihtiyaçlarımızın karşılanması için çalışma zorunluluğunun ifadesi olarak “ekonomik zor”un kapitalizm aleyhine olası etkileri de yine serbest zamanda sağaltılır.
[2]-Son dönemlerde güçlü bir söylemsel örgütlenmenin sonucu olarak; birey edimlerini, öznelerin üst-belirlendiği mekanizmaların görünmez kılınması yoluyla, tüm olumsuzlukların yegane günah keçisi ilan etme eğiliminin, yaygın tabiriyle “sosyal linç”in gündelik bir alışkanlık halini alarak iyice yaygınlaşması nedeniyle bu anımsatmaya ihtiyaç duyuldu. İlgili meselede Dodan’ın, çeşitli meşreplerce farklı günahlara keçi ilan edilmesinde de popüler kültürün gücünü yadsıyan bir yan var.
[3]– Bu noktada önerilen; karşı-hegemonya mücadelesi bağlamında popüler kültürün tümüyle gündemden çıkarılması değildir. Elbette, duyargalarımız her türlü olanağa açık tutulmalıdır. “Zayıf olasılık” ifadesindeki vurgu O Ses’le ilgili tartışma özelinde ve benzeri unsurlara yönelik anlaşılmalıdır.
[4]– http://haber.sol.org.tr/medya/acun-ile-somuruye-var-misin-turkiye-haberi-48164